Rent A Girl

Rent a Girl | Selin Arapkirli (Kısa Öykü)

Yapmakta olduğu zarif nakışa bir damla gözyaşının damladığını fark etti kaygıyla; işinde leke bırakabilirdi… Igraine nakışını bir kenara koydu. Her şeye karşın lekelenmemişti; acıyla, “kadınların gözyaşları dünyada hiçbir iz bırakmıyor,” diye düşündü. Marion Zimmer Bradley – Avalon’un Sisleri ‘Yüce Kraliçe’

Morgan kafasının içinde ölü bir kadının sesiyle yaşıyordu – tabii onunkine yaşamak denilirse – ve attığı her adımdan bu kadın sorumluydu. Örneğin şimdi; bütün kadınlar gibi makyajını tamamlayıp aynaya baktığında, karşısında kendi aksini değil ölü kadının çatık kaşlarını görüyordu. “Ah ne büyük bir yalan,” diyordu ölü olan; “kadınların kendilerini mutlu etmek için makyaj yaptıklarını söylemeleri.” Çünkü ölü olana göre hiçbir kadın kendisi için makyaj yapmazdı; bu yalancı dişilerin, arıları yapraklarına çekmek için renkten renge giren arzulu orman çiçeklerinden hiçbir farkları yoktu. Yüzlerini boyar ve kalabalığa karışmadan önce son bir kez gururla aynaya bakarlardı. İşte her şey o son bakışta gizliydi; aynadaki gözler artık kadına değil, erkeğe aitlerdi. Kadınlar ve aynalar arasındaki saplantılı ilişkinin kaynağı da buydu; kadın aynaya bakıyor ve kendisini bir erkeğin gözleriyle görmeye çalışıyordu. Ölü kadın böyle söylüyordu. Şüphesiz Morgan da onunla aynı fikirdeydi – aksi düşünülemezdi. Fakat o artık yaşamıyordu ve Morgan’ın da arzulu bir orman çiçeğine dönüşmekten başka şansı yoktu. Morgan görev için yaşardı – tabii bu bir yaşam biçimi olarak kabul edilirse – ve Başkent’teki bütün fahişeler makyaj yapmak zorundaydı.

Aynanın önündeki koltuktan kalkarken sol bileğindeki saatin kordonuna dokundu ve birkaç saniye içinde dokuz metrekarelik odanın içi yasemin çiçeklerinin tazecik kokusuyla doldu. İşte şimdi bembeyaz omuzlarının üzerine düşmüş şeker pembesi saçlarıyla bir yasemin tarlasının içinde salınmakta olan Morgan’ın güzelliğine diyecek yoktu. Her şey tamamdı. Morgan bu gece kendisini kollarına alacak olan müşterinin hafızasındaki güzel hatıralar arasına katılacaktı. Arzu edilen de buydu. Müşteri, fahişenin bedenine sahip olurken fahişe de onun zihnini ele geçirmeli, adamın – tabii bazen de kadının – kafasının içinde mutluluğun karşılığı olan koltuğa yerleşmeliydi. Bu bir fahişe için başarıların en büyüğü demekti. Fakat sonuçta mutluluktan en büyük payı alan ne Morgan ne de müşterilerdi; asıl mutluluk, Morgan’ın patronları Tim ve Cem kardeşlere aitti.

