Saat 6.30…
Viktor’un yeni aldığı telefonun alarmı çalmaya başladı.
“Bu lanet şeyin erteleme seçeneği nerede!” diye yanındaki komodine dönerek uykulu gözlerle ekrandaki görüntüyü seçmeye çalıştı. Geriye yaslanıp kaldığı otelin dün geceki yağmurdan su almış asma tavanını seyretti.
“Keflavik Havalimanı’ndan Bangkok’a tam 16 saatlik uçuş! Tanrım, bu otel üstüme çökmeden evvel umarım çağrıldığıma değmiştir.”
Viktor uzun boylu, kıyafet konusunda genellikle kahverenginden hoşlanan, 4 numaralı gözlük takan ve en son ne zaman saçlarını yıkadığı belirsiz bir adamdı. 90’lı yılların babalarına benziyordu, ancak biyolojik çocukları yoktu, onun bebekleri kitaplarıydı. Aklı hep düşüncelerle doluydu, bu nedenle kişisel bakıma ayıracak pek vakti olmadığına inananlardandı.
İzlanda’nın soğuk havalarından sonra onca jetlag’e rağmen Tayland’ın rutubetli havası ona şaşırtıcı derecede iyi gelmişti. Genellikle teslim etmesi gereken bir araştırma makalesi yoksa bu kadar erken uyