“Patates haşlama bir seksen yedi” cümlesini takiben başlayan kıkırdamalar yaklaşık 20 dakika sürdü.
Levent Bey de birçoğu gibi bu “yeni” hayata alışamamışların kalabalığına balıklamasına dalmış sıradan bir bağımlıydı.
Artık yeni dünyada yaşamak zorunda kalmış insanların bazıları antidepresan benzeri ilaçlar olmadan nefes alamıyorlardı. Ahmet Kaya hayatta olsaydı şarkısının bu kadar popüler olmasına ve tüm dillerde tutkuyla söylendiğine şaşıp kalırdı.
“İşi gücü olanlar çoktan gitti, bir ben kaldım bir ben kaldım voltasında gecenin hiç uyumamış ben.”
Yok yok, aklınıza öyle eskilerin siyaseti gelmesin, işin aslı tüm dünya bu şarkıyla kederleniyor. İşi gücü olanlar gerçekten de gittiler. Gidenlerin hepsi çok uzaktalar ve insan evladının kanını “arı” tutmaya çabalıyorlar. Evet yanlış duymadınız, ilk kaçış Ay’a yapıldı, benim gibi “aracılar” sayesinde onlara bulaşmıyorlar artık. Onlar da insan ırkının soyunu koruma derdiyle bizimkilere bulaşmıyor. Ay’a kaçışı Mars takip etti. Elon Abiniz sağ olsun, peşi peşine fırlattığı roketleriyle binlerce insanı da yanına alıp bizimkilerle hiç muhatap olmadan sıvışıp kaçtılar. Kalanlarsa bir garip haller içine düştüler. Kimisi ilaç bağımlısı oldu kimisi de tamir edilmiş ekosistemin keyfine düştü.
Yaklaşık beş yıl önce geldi ilk grup. İnsanlar boş durur mu hemen oracıkta indirdiler hepsini. Sonra daha kalabalık geldiler, en çılgınlarını gönderdiler ardından. İlk temas yaşandığında onlarla göz göze gelebilenimiz bile olmadı. İnsanların en korkunç günleri de böyle başladı. Savaşmaya yeltendik ve hatta bir ara yenebilecek gibi olduk ama nafile. Onların istila stratejileri bambaşkaydı; ne istediklerini anlayamadık bir türlü, onlar da anlatmaya yeltenmediler.
Yabancılar ordularımızı tarumar ederken büyük devletlerin başkanları da kara propagandalarıyla onları yeneceğimize inandırma derdiyle tutuştular. Derken bir gün devlet televizyonumuz zapt edildi, herhangi bir açıklama yapmadan yayını kestiler. Tüm ülke, hatta tüm dünya hastalıklı bir bulantıya saplandı o gün. Askeri dehalar, analistler, profesörler ardı ardına demeçler veriyordu lakin kimse neden işgal edildiğimizi anlayamıyordu. Analizini twitter’dan duyuran bir öğretmen herkesi ikna etmeyi başardı. Ona göre gürültüyü katiyen kesmeliydiler, sonrasında şekerli, tatlandırıcılı vb besinlerin üretimine son vermeliydiler. Ha unutmadan bir de aralıksız çalıp duran şu savaş sirenlerinin acilen susturulması gerekliydi.
İlk başlarda bu öğretmene kimse aldırış etmese de deneyecek başka yol kalmayınca onu özel bir uçakla ülkenin o dönemki kalbine, Ankara’ya, götürdüler. Uzun tartışmalar sonunda öğretmene ait tespitler ışığında gerekli adımlar atılmaya başlandı. Neslimiz risk altındayken, başka da bir seçenek kalmamışken, ne yapılabilinirdi ki? Öncelikle sirenler sustu, 70 desibel üstü çalışan her makine susturuldu. Kara listede adı çıkmış tüm besinler imha edildi. Yapılan bu uygulamalar sonrasında ülkemizdeki savaş bir haftadan kısa süre içerisinde son buldu. Ardından benzer çalışmalar diğer ülkelerde de denendi. Yeryüzündeki savaşlar bitmesine bitti ama yabancılardan hiç kimse çıkıp da “biz bu nedenle geldik, şu nedenle savaştık,” demedi. İnsanlar çok uğraştıysa da bir şey elde edemediler.
En sonunda ne mi oldu? Yetkililer yabancıları kendi haline bıraktılar onlar da sanki anadan babadan doğma dünyalılarmış gibi evlere, bahçelere, devlet dairelerine el koydular.
