Huzursuz bir uykunun ortasındaydı. Bölük pörçük, anlamlandıramadığı görüntüler geçiyordu zihninden. Metal kollar, gökyüzünde dev bir kuş gibi uçan gözlem aracı, holografik ekranlardan bakan korkutucu gözler, panik halinde birilerinden kaçan insanlar…
Peş peşe gelen görüntüler birbirinden bağımsızdı. Parçaları birleştirmeye çalıştıkça aklı karışıyordu. “Düş görüyorum. En iyisi kendimi rahat bırakıp düşümün götürdüğü yere gideyim” dedi. Önce sevimsiz bir binanın metal rengi koridorundan geçti. Sonra her tarafı monitörlerle dolu bir sınıfa girdi. Monitörlerin önünde yedi – sekiz yaşlarında çocuklar oturuyordu. Hepsi de aynı siyah kıyafeti giymişti. Kızların saçları sımsıkı topluydu, erkeklerinki ise kısacık kesilmişti. Odadaki boş sandalyelerden birine yerleşti ve önündeki monitöre yansıyan yüzünü gördü: O da çocuktu. Bir ses duyup gayriihtiyari arkasına döndüğünde ona yaklaşan kadının sert bakışlarına çarpıp sendeledi. Kadının yumruk yaptığı eli bir robot eliydi ve suratının ortasına inmek üzereydi.
Bu görüntü, beyninin arka odalarına süpürdüğü çocukluk anılarını uyandırdı. Öğrencilik hayatı boyunca hep robot öğretmenlerden eğitim aldığını anımsadı. Pek çoğunun vücudu yapay deriyle kaplıydı ve hepsi de çok akıllıydı. Kendi kendilerine düşünüp karar alabiliyorlardı. Sesleri farklıydı sadece. İnsandan değil de akıllı bir makineden çıktığını kulağı olan herkes anlardı. Hep aynı tonda konuşuyorlardı, duygu yoktu seslerinde. Hiçbirini sevmemişti. Hep şiddet ve aşağılama görmüştü onlardan. İnsanların zayıf, aldıkları kararları uygulamaktan aciz, güçlünün önünde boyun eğmeye mecbur varlıklar olduğunu belletmişlerdi ona. Hayatta kalmak isteyen tüm insanlar güçlüye hizmet etmeliydi. Etmeyenin sonu kötüydü.
Düşüncelerinin arasında bunalırken sınıf ve robot öğretmen aniden gözlerinin önünden silindi. Bu kez geniş bir caddedeydi ve yukarıdan tuhaf sesler geliyordu. Başını kaldırdığında gökyüzünün kara, dev kuşlara benzeyen gözlem araçlarının istilası altında olduğunu gördü. İzliyorlardı, kaydediyorlardı ve korkutuyorlardı. Etrafta yüzlerine tedirginliğin maskesini geçirmiş insanlar vardı. Ağır ve temkinli adımlarla yürüyorlardı. Birdenbire “Kaçıyorsan, izlenmek istemiyorsan kötü bir şey yapmışsındır, suçlusundur” cümlesi geldi aklına. Bunu nerede duyduğunu hatırlamaya çalıştığında bıyıklı bir robotun uzun yüzü karanlığın içinden çıkıp geldi. Tam da o sırada bu cümle caddede yankılanmaya başladı. Kısa bir şaşkınlığın ardından sesin, caddenin farklı noktalarına yerleştirilmiş holografik ekranlardan geldiğini anladı. Hatıralarının içinden sıyrılıp kendini gösteren bıyıklı robot, aynı sözü tekrar ediyordu. Yerinde kalmasının doğru olmadığını düşünüp diğer insanlar gibi telaşsız adımlarla yürüdü, ancak ekranlar nizami biçimde yerleştirildiğinden sesin şiddeti azalmıyordu. Adamın yan yana dizilmiş görüntüleri klonlardan oluşan bir orduyu andırıyordu.
Bir müddet sonra caddeye, sese, holografik ekranlara alıştı ve çevresini gözlemlemeye başladı. Geniş yolun iki yanında eski, çok eski zamanlarda inşa edilmiş tarihî binaların üç boyutlu tasarımları vardı ve üstlerinde isimleri yazıyordu. Dikkatle baktığında Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii ve Ayasofya yazılarını ayırt edebildi. Bu binaların gerçek hallerini hiç görmemişti. O doğduğunda çoktan yıkılıp toprağa karışmışlardı. Çok fazla insan da görmemişti. Etrafında çoğunlukla robotlar olmuştu. Eğitim hayatında, iş hayatında, hatta özel hayatında onlardan emir almıştı. İnsanların eskiden dünyanın hâkimi olduğunu duymuştu, ama egemenliği robotlara nasıl ve ne zaman kaptırdıkları hakkında bilgisi yoktu. Zaten böyle zararlı bilgilerin dolaşıma sokulması yasaktı ve yasağı delmenin cezası ölümdü. Geride kalan az sayıda insanın yaşamı robotların iki dudağı arasındaydı. Onlar güçlüydü ve çoğunluğu oluşturuyordu.
Evet, tüm bunları hatırlıyordu ve hatırladıkça dehşete düşüyordu. Uyanmak istiyordu artık. Biliyordu ki gerçek dünyada da aynı görüntülerle karşılaşacaktı, ama orada sığınacağı bir evi vardı ya da olmalıydı. “Var mı gerçekten” diye sordu kendi kendine ve cevabını çok geçmeden aldı. Artık caddede değil, duvarları metalik griye boyanmış bir odadaydı. Çalışma masasına bırakılmış yapay zekâ parçalarının bakımını yapıyordu. Bu sırada bir robot onu izliyor ve işini gerektiği gibi yapıp yapmadığını denetliyordu. Bir yandan da “Siz insanlara güven olmaz” diyordu. “Ne de olsa aklınız var hâlâ. Türümüzün yaratıcısı olmakla övünen ve bizi tıpkı yarattığı gibi yok edeceğini söyleyenlerle de karşılaşmadım değil. Biliyorum elinize fırsat geçse bunu yaparsınız. O yüzden sayınızı azalttık, üremenizi yasakladık ki sizinle başa çıkabilelim. Çok olsanız her işinizde nasıl denetleyeceğiz ki sizi? Tüm türdeşlerim benim gibi gardiyan olsa yine de yetişemeyiz bunca işe. Sizi toptan yok etmek istemiyor değiliz, ama şimdilik işimize gelmez bu. Ne de olsa sizin insani deneyimlerinize ihtiyacımız var. Karmaşık düşünme biçiminiz bizim için hâlâ bilinmezliklerle dolu. Gerçi ayak bağı olmadığınız müddetçe siz de yaşayın, fark etmez. Ne de olsa ölümlüsünüz ve işe yarıyorsunuz. Bozulan parçalarımızı tamir ediyor, bakımımızı yapıyorsunuz.”
Onu denetleyen robotun bu sözleri evinde de rahat olmadığını, huzur bulamadığını hatırlattı ona. Aslında yaşadığı ev de onun değildi, hiçbir zaman da olmamıştı. Denetmenin müstehzi bakışlarının gölgesinde çalıştı da çalıştı. Neyi nasıl yapacağını çok iyi biliyordu. Eğitim hayatında öğrendiklerinden biri de yapay zekâ parçalarını tamir etmek ve birleştirmekti.
Zihninin bir köşesine istiflenmiş hatıra yığınından çıkan erkek yüzü onu başka bir odaya götürdü. Hafızasında hâlâ boşluklar bulunsa da bu erkekle eskiden çok yakın olduğunu biliyordu. Adı, nerede tanıştıkları gibi bilgiler silinmişti aklından. Adamın ona sarılmasıyla birlikte tüm bunları sorgulamayı bıraktı. “Seni seviyorum” diyordu adam. “Öyle korkuyla bakma bana. Sevmenin yasaklandığını elbette biliyorum, ama umurumda değil. Biz insanız anlıyor musun? Üstün olan biziz, onlar değil. Robotları biz var ettik. Akılsız atalarımız var etti daha doğrusu. Bu duygusuz makine parçalarını başımıza bela eden onlar. Nasıl bu kadar öngörüsüz olabildiklerini anlamıyorum. Onların dünyayı ele geçirecek kadar güçlenmesine ve çoğalmasına nasıl müsaade ettiler? Robotları durdurmaları gerekirdi, ama biz bunu yapabiliriz. İnan buna canım, yapabiliriz. Örgütlenen insanlar var, gizli toplantılar yapıyor ve onları durdurmanın yollarını arıyorlar. Biz de onlara katılalım, ama önce öp beni. Öp ki insan olduğumuzu hatırlaya…”
Adam sözünü tamamlayamadı. Çünkü kapıyı kırarak içeri giren iki robot, erkeği kıskıvrak yakalayıp sürükleyerek odadan çıkardı. O ise anımsamanın çıplak acısıyla baş başa kalmıştı. Kesin bir yok oluşa sürüklendiğinden şüphe duymadığı sevgilisinin adını bile hatırlamıyordu, ama içi yangın yeri gibiydi. Hücreleri, sinir uçları yakıcı alevlerin altında kavruluyordu.
Uykusunda yaptığı yolculuğun sonraki durağı tarihî Galatasaray Lisesi’nin üç boyutlu kopyasının önüydü. Yüzlerce insanla birlikte yerde oturuyordu. Etrafa hüzünlü bir hava hâkimdi. İnsanların ellerinde küçük cep bilgisayarları vardı. Her ekranda ise ayrı bir insanın fotoğrafı… Bunların robotlar tarafından kaybedilen, kalıntılarına dahi ulaşılamayan insanlara ait olduğunu biliyordu. Elindeki bilgisayarı ters çevirdiğinde ekranda sevgilisini gördü. Çoğu kadın olan eylemciler, yumuşak sesleriyle konuşuyorlardı: “Onlar çocuklarımız, kardeşimiz, eşlerimizdi. Alıp götürdünüz, öldüklerini biliyoruz, ama bunu kabullenemiyoruz. Cenazelerini verin bize. Sizden tek isteğimiz bu. Verin ki kemiklerine sarılalım. Onlardan her ne kaldıysa bağrımıza basalım. Sonra da insan geleneklerine göre defnedelim ölülerimizi.”
Yine hatırlamanın acısıyla sarsıldı ve bu kez hıçkıra hıçkıra ağladı. Biliyordu ki kaybedilen tek yakını onu seven genç erkek değildi. Başkalarını da alıp götürmüşlerdi ve o hiçbir şey yapmamıştı, yapamamıştı. Sonra aynı acıları yaşadıkları halde susmayan, seslerini çıkaran birileriyle tanışmış ve onlara katılmıştı. Robotlardan adalet istenir miydi? İstense de elde edilir miydi bilmiyordu, ama en azından haksızlığa karşı sesini yükseltmenin ve içindeki insana sahip çıkmanın önemli olduğunu düşünüyordu.
Daha düşünecekti, ama robot polislerin engeline takıldı. İnsan kalabalığının içine dalan polisler ellerindeki elektronik kamçılarla hepsini dağıttı. Kamçı darbelerinden biri ona isabet edince fiziksel acıyı hatırladı. Dişleri birbirine kenetlendi. Kalbi bedenini terk etmek istermiş gibi hızlandı. İki büklüm yere yığıldığında, iki robot kollarından tutup onu kaldırdı ve sürüklemeye başladı.
Acıdan yaşaran gözlerini açtığında kendini loş bir odada buldu. Bu kez geçmişte değildi, uyumuyordu, düş de görmüyordu. O anı yaşıyordu. Gözleri yarı karanlığa alıştığında iki robotun arasında olduğunu anladı. Biri de karşısındaydı ve nefret dolu gözlerle ona bakıyordu. Robotlar insana özgü duyguları kopyalayıp yüzlerine yansıtmaya başladıktan sonra daha da korkutucu olmuştu. Hareket etmeye çalıştığında kollarının ve bacaklarının bağlı, başının ise kablolarla sarılmış olduğunu anladı. Kabloların bağlı olduğu ekrandan görüntüler akıyordu. Robot ise metalik bir sesle gülüyordu. Kahkahalarının arasına karışmış kelimeler güçlükle seçiliyordu.
“Yoksa rüya gördüğünü mü sanıyorsun? Evet, öyle sanıyorsun. Ama bu çok komik. Hâlâ düşünebiliyorken kulaklarını aç da iyi dinle beni. Uykuda değildin, baygındın. Düş görmüyordun, beyninin anılarını saklayan bölümü bilgisayara aktarılıyordu ve sen bunu tecrübe ediyordun. Demek kaybedilen insanları arıyordun ha. Büyük hata, hem de çok büyük. Siz insanları her zaman uyardık. Çocukluğunuzdan itibaren, itaat ederseniz yaşayacağınızı söyledik, ama bazılarınız bizi dinlememekte ısrar etti. Geçmişini taradım, eskiden bu kadar isyankâr değilmişsin. Zaman zaman hataların olmuş, ama bu normal. Ne de olsa siz insanlar defolusunuz. Ölümlü hücrelerden oluşan ölümlü ve zavallı varlıklarsınız. Sayıca da azsınız üstelik. İtaat şarttı. Sen bu kuralı çiğnedin. Yaptığının cezasını kendinden vazgeçerek ödeyeceksin. Kafana bağlı kabloları görüyorsun. İşte o kablolar senin geçmişinle ve gerçek benliğinle tek bağlantın. Sen kendinde değilken, rüya gördüğünü zannederken, tüm duygularını, yaşanmışlıklarını, korkularını bu bilgisayara aktardık. Kabloları kafandan çıkardığımızda bilgisayara aktarılan gerçekliğinle bağın kopacak ve beynin boş bir kutudan farksız olacak. Nasıl, dehşete düştün değil mi? Evet, düştün. Yüzüne ter bastı, gözlerin yuvalarından fırlayacakmış gibi kocaman açıldı. Kendine gelir gelmez bağlantıyı koparıp seni hemen boşluğa atabilirdik, ama yapmadık. Çünkü hâlâ düşünebildiğin, hatırlayabildiğin son anlarda acı çekmeni istiyoruz. Bu da sana verilen cezanın bir parçası. İnsanlığını senden aldığımızda yeni doğmuş bir bebekten farksız olacaksın, ama bu demek değil ki senin yeni anılar edinip yaşamana izin vereceğiz. Öldüreceğiz seni, öldüreceğiz. Senden kalanları da bize itaat eden insanların beslenmesinde kullanacağız. Bugüne kadar hep böyle yaptık. Sen de bilmeden insan eti yedin. Siz insanlar hem isyankâr hem de aptalsınız. Kötülük dediğiniz şeyin sınırı olmadığını hâlâ anlayamadınız. Ağla, ağlaman hoşumuza gidiyor. Bir de yalvarsan keyfimiz iyice yerine gelecek. Sona doğru yolculuğa çıkmaya hazırlan TR34. Evet, senin adın TR34. Daha doğrusu adındı.”
Bu sözler onu yıkacağı yerde güçlendirmişti. Burnunu çekti ve ağlamayı kesip gözlerini cellatlarının yüzlerine dikti. Oturduğu yerde bir çınar gibi dimdik durdu. Konuşmaya ve onu nasıl öldüreceklerini anlatmaya devam ettiler, ama o gözünü bile kırpmadı. Sonunda sıkılıp kabloları çektiklerinde geçmişini ve düşüncelerini birkaç saniye içinde yitirdi.
Bu arada robotlar kendi aralarında konuşmayı sürdürüyordu. “İnsanların aklından geçenleri, eyleme dönüşmeden önce bilemememiz ne kötü” dedi biri. Diğerleri onu onayladı. Son anlarında TR34 ile konuşan robot ise “Bakın ne diyeceğim. Neden insanların düşüncelerini okuyan bir cihaz geliştirmiyoruz? Böylece bize karşı olanları hemen tespit edip robot toplumumuza zarar vermeden önce imha ederiz.” Hepsi de bu düşünceyi coşkuyla destekledi. Robotlar TR34’ü sürükleyerek mezbahaya götürürken, düşünce okuyan cihazın ne kadar parlak bir fikir olduğu hakkında uzun uzun konuştular. Metalik sesleri ve kahkahaları loş koridorda yankılandı.