“Evet, 1 Ocak 2100 devrim için güzel bir tarih.”
Elleri kelepçeli Miller Blanch, beyaz masanın bir ucunda oturmuş içeri giren yapılı adama, altmışlı yaşlarına gelmiş çene altı yağlarını oynatarak sataştı.
“Haklısınız. Yarın büyük ve güzel bir gün olacak.” dedi Lewis. Vakitsizlikten kesemediği tırnaklarını masaya vurarak bekledi ve boş sandalyeye oturdu. “Bunu sizin tam olarak hissedemeyecek olmanız çok kötü Bay Blanch.” Gözleriyle küfür ederken sahte bir ifadeyle sırıttı. Boncuk boncuk terlemişti ve berbat kokuyordu. “Burada… aaa şey…” masadaki sarı kapaklı, orta kalınlıkta dosyayı açtı. “Evet burada, Pakistan’da ki tesisinizde ya da insan fabrikanızda –siz nasıl adlandırıyorsunuz bilmiyorum- çekilmiş birkaç fotoğraf var. Hmm…” Zayıf diyaframlı bir gizli kameradan çekilmiş fotoğrafları masaya koydu. “Mesela Bay Blanch bu fotoğrafta gördüklerinizi bana kendi bakış açınızdan anlatır mısınız lütfen?” Fotoğrafta sıralar halinde dizilmiş, iki metre boyunda yüzlerce metal kapsül duruyordu. Bu kapsüller Porgstorg yumurtalarıydı.
Miller, önce Lewis’in gözlerine baktı. Fotoğraf ile hiç ilgilenmiyordu. Zaten her gün içinde bulunduğu bu manzara belleğinde tamamen kazılıydı. Orası onun eviydi. “Anlatır mısınız demek… Hah!” Başını sallaya sallaya gülümsedi. “Orada ne olduğunu gayet iyi biliyorsun. Bu, elektrik yüklü bir bulut çocuk. Buranın içine o aptal sorular ile girmeye çalışman çok komik.”
“Çocuk mu?…” Aslında Lewis zor bir durumdaydı. Bu adam hakkında yaptığı bütün araştırmalar şuan hiçbir işe yaramıyordu.
“Pekala madem zor sorulardan başlamak istiyorsunuz…” dedi Lewis. Dosyadan çıkardığı başka bir fotoğrafı masaya, diğerinin üzerine koydu. “Bu fotoğrafta, masada ki Porgstorg’un fazlasıyla korkmuş olduğunu görüyoruz. Bu görüntü karşısında sizin de yüreğiniz sızladı mı Doktor Miller?”
“Sen mutfak robotun bozulunca ağlar mısın?”
Lewis tırnaklarıyla tekrar masayı dövmeye başladı. Üstesinden gelmeye çalıştığı kişi hatırı sayılır bir deha ve araştırmacıydı. Politik taktikler ona karşı bir işe yaramazdı. Gerçekçi olmalıydı. “Açık mı konuşmalıyız? Olur. Yarın idam edilecek olmanız sizi korkutmuyor olabilir, fakat kayıt altındaki bu görüşme sanırım ikili olarak son diyaloğunuz olacak. Bu yüzden söyleyecekleriniz sadece teşkilatıma değil insanlık tarihine de miras kalacak. Yaptığınız şey hakkında bizi bilgilendirin ki, gelecek nesiller olarak bu yaptıklarınızı hafızamıza kaydedip aynı hatalara biz de düşmeyelim. Değil mi?” Lewis bu sefer içten bir şekilde pis pis gülümsedi.
Oda gerektiği gibi sade ve dikkat dağıtmayan cinstendi. Kişi, kafasının içinde dolanan baskı beygirlerini öylesine hissediyordu ki her ne kadar serin de olsa terliyordu. Miller, oturmuş kişiliğini korkuya karşı dizginlemeye çalışsa da yarın idam edilecek olması onu ister istemez korkutuyordu. Hem bu adamlara yakalanma sebebi konuşmaktı.