Yaklaşık üç senedir Morgan, Başkent’in ilk ve en büyük kadın kiralama şirketi olan RAG’de çalışıyordu; Tim ve Cem kardeşler bu devasa şirketin sahibiydiler. Morgan, RAG’de çalışan fahişelerin sayısını hiçbir zaman tam olarak öğrenememişti. Fakat bir keresinde, istatistik uzmanı yarı deli bir müşteriye gönderildiğinde, adam ona patronlarının Başkent’teki fahişelerin yüzde seksenine sahip olduklarından bahsetmişti. Bu çılgın müşteriye göre Tim ve Cem kardeşler dünyanın en zengin ve en şanslı insanlarıydılar. Morgan ise onları devasa plazanın her yanını kaplayan dijital posterleri dışında gerçek anlamda hiç görmemişti. Öyle ya, binlerce kadına sahip olan bu iki adam, kulelerinden aşağıya inip de Morgan’ın ufak dairesini ziyaret edecek değillerdi. Morgan’ın da müşterilerin daireleriyle helikopterlerinden başka bir yere gittiği yoktu. Böylece Morgan ve patronların karşılaşmaları imkânsız hale geliyordu. Doğrusu buna gerek de yoktu. Nasılsa o koca posterler, günün büyük bir bölümünde istemsizce görüş alanına giriyor ve Morgan kollarını birbirlerinin omuzlarına atmış sırıtan, sanki “biz kadından anlarız” der gibi kaşlarını kaldıran patronlarıyla karşı karşıya geliyordu. Morgan bu karşılaşmaların her seferinde kendi kendine şöyle diyordu: “Eminim Ayla F bu iki adamdan nefret ederdi; hem de onları öldürmek isteyecek kadar.” Fakat Ayla F artık kimseyi öldüremezdi. Çünkü o ölü olan kadındı. Morgan’a gelince, onun nefret etmek yahut sevmek gibi huyları yoktu; yalnızca insanüstü bir kabullenmeyle işini yapmaya ve bu yolla var olduğunu duymaya çabalıyordu.

Kol saatinin alarmı üç kez arka arkaya çaldı. Bu üç kısa çağrı, derhal balkona çıkmasını emreden müşteri çanlarıydı. Kaybedecek tek bir dakikası bile olmayan adamın – nedense bütün müşteriler böyle sabırsız olurlardı – helikopteri, RAG’in çatısında onu bekliyor olmalıydı. Morgan diğer kadınlar gibi aynadaki aksine son bir kez daha bakmaksızın bir el çırpıp dairenin koyu renkli, desensiz perdelerini sonuna dek açtı ve vakur adımlarla balkona çıktı. Yasemin çiçeği kokuları da görünmez nedimelermiş gibi Morgan’ın peşi sıra gidiyor ve maddenin gaz halinin yasaları gereği, küçük ve sıkışık odadan dışarıdaki gri gökyüzüne göçüyorlardı. Balkona çıktığında merdiven çoktan indirilmişti. RAG ile müşteriler arasındaki pazarlık işte böylesi bir gizlilik içinde yürütülürdü: Çatıda bekleyen helikopterlerden balkonlara büyük gri borular içinde merdivenler iner ve bu sihirli merdivenler kızları hızla yukarıya, müşterilerin eskinin sultanları gibi perdeler ardında gizlendikleri helikopterlerinin içine çekerdi. Şayet uzakta bir göz bu ana tanık olsa, dev bir elektrikli süpürge hortumunun balkonda duran pembe tüylü çöpü içine çektiğini söylerdi.

Morgan balkona çıktıktan yaklaşık kırk saniye sonra kendini helikopterin içinde, müşterinin tam karşısında buldu. Kırk saniyelik yolculuğu süresince kafasının içinde adamın kendisini hayranlıkla boydan boya süzeceği ve sonra seyrettiği bütün o aşk filmlerindeki romantikler gibi belinden tutup yanına çekeceğini canlandırmıştı. Esasında bunu arzuladığı yoktu; Morgan arzulamazdı. Sadece böyle olması gerektiğini biliyordu. Görevin başarılı olması böylesi iyi bir başlangıca bağlıydı ve Morgan bu gece gerçekten iyi hazırlanmıştı. Buna karşın müşteri, Morgan’a bir defa bile dönüp bakmadı. Adam bir yandan ciddiyetle ve şifrelenmiş bir dille önündeki haberciyle konuşuyor, diğer yandan elindeki mama şişesinden ufak yudumlar alıyordu. Morgan da artık gerçeğe dönüşmeyen gündüz düşlerinden uzaklaşmış, adamın karşısında kanat çırpıp duran çelikten kuşu ilgiyle seyre dalmıştı. Ve anlamıştı Morgan; bu adam önemli biri olmalıydı. Müşteri de bu anlayışı fark etmiş olacak ki fahişesi helikopterin içine girdikten birkaç saniye sonra sesli bir komutla haberciyi ortadan kaldırdı.

Morgan haberci kuşlar hakkında çok fazla şey duymuş olsa da şimdiye dek onlardan biriyle hiç karşılaşmamıştı. Şayet ona bir süre daha baksa, kendisi için de bir tane – tabii daha basit bir modelini – yapabilirdi; zira elektronik aygıtlar konusunda oldukça yetenekliydi. Fakat ne yazık müşteri, Başkent bürokratlarına özgü bir gizlilik tutkusu ve el çabukluğuyla kuşu hemen geldiği yere yollamıştı. “Önemi yok,” diye düşündü Morgan; nasılsa bir haberci kuş yapsa bile onunla mesaj yollayabileceği kimsesi yoktu. Dünya gezegeninde Morgan’ın yakınlık kurduğu tek insan Ayla F’ydi ve o da artık yaşamıyordu.

“Otur.”

Müşteri bas sesiyle komutunu verdiğinde Morgan’ın kafasındaki ölü kadının görüntüsü de silinip gitti; şimdi gözlerinin önündeki perdede yalnızca müşterinin bedeni vardı. Adam, Morgan’ın şimdiye dek gördüğü en güzel erkek yüzüne sahipti. Sesi kalın ve ürkütücüydü. Bakışlarıysa ezici. Fakat yine de tek bir tüyün yerleşmediği bu pürüzsüz yüzde anlaşılmaz bir yumuşaklık vardı. Morgan her zaman yaptığı gibi naif bir reveransla adamın emrine amade olduğunu belirttikten sonra gidip karşısındaki koltuğa oturdu. Şimdi yüzünü daha net olarak görüyor ve onu bir yerlerden tanıyor olduğunu düşünerek – hayır, buna emin olarak – kafasının içindeki bütün erkek yüzlerini tarıyordu. Her nasılsa gözünün önüne gelen görüntülerin çoğu RAG’in giriş katındaki dev plazmada seyrettiği şeylerdi. Görüntülerde adam, yumuşak bir gülümseme eşliğinde kendisini seyredenlere sesleniyor, fakat tüm o yumuşaklığa rağmen yine de bakışları ona bakan kişide müthiş bir ruhsal ezilmeye yol açıyordu. Morgan üst üste binen sesli görüntülerin içinden birbirinin aynı olan sözcükleri seçip buldu: Sevgili insanlarım – sevgili Başkentliler – her şey – adalet – sizin için – ben – barış – sizler için – yardım kampanyası – özgürlük – adalet… Sonunda Morgan karşısında durmuş kendisine dostça gülümsemekte olan adamın kim olduğunu çıkardı.

“Niçin bana öyle bakıyorsun?” diye sordu müşteri. Yüzündeki gülümsemenin yerini endişeden çok şaşkınlığın sebep olduğu bir ciddiyet almıştı.

Morgan oturduğu yerden ikinci bir reverans yaparak gülümsemekle yetindi.

“Ben size aitim kıymetlim,” dedi yumuşacık sesiyle. “Hayranlık uyandıran güzelliğinizi seyredebildiğim her saniye benim için bir şereftir.”

Böyle söylemek zorundaydı. Çünkü müşterileri RAG’le çalışmaya teşvik eden yegâne şey, bu kıymetli ve de istekli adamlar kim olurlarsa olsunlar kızların onları tanımalarının hiçbir şekilde mümkün olmayışıydı. RAG kızları hiçbir şey bilmez, hiçbir şey görmezlerdi. Esasında oldukça gelişmiş beyinlerinin içinde taşıdıkları tek şey, birer arzu oyuncağı oldukları düşüncesiydi ve başka hiçbir çevresel faktör kızların bu naif algılarını kirletmemeliydi. Bu yüzden fahişeler her işin ardından dairelerine döndüklerinde hafızaları da bedenleri gibi otomatik olarak temizlenip yenilenirdi. Çünkü bir fahişe her bakımdan temiz ve gösterişli olmalıydı. Tim ve Cem’in sahip oldukları tüm fahişeler de müşterilerine henüz açmış bir çiçek kadar taze ve dünyanın geri kalanından habersiz bir bebek kadar bilinçsiz olarak gönderilirlerdi. Morgan dışında hepsi. Bu yüzden Morgan’ın yalan söylemek ve bilmiyormuş gibi davranmaktan başka çaresi kalmıyordu. Şayet gördüğü hiçbir şeyi – tek bir küçük detayı bile – unutmadığını birilerine söyleseydi, derhal ortadan kaldırılacağını adı gibi biliyordu. Her şeyi görüp bilen bir fahişeyi hiç kimse yatağında istemezdi. Hele ki bu yatağın sahibi Başkent’in başlideri Atmaca Gözlü Aziz olacaksa.

Morgan diğer RAG fahişelerinden farklıydı; Morgan dünyadaki bütün fahişelerden, bütün kadınlardan ve bütün insanlardan farklıydı. Gördüğü, duyduğu ve okuduğu her şeyi sonsuza dek, hem de olabildiğince berrak bir halde hatırlamakla, düşünmenin bürokratlardan başka kimsenin işine yaramadığı bir dünyada durmaksızın düşünüp öğrenmekle ve bu sayede beyninin tüm kıvrımlarını kullanabilmekle lanetlenmişti. Onun laneti benzerlerinde rastlanmayan bir çeşit hastalık gibiydi; bir çeşit mutasyon. Fakat Morgan, edindiği milyonlarca bilgiyle birlikte bu hastalıkla yaşamayı, dahası bunu saklı tutmayı da öğrenmişti. Kendi başına keşfettiği bu farklılığın – ya da lanetin – gizlenmesi gerektiğini anlamak onun karakterinde biri için güç değildi. Kendini ve içinde yaşadığı kalabalığı tanıması için istemsizce hafızasına kaydettiği diğer bütün insan davranışlarını gözden geçirmesi ve bir tavrı diğer bir tavırla kıyaslaması yeterli oluyordu.

Morgan dünyayı çevresindeki herkesten daha iyi tanıyordu. Kafasının içindeki sayısız görüntü ve sözcük sayesinde tarih boyu olup biten şeylerin, hiç bitmeyen sinir bozucu bir şarkının notalarıymış gibi durmaksızın birbirini tekrar ettiğini fark etmişti. Aslında dünyada dönen şeyleri anlamak oldukça basitti: Dünya yönetenler ve yönetilenlerin trajikomik aşk hikâyesini anlatan uzun, destansı bir şarkıya benziyordu. Yönetenler hep vaatlerde bulunuyor, yönetilenlerse onlara platonik halde âşık oluyorlardı. Bazen de bu şarkıda ne birinci ne de ikinci gruba dâhil olmak istemeyen yanlış notalar çıkıyor, fakat bunların isyanları çocukluk heyecanları kadar kısa sürdüğünden, yanlış notalar kendilerinin sebep oldukları melodi uyumsuzluğunu düzeltmek için kimse anlamadan şarkıya yeniden katılıyorlardı. Morgan’ın kafasındaki dünya işte böyle özetleniyordu. Fakat elbette bu şiirsel yargıya kendi başına varmamıştı. Bu düşüncelerin sahibi Morgan’ın dünyada hayranlık duyduğu tek insandı: Bir vakitler Başkent’tin en başarılı kadın hakları savunucusu ve yazar olan Ayla F’nin fikirleriydi bunlar. Üç yıl önce ölmüş olanın.

Ayla F, Başkent’in güney kıyısında, Koruyucu Konutları’nda yaşardı. Burası daha çok sanatçıların ya da çeşitli kuruluş üyelerinin yaşadıkları zengin bölgelerinden biriydi. Ayla F’nin işiyse az varlıklı konutlarda yaşayan, yani – ona göre – kendisi kadar akıllı olmayan kadınların varlık haklarını savunmak, bu kadınların çıkarları zarar gördüğünde liderliğe yeni yasa önerilerinde bulunmak ve durmaksızın kadınlığı yücelten sert üsluplu metinler yazmaktı. Uzun lafın kısası, Ayla F azılı bir feministti ve Başkent’teki bütün kadınlardan daha meşguldü. Bu yüzden – elbette – kendisi kutsal görevini yerine getirirken yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamasına yardımcı olacak birine ihtiyacı vardı. İşte bu kişi de Morgan olmuştu.

Morgan, Ayla F’nin evine geldiği zamanlar bilinci henüz bir çocuğunki kadar gelişmişti; kendisi ve hayata dair bildikleri, onu dünyaya getirenlerin öğrettiklerinden fazla değildi. Morgan’ın o vakitler sahip olduğu bu kısıtlı düşünce sistemine ‘Temel İşlevsel Bilgiler’ deniliyordu ve Morgan gibi olanlar hayatta yalnızca işlerini görebilecek kadarını bilmekle yükümlüydüler; daha fazlasına ihtiyaçları yoktu. Örneğin bir aşçı, yalnızca temel insani bilgileri ve gıda sektörünün gereklerini bilmeliydi. Bir hizmetçi de hizmet sektörününkileri. Fakat bir hizmetçi olarak doğan Morgan, Ayla F ile birlikte daha fazlasını öğrenmişti. Elbette bu Ayla F’nin mahareti değildi; Morgan unutmamakla ve yorulmaksızın öğrenmekle lanetlenmişti.

Ayla F çok kereler kendisine “kızım” demiş olsa da Morgan onun kızı olmadığını hep bilmişti. Yine de ismini ondan almıştı; annesi değilse de sahibiydi Ayla F ve kuşkusuz Morgan’la birlikte böyle bir hakka da sahipti. Hakkının farkında olarak hizmetçisini gördüğü anda ona “senin adın Morgan olacak,” demişti; “buna çok uzun zaman önce karar verdim.” İşte adı böylece Morgan olmuştu. Bu, Ayla F’nin çok sevdiği bir romanın efsanevi feminist kahramanının adıydı ve “denizden gelen kadın” demekti. Oysa Morgan’ın denizden geldiği ya da feminist olduğu falan yoktu. O bir hizmetçiydi. Ayla F’nin evinde bulunmasının tek sebebi, başka işleri yokmuş gibi durmadan toz yakalayıp üzerlerine yapıştıran kitap kapaklarını temizlemekti.

Morgan, sahibinin evinde kısa bir süre çalıştıktan sonra anlamıştı ki Ayla F için bu dünyada kitaplardan daha kıymetli olan bir şey yoktu. Hayatı boyunca uğruna savaş verdiği feminizm denen şey bile bu sarı sayfalardan daha önemli değildi. Çok fazla kitabı vardı Ayla F’nin. Kocaman dairesinin üçte ikisini kitapları kaplar, geriye kalan daracık alana da ufak bir yatak, bir sallanan koltuk ve birkaç sandalyeyle yazı masası zar zor sığışırlardı. Sanki dairenin asıl sahipleri kitaplardı da Ayla F’nin kendileriyle birlikte yaşamasına göz yummuşlardı. Morgan’ın bir hizmetçi olarak ilk günleri sahibinin evinin muhtelif yerlerinde konuşlanan kitap kulelerini baştan aşağıya temizlemek ve Ayla F’nin mamalarını hazırlamakla geçiyordu. Her ikisi de Morgan için son derece basit işlerdi; zira kitap kulelerini temizlemeye dört saat, günde üç öğün mama hazırlama işine de toplamda bir saat harcıyor ve günün geri kalanını bir köşede ekstra işlerin çıkmasını bekleyerek geçiriyordu. Yorulmak ya da sıkılmak gibi huyları yoktu Morgan’ın. Fakat herhangi bir şey yapmadan geçirdiği her dakika, içinde tuhaf bir huzursuzluk duyuyordu. Esasında bu duygu da Morgan’ın dünyasına ait değildi; bunu da kısa zaman içinde Ayla F’den öğrenmiş, kendine ait duygu durumlarından biri haline getirmişti. Nasıl ki Ayla F elektronik ortama aktarılmamış, canlı kanlı çocuklarmış gibi ellerine alabildiği kitaplarına dokunamadığı, onlar üzerinde çalışamadığı anlarda varlığından şüpheye düştüğünü söylüyorsa, aynı şey artık Morgan için de geçerli olmuştu. Bu yüzden Morgan görevlerini bitirir bitirmez Ayla F’den gelecek yeni emirler için sabırsızlanıyordu.