Yine de herkes mutluydu “dünya mis gibi oldu, artık tam yaşanılası bir gezegendeyiz,” diyorlardı. Kendi haline bırakılan doğa ana, iyileşme fırsatı bulmuştu. Mevsiminde ekilip, dikilen ürünlerle beslenmek her insana iyi geliyordu. Ama durun, hemen heyecan yapmayın. Bizlere çok benzeyen bu Yabancılar, ülkemizi ele geçirmekle kalmadılar on binlerce yıllık evrimsel mirasımızı da yerle bir ettiler. Örneğin artık dünyanın hiçbir ülkesinde başkent denilen bir şehir yapılanması kalmadı. Sadece 4 yıl içinde her taraf köy oldu. Binalar bakımsızlıktan çökmeye başlamışken, insanlar tek katlı toprak evler inşa edip, küçük mahallelerde kalmaya başladılar. Gözünüzün aldığı her yer uçsuz bucaksız bir mezarlığa dönüştü; hani şu süslü çiçekli mezarlar var ya zenginlere ait cesetlerin muhafaza edildiği, işte öyle. Fabrikalar sustu, uçaklar sustu, gemiler sustu, araçlar sustu, internet sustu. Çalışan birkaç tren, otobüs hattı var, onlar da artık kim bilir ne zaman nereye gider belirsiz. Bana kalırsa gezegenimizin arada böyle nefes almaya da ihtiyacı vardı ancak neylersiniz ki insan evladını tatmin etmek zordur. Teknolojimizin kısa sürede işlevini kaybetmesi toplumlarda derin bir yara açtı. Benim gibiler tasalanmıyordu, doğanın ve insan olmanın güzelliğiyle kendimizden geçtiğimiz bile söylenebilirdi. Geri kalanlar ise bir kaçış yolu arıyorlardı. Eski Avrupa ülkelerinden bahsetmiyorum tabi, Ay ve Mars seçeneklerine sahip olmayı hedefleyen zenginler bir an önce göçmen olmanın derdiyle yanıp tutuşuyorlardı.
Bu yanımda gördükleriniz de Filkent Ailesinden Levent Bey ve eşi Selma Hanım. Bendenizse onların özel danışmanları Aykut Günebakan. Artık birkaç dil bilmenin bir önemi yok. Bu hayatta mutlu olmak istiyorsan yabancıların dilini öğrenmek zorundasın. O da öyle kolay bir şey değil tabi. Hem kolay olsa bize ne gerek var ki? Benim gibilerin iş tanımı da bu istila sebebiyle değişmiş oldu. Eski dünyada Özel Eğitim Öğretmeni olan bizler şimdi zengin ailelere danışmanlık yapıyoruz. Bir yandan da dünyada yaşayan insanları rehabilite etmekle ilgili görevlerimizi yürütüyoruz. Ne garip değil mi, resmen tersine dönmeye başladı dünya. Her neyse; 3 gündür Filkent Ailesini temsilen burada, bankayla tren garı karışımı bir kurumda, yatıp kalkmaktayız. Halince bu yeni dünyada internet benzeri bağlantılar yok, çoğu yerde elektrik bile yok. Yabancıların kendi güç kaynakları ve iletişim ağları var, keyifleri nasıl isterse öyle çalışıyorlar. Geceleri erkenden uyuyup canları istediğinde uyanıyorlar. Karınları acıktı mı bir şeyler bulup yiyorlar. Çalışma saatleri hakkında fikir yürütmek imkânsız. Ancak mutlular. Eğer rahatsız edilmezlerse dünya umurlarında değil. Rahatsız edildiklerinde ise girecek bir in bulmanın artık farz olduğunu da bilmek gerek. Yabancıların “banga” adını verdikleri bu yerde sıranın bize geldiği anı iyi kollamak gerekiyor. Danışanlarım ilk fırsatta Ankara’ya gidip tüm parasını çekerek göçmenlik başvurusu yapmak istiyor. Artık bu dünyadan sıkılmış olmalılar. Yabancılar pek önemsemez oldu bu işleri.
Hah durun bir dakika, çok şükür, sıramız geldi. İyisi mi şimdi neler başaracağımı izleyin.
Ben: Hey, Patates haşlama bir seksen yedi, asd.
(Gülücük)
Yabancı: Patates, posta, hoşt, osb.
(Gülücük)
B: Anakara, çufçuf, bilet, altta.
(Kahkaha)
Y: Az kekli, iki haşlama gider çuf.
Selamlaşmanın ardından, görevli iki yabancıyla birlikte kıkırdayarak şakalaşmaya başladım. Filkent Ailesinin iğreti suratları daha beter halde bize dönüktü. Diğer masadaki kadın yabancının sesiyle hepimiz o yöne baktık.
Y: Bak.
B: Sen bak.
Y: Bana bak.
B: Sen bana bak.
Y: Ayşe, bak!
B: Ayşe çuf tren, anakara.
Y: Ayşe anakara. Karnım açıktı.
(Çığlık)
B: Patates haşlama akşama.
Y: Al. Karnım aç.
B: Sen al.
Y: Patates haşlama bir seksen yedi, vilet anakara.
B: Karnım açıktı, bayy.
(Gülücük)
Tam zamanında asıldım yabancının elindeki biletlere, banga paydos verdi. Tanrı bilir ne zaman açılacağını. Elimizde biletlerle çıktık bangadan. Filkent Ailesi ile birlikte iki saatlik yürüme mesafesinde olan gerçek tren garına doğru yola düşmüşken geriye dönüp banganın dış duvarına asılmış olan afişe baktım.
Her ne kadar onlara” Yabancılar” desek de, gezegenimize kısa sürede alıştıklarını inkar edemeyiz. Gariptir ki bir çocuk edasıyla yaşayan Yabancılar, tüm insanlık tarihini bir vuruşla yerle bir etmişlerken bize ait bazı değerleri ise el üstünde tutmaktan da çekinmiyorlardı. Hani şu meşhur slogan vardı eski dünyada, “Tıpkı Sizin Gibiyiz, +1 Farkla,” Yabancılar bu cümleyi çok sevdiklerinden derhal tüm kamu dairelerine asılmasını zorunlu kılmışlardı:
Rıfkı Fizi Midiyiz, +Fir Takla!