“Öncelikle yaptığım şey şuydu Bay…”
“Lewis. Josef Lewis.“
“Josef Lewis…” diye mırıldandı Miller düşünceli düşünceli. “Yaptığım şey, benim bir iblis olduğumu düşünsen bile bana karşı ‘sizli, bizli’ konuşmak zorunluluğuna, farkında olmasan da seni iten bilinç altına ve bunların nicelerine savaş açmaktı.”
Josef kaşlarını kaldırarak bekledi. Evet bu beklediği bir başlangıç değildi.
Miller devam etti.
“1926’da Stalin, Rus bilim adamlarına şuna benzer bir şey söyledi: ’Bırakın şu fareleri ve bana, zor yorulan, ne yediğini önemsemeyen bir maymun-insan ordusu üretin.’ O aptal bilim adamları ise bu işe nasıl başladılar tahmin edemezsin. Öncelikle gidip maymun spermi ile insanı hamile bırakmaya çalıştılar. Aman Tanrım! Elbette başarısız oldular ve bu sefer daha beterini yaptılar. İnsan spermi ile maymunu hamile bırakmaya çalıştılar. Yüce Tanrım!” kesik bir öksürük patlattı. Lewis bunu bir çeşit kahkaha sandı. “Neyse ki Newyork Times bu konuyu hemen deşifre etti de o aptalca deneyler çabucak rafa kaldırıldı. Stalin’e gelince, fikri gerçekten de güzeldi fakat elinde yeterli zeka yoktu. İstediği, madenler gibi zorlu şartlarda bile gıkını çıkarmadan çalışacak, yeterli zekada, az masraflı, uyku ile şarj olabilen biyolojik robot yaratmaktı. Bu sayede Rus toplumu beden yükü gerektiren işlerden zeka gerektiren işlere yönelecek ve Birleşik Devletler ile uzun vadede aralarında teknolojik, edebi, tıbbi, zeka isteyen her dalda uçurumlar oluşturmuş olacaktı. Sürekli sızlanan ayak takımı ise bu maymunlara liderlik edecek ve tatmin olmuş olarak susacaklardı.”
“Bu maymunlar size penguenleri üretmeniz için ilham mı verdi yani?”
“Penguenler… Siz onlara böyle diyorsunuz, evet. Porgstorglar… O penguen dediklerin şuan bileğimde duran kelepçelere kadar neredeyse her şeyi üretmekte temel taş olacak akıllı cihazlardı. Ne eksik ne fazla zekaları ile-“
“Yaptıklarınızın insancıl olduğuna mı inanıyorsunuz yani?” diye sözünü kesti Lewis. Miller’ı ateşlemeye çalışıyordu.
“İnsancıl mı?” işe yaramıştı. “Pardon ama gerçekten bu konuları seninle konuşmak zorunda bırakıldığıma inanamıyorum.” Miller odada ki kameraya doğru dönüp seslendi. “Hey! Oralarda daha zeki birisi yok mu acaba?” Lewis’in hareketsiz ve duygusuz gözlerini görünce devam etti. “Pekala… Hangi insan grubuna göre insancıl? Kodamanlara mı yoksa günde 12 saat çalışmış olanlara mı? Hangisi için insancıl Josef? İlkel duygular ile hareket edenler için mi yoksa gelişmiş zekaları ile birkaç et yığınını yok etmekten geri kalmayanlar için mi? İnsancıl kime göre genç adam?”
“Porgstorglara yapılanlardan bahsetmiyorum,” dedi Lewis. “Porgstorgların üretimi ve istihdam edilmesi sonucu alt tabakada oluşan yıkımdan bahsediyorum.”
2080 ve sonrasında Apple, Ferrari gibi bir çok büyük markanın fabrikalarında Porgstorglara iş sağlanmıştı ve bu rakamlar bir çok kişinin işsiz kalmasına yol açmıştı. Peşinden gelen 20 yıl boyunca rakam muazzam şekilde artmıştı. Lewis ve mensup olduğu güruh yıllarca bu egemenliğe karşı ciddi bir savaş vermişlerdi.
“Tutunmak zor iştir evlat.” dedi Miller. “İnsan ırkı yaşam düzeyini arttırmak için paylaşma değil gasp etme yolunu seçeli o kadar uzun zaman oldu ki, artık refleks olmuş bu saldırganlığı onun içinden söküp atmak imkansız hale geldi. Onlar birbirlerini yemeyi bırakmadıkları için toplumu sakinleştirmek adına farklı bir çözüm gerekti. Bu güne dek var olmuş sömürge toplumlarının neredeyse hepsi avam kısmının dolaylı yollardan başkaldırısı sonucu devrildiler. Bu devrilmeden kurtulmak için toplumu aşırı meşgul etmek gerekirdi ki bunun için de Adolf Hitler gibi olmak gerekti. Bir savaştan bir savaşa koşan bir toplum ayaklanacak vakit bile bulamazdı. Hitler’in toplumu nefes bile alamadan kendini Avrupa’yı fethetmiş buldu, fakat bu sefer de saldırı dış kuvvetlerden geldi ve yine kan… Benim istediğim işte bu alt tabakayı yok etmekti. Yok olan alt tabakanın yerine Porgstorglar gelecekti ve insan ırkı sonsuza kadar olmasa da hatırı sayılır bir müddet daha hızlı ilerleyebilecekti.”
“Sanki her şey bitmiş gibi konuşuyorsunuz. Biz buna henüz tamamen engel olamadık.” dedi Josef. Gerçekçi olmak işe yaramıştı.
“Elbette ki engel olamadınız. Asla engel olamazsınız. Eğer başkaldıracaksanız sanayi devrimine başkaldırmalıydınız. Onlar da avam kesimini yok etme girişimleriydi. Fakat bunları toplum alkışlarla karşıladı.”
“Onlar makineydi.”
“Makine mi? Niels Bohr’ı bilir misin çocuk? Elbette ki bilmezsin. Bu adam parçacıkların karakteristikleri hakkında görüş bildirmenin anlamsız olduğunu söylemiştir. Bu bazda atom altı parçacıkların bilimle açıklanmayı bekleyen bir boyutu olduğunu keşfetmiştir.”
“Yani?”
“Yani evrende canlı cansız ayrımı anlamsızdır! Hareketli ve hareketsiz maddeler ayrılmayacak kadar iç içedir ve yaşam ile evrenin bütünlüğü içinde sarmalanmıştır. Demek istediğim oturduğun sandalye bile senden farksız.”
İşte bu Lewis için fazlaydı. Adam onu daha şimdiden alaşağı etmişti. Konuşmak için ağzını açtı ama Miller saldırmaya devam etti.
“Az önce onların insan olduklarını söylüyordun. Hepimiz bu gezegenin oluşundan bu yana burada evrimleşip burada akıllandık. Biz her ne kadar bu gezegenin parçasıysak, ürettiklerimiz de, bir yerlerden toplayıp bir araya getirdiklerimiz de bu Dünya’nın bir parçası. Asıl konu kimin yöneteceği.”
Lewis koyunu değiştirmeliydi. “Penguenlere yaptığın şey her insana yapılabilir mi?”
“Tamam…” Miller değişikliği kabul etmişti. “1933’de Fritz Zwicky uzaya baktı ve müthiş bir şeyin farkına vardı. Karanlık enerjinin… Ama insanlar ona defolup gitmesini söylediler. Yıkım… Fakat bitmedi. 1970’de Vera Rubin de aynı şekilde alay konusu edildi. Ama yine bitmedi. Onlarca yıl sonra Karanlık enerjinin varlığı kanıtlansa da ne olduğu ve neler yapabileceği tam olarak anlaşılamadı. Gerçekten kötü. Neler kaçırdıklarını bilemezsin. Ama öğreneceksin. Dinle. 100 yıl kadar önce Brandis Üniversitesi’nden Mark Miller isimli bir genç, farenin beyin nöronlarının birbirine nasıl bağlı olduğunu incelerken, uluslararası bir astrofizik grubu ise, evrenin nasıl büyüdüğünü ve değişiklik kazandığını görmek için bir bilgisayar temsili kullandı. Sonuç? İki resim bir araya geldi ve ne gördüler dersin? Boom! İnsan beyni ve Evren arasında müthiş bir benzerlik…”
“Doğru. Günümüzde bu kanıtlanmış durumda.” Lewis aptallaşmaya başlamıştı. Ne yapmaya çalışıyor?