Günlerden birinde Ayla F hastalandı. Kış aylarıydı ve Morgan’ın Koruyucu Konutları’ndaki ilk yılıydı. Ayla F mevsimlik sağlık kontrollerini hiç aksatmadığı halde yine de ciğerlerine bir soğukluk dadanmıştı. Morgan ömründe ilk kez hastalanmış birini görüyor ve insan bedeninin acizliği karşısında şaşkınlık duyuyordu. Ayla F normalde de konuşkan ve neşeli bir insan değildi, fakat hastalık onu iyiden iyiye suskun ve öfkeli biri haline getirmişti. Hastalığı az gelirli konutların yoksul kadınlarından kaptığına inanıyor, her hafta ziyaret ettiği bu yoksul fahişelere – evet, aynen böyle söylüyordu – lanet okuyordu. Morgan şimdi mesleği olan fahişeliğin ne anlama geldiğini işte o zaman öğrenmişti; fahişelik, insanın ya da ona benzer bir varlığın, kendi bedenini çalışma alanına dönüştürmesi demekti.

Hastalandığı zamanlar Ayla F genç bir kadın sayılmazdı. Fakat çok yaşlı da değildi; neredeyse yetmiş yaşındaydı. Kocası ya da çocuğu yoktu; hiç olmamıştı. Yalnızlık kendi seçimiydi ve buna sebep olarak kutsal savaşını öne sürüyor, bazı kadınların diğer insanların mutluluğu için kendi yaşamlarından vazgeçmeleri gerektiğini, kendisinin de işte bu kahramanlardan biri olduğunu söylüyordu. Kahramanlık büyük sorumluluk gerektirirdi. Bu yüzden Ayla F sağlıklı günlerinde yalnızca üç saat uyur, geri kalan zamanı da yazı masasıyla kitap kuleleri arasında geçirirdi. Başlarda Morgan, boş vakitlerinde Ayla F’nin yakınlarında bir yerde emirler beklerken ona ihtiyacı olan kitapları kulelerden indirip getirebileceğini söylemiş, fakat kadın bunu kabul etmemişti. Morgan’ın anladığı kadarıyla kulelerinin arasında bulunmak Ayla F’ye değişik bir haz veriyordu. “Sen tozlarını al yeter,” diyordu Ayla F; “Allah’ın cezası tozlara yirmi iki yüzyıldır bir çare bulamadılar!” Fakat o kış, Ayla F hastalandığı zaman, “yalnızca tozlarını almak” görevi de değişmek zorunda kaldı. Çünkü Ayla F kulelerin yanına yaklaşmak şöyle dursun, ayağa bile kalkamayacak haldeydi. Söylediğine göre artık hastalıkları eskisi kadar çabuk atlatamıyordu. Ne yazık, bu hastalığı hiç atlatamayacak, fakat bu vesileyle Morgan’ın kitaplarla olan yakın ilişkisini başlatmış olacaktı.