“Ah evet, öyle.” Dedi Miller. Sebepsizce eğleniyordu. “2043’de yakışıklı bir profesör vardı ki aynı zamanda uzay bilimlerine de meraklıydı. Frank gelişmiş bir beyin haritası yaptı. Bu harita %93 doğrudur. Harita o zamanki evren atlası ile karşılaştırıldığında, İkinci bomba! Evet doğruydu. İnsan, kafatasının içinde minyatür bir evren taşıyordu. Hemen peşinden Nobeller, büyük bilim ödülleri yağdı ve o aşağılık köpek, genç öğrencileri ile düşüp kalkma işini o kadar abarttı ki, geberip gidene kadar çalışmalarında bir arpa boyu dahi ilerleme kaydedemedi. Sonra ne-”
“Penguenlerin beyni de bizimki ile aynı şekilde mi yani?”
“Tanrım! Olaya gerçekten bu kadar uzak mısın Jo?” Keyfi bir anda kaçıvermişti. “2041 yılında Doktor Ingvar sadece laboratuvar ortamında ilk erkeği üretti. Fakat bu erkek 3 ay yaşayabildi. Ama Ingvar durmadı. Çünkü o Frank gibi gö.çünün teki değildi. O pasif gay’di. Fakat öylesine çirkindi ki körler bile onu düzmek istemezdi. Bu ise hırsını arttırdı. Sonuçta 2049 yazında bu buruşuk herif kendini bir güzel düzebilecek donanımda bir erkek yarattı. Ama devlet onu yakından izliyordu ve projeye el koydu. O zamanlarda Ingmar öylesine baskı altındaydı ki fenalaştı. Dengesini yitirip düştü ve boynunu kırdı. Yarattığı erkek ise yaşıyordu. Tam bir insandı. Beynine, hatta böbreklerine kadar.”
Lewis aslında bir hiç olduklarını düşünmeye başladı. Yıllar boyunca bu adamlar devlet adı altında içten içe gelişmiş ve gelişmişti. Daha kim bilir bu duydukları gibi ne sırlar vardı.
“Gel gelelim ki o projeden bir daha ses çıkmadı, ama insanoğlu durmuyordu. 2062 yılında Dr. Marion Böll, karanlık maddenin ne olduğunu ispatladı. Karanlık madde zamanın babasıydı Josef ve yerini karanlık enerjiye bırakıyordu, yani boşluğa. Karanlık madde gezegenleri, yıldızları, güneşleri yavaş yavaş yiyordu. Fakat bunun için kendinden de kaybediyordu. Geriye ise karanlık enerji, yani boşluk kalıyordu. Yani yaşadığımız beyin ölüyordu Jo. Bize göre çok uzun bir zaman sonra olacak olsa da ölüyordu işte. Ama biz yaşıyorduk ve hayat devam ediyordu. Yaşamak, daha da iyi yaşamak için kazanmalıydık. Kazanmak için savaşmalıydık. Ve akıllı bir komutan da güçlüler ile savaşmak istemez bilirsin. Yapmamız gereken şudur Josef: Ölmekte olan evrenin ötesinde bir evren ya da başka bir şey keşfetmek. Hayatımızı sürdürmek için yeni gezegenler keşfetmemiz bile saçma. Sonuçta yok olan bir evrendeyiz. İşte benim yaptığım buydu. Eğer sonsuzluk istiyorsak –ki bunu istiyoruz- bütün insanların hep birden oturup çalışması gerekli. Katılımsız gün geçmemeli. Herkes öylesine çalışmalı ki kendimizi bu evrenden çabucak atacak bir seviyeye gelmeliyiz. Yoksa bu beyin yaşlanacak ve ölecek. Bu düşünceler, yapılan bu keşifleri bildim bileli aklımda dönüp durmuştur. Eğer evrenin kara maddesi varsa ve bizim de beynimiz bir evren ise, insan beynini yaşlandıran, onun hatırlamasını sağlayan beyin hücrelerini kemirip yutan karanlık maddeyi bulmalıydım. Ah. Bunu bulmak için dört sene güneş yüzü görmeden çalıştım evlat. Sonuçta onu buldum ve elimde gelmiş geçmiş en büyük silahı tuttuğumu fark ettim.”
Miller konuştukça konuşuyordu. Aslında anlattığı kişi Lewis değildi. Lewis de bunun farkındaydı. Miller bütün insanlık tarihinin yol göstericisi, çobanı olmak istiyordu. Yarın idam edilecek olması onun için planlanmış bir şeydi zaten. Bu ahmakların eline de bilerek düşmüştü. Başlattığı değişim engellenemez, yok edilemez bir sıçrayıştı. İnsan ırkı çok daha fazla yükselmeliydi, bunun içinse üzerindeki ağırlıklardan kurtulmalıydı.
İnsan beyninin belirlenen bölgelerini yok eden karanlık maddeyi bulmakla kalmamış, onunla birçok Porgstorg üretmiş, onları pazarlamış, satmıştı. Hatta ordu bile kapısını aşındırıyordu, kusursuz bir savaşçı birlik için. Miller onları sürekli oyalamıştı. Bunu yapmamalıydı, çünkü istediği bu değildi. Birleşik Devletler ordusu onu elinde tuttuklarını zannetse de o insanlara aşılamak istediğini aşılıyordu işte. Bu yaptığını bütün asiler dinleyecekti ve onların beyinlerine bir tohum atmış olacaktı. Ya onlar ya da çocukları ya da onların çocukları, ona hak verecek ve gereken önlemlerin alınması yolunda adım atacaklardı. Asilerin gücü belki büyük şirketlerle ya da ordularla baş edebilirdi ama kendi çocuklarına, kendi içlerindekilere silah doğrultmadan önce duraksarlardı. İşte bu duraksamalar, bu düşünmek için, kabullenmek için beklenen zamanlar insanlığın tarihini değiştirecek etkenleri ayakta tutan kolonlardı. Miller sadece bir isimdi.
Lewis artık rahatlamıştı. Sebebini bilmiyordu fakat kendini rahat hissediyordu. İçinden bir ses bu adama hak veriyordu fakat bastıramadığı duyguları vardı. Geçmişteki güçlü insanlar, güçsüz halkı binlerce yıl kullanmış, sömürmüş ve şimdi de ihtiyaçları kalmadığı için yok etmeyi düşünüyorlardı. Hatta silah bile kullanmadan onları zamanın hançerlerine bırakacaklardı. Evet bu düşünceler ona engel oluyordu, fakat içindeki rahatlama dürtüsünü de yenemiyordu. Oyunun sonunu görmüştü resmen. Bu da onda herhangi bir heyecan bırakmamıştı. Şimdiden, hatta 100-200 yıl öncesinden kaybetmişlerdi. Lewis’in kolundaki cihazın ikaz lambası yandı. Kapıda biri bekliyor demekti bu. İçeri girmesi için seslendi. Kapıda beliren kadın Lewis’e raporunu sunmadan önce onun afallamış suratına bakakaldı.
Lewis’teki bu değişimi gören Miller gülümsememek için kendini zor tuttu. Başarmıştı. Yarın onun devrimi için büyük bir gündü. Bunu Lewis’in ve diğerlerinin tam olarak hissedemeyecek olması kötüydü.
BİLİMKURGU KULÜBÜ KISA ÖYKÜ YARIŞMASI JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ
ANIL EFKAN SAKALLIOĞLU
1990 yılında Sakarya’da doğan yazar, Kadıköy’deki bir kitabevinde çalışarak yaşamını sürdürüyor. Kaleme aldığı “Penguen” isimli öyküsüyle, Bilimkurgu Kulübü Kısa Öykü Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’nün sahibi oldu.