Hastalığın ilk dönemlerinde Morgan yalnızca getir götür işlerine bakmıştı. Ayla F istediği kitabın ismini Morgan’a söylüyor, Morgan da saniyeler içinde o koca yığınların arasından istenilen kitabı bulup getiriyordu. İlk seferinde Ayla F, Morgan’ın el çabukluğuna hayret etmiş, fakat bunun Morgan gibilerin genel bir yeteneği olduğunu varsayıp üzerine çok fazla düşünmemişti. Oysa onun emsallerinden ne denli farklı olduğunu bilmiyor, beş senedir basit bir hizmetçi saydığı Morgan’ın sahip olduğu yüzbinlerce kitabın ismini, yazarlarını ve kulelerdeki yerlerini adı gibi ezberlemiş olduğunu fark edemiyordu. Nihayet bir gün Morgan’ı kitaplarından birinin sayfalarına ilgiyle bakarken görmüş, bakar sandığı gözlerin aslında o kelimeleri okumakta olduğunu fark edip hayrete düşmüş ve Morgan’ın emsalsiz olduğunu öğrenmişti.

Morgan’ın okuyabilmesi, Ayla F için pek de öyle hayret edilecek şey değildi. Asıl şaşkınlık konusu Morgan’ın sahibi tarafından görevlendirilmediği, bu konuda hiçbir komut almadığı halde tamamen kendiliğinden kitap okuması, bunu isteyerek yapmasıydı. Morgan gibi bir hizmetçinin kendi iradesiyle kitap okumak istemesi Ayla F gibi her türden kadınla haşır neşir olmuş biri için bile görülmedik şeydi. İşte bu, kitap okuyan hizmetçi mevzusu, Ayla F için üzerine düşülecek bir konuydu. Öyle ki yepyeni, benzersiz bir çalışma alanı bile olabilirdi. Fakat Ayla F’nin bedeninde böylesi yeni ve alışılmadık bir çalışma için yeterince kuvvet yoktu. Bunu daha sonra, sağlığına kavuştuğunda yapmayı hayal ediyordu. Ayla F için “öğrenmek isteyen hizmetçiler” mevzusu, başlığını atıp devamını getirmeyi umduğu son makale olmuştu.

Ayla F’nin hastalığı, kendisine bir nebze güler yüz gösterilmediği halde yüzsüzce misafirliğine devam eden bir ev arkadaşı gibi beş yıl boyunca kendisiyle, kitaplarıyla ve Morgan’la birlikte kaldı. Durumu ne iyiye gidiyor, ne de büsbütün kötüleşiyordu. Fakat Ayla F de Morgan da bu istenmeyen konuğu iyiden iyiye kanıksamışlardı. Morgan artık toz almak ve mama hazırlamanın yanında, bir an dinlenmeksizin ve bundan bir an şikâyet etmeksizin günler ve geceler boyunca kitaplar okuyor, Ayla F yerine yoksul konutların kadınlarını ziyarete gidiyor, oralardan getirdiği istek ve şikâyetleri bir bir Ayla F’ye aktarıyor ve kimi zaman Ayla F’nin, kimi zaman da kendi zihninin ortaya atıverdiği ateşli kelimelerle makaleler ve mektuplar yazıyordu. Yazıların muhataplarıysa yeni yasalar ve yardım kampanyaları düzenlemelerini sağlayan bu kelimelerin, o çok saygı duydukları yaşlı kadının değil de bir hizmetçinin zihninden döküldüklerini bilmiyorlardı.

Ayla F olanlar karşısında şaşkınlık duymayı bir tarafa bırakalı çok olmuştu. Morgan mucizevi şekilde karşısına çıkan bir melekmiş gibi, kendisinin elli yıl önceki haliymiş gibi heyecanla etrafında dolanıyor, yapmak isteyip de henüz yapamadığı ne varsa sanki bunlar kendi istekleriymiş gibi hevesle yerine getiriyordu. Yaşlanmış olsa da, ölüyor olsa da mutluydu Ayla F; çünkü Morgan’a henüz söylemiyorsa da onu kendi zihninin varisi olarak kabul ediyordu. Ona güveni sonsuzdu. Çünkü Morgan tanıyıp bildiği her şeyden, herkesten daha çabuk öğreniyor, öğrenme arzusu durup dinlenmek bilmiyordu. Doğrusu Ayla F kırk yıl düşünse bile Morgan gibi bir hizmetçinin içinde bir dehanın yaşayıp tüm sınırları zorlarcasına büyümekte olduğunu tahayyül edemezdi. Fakat şimdi kabul etmek vaktiydi: Morgan bir hizmetçiydi, basit bir hizmetçi ve kendisinden binlerce kat daha zekiydi. Kabul ettiği anda Ayla F erdemlerin en büyüğünü göstererek kendi nefsinin karanlık ellerini bir tarafa itti ve “ne önemi var” dedi; “bir hizmetçi ya da değil, önemli olan davanın devam ettirilmesi.”

Ayla F biliyordu; kendisi yok olup gittiğinde davasını milyonlarca inciden yapılmış bir gerdanlık gibi Morgan’ın boynuna takacak ve Morgan da onu sonsuza dek taşıyıp tanıdığı her kadına bir inci tanesi bırakacaktı. Dava devam edecekti ve buna liderlik edebilmek için Morgan’dan daha değerli biri düşünülemezdi. Öyle ya, bir isim olarak Morgan, denizden gelen kadın anlamını taşıyordu. Ve deniz de yeryüzünün anası olarak, yerkürede soluk alan her bir canlıyı rahminde taşımış en yaşlı ve de en yorgun ana olarak kadınların önderi oluyordu. Hiç şüphesi yoktu artık Ayla F’nin; Morgan bir mucizeydi. Belki de tanrı gerçekten vardı ve Ayla F’ye ölüme – yani kendisine – yaklaşıyorken yüzünü şöyle bir göstermek istemişti.

Ayla F son günlerinde Morgan’a bildiği her şeyi öğretmeye karar verdi. Morgan evdeki tüm kitapları okumuş ve her birini kelimesi kelimesine ezberlemişti. Fakat bu yeterli değildi. Şayet Morgan davayı sürdürecekse, şimdi yanı başında solmakta olan bu yaşlı zihnin sahibinin uzun yıllar içinde yaşayıp edindiği her bir tecrübeyi dinlemeliydi. Çünkü hiç kimse, Morgan gibi bir dahi bile yalnızca okuyarak bir davanın gerçekliğini tümüyle kavrayamazdı. Bu yüzden yaşayarak, görerek, dinleyerek öğrendiği ne varsa hepsini Morgan’a da aktaracaktı. Her şeyi; kadınlığı, erkekliği ve bu ikisi arasında yüzlerce yıldır süren eşitsizliğinin nereden, ne vakit geldiğini.

Yerküredeki son gecesinde Ayla F, sanki henüz inanmaya başladığı tanrısı tarafından ikaz edilmiş gibi Morgan’a yeni görevini bildirmek üzere onu yanına çağırdı. Ne yazık, artık aklı bir gün evvelki kadar bile çalışmıyordu. Beyninin kıvrımlarında dolanan her bir bilgi zerresini karşılıksız olarak Morgan’a hediye etmek istiyor ve fakat kuvveti ne konuşmaya ne de yazmaya yetiyordu. Fakat pes etmeye niyetli değildi. Morgan’ın hazırladığı sıcak gece mamasından bir yudum içip boğazını yumuşattıktan sonra uzanıp Morgan’ın ellerini tuttu. Davanın yeni liderinin elleri, en az Ayla F’ninkiler kadar soğuktu…

Yazar: Selin Arapkirli

1984 yılında doğdu. Biyoloji okurken birden yazar olmak istediğine karar verip son derece keskin bir dönüşle Güzel Sanatlar Fakültesi'ne girdi. Fakat oradan da senarist olarak çıktı. Hala ilk romanını yazamadı ve giderek yaşlanıyor. Fakat ne kadar yaşlanırsa yaşlansın doğduğu yılla, 1984'le hep gurur duyuyor.

İlginizi Çekebilir

kisa oyku

Kaplumbağalar ve İnsanlar | Erhan Yıldırım (Kısa Öykü)

Yaşaması için ilk kural neydi hakikaten? Su mu? Hava mı? Yoksa lezzetine bakmadan midesine tıkacağı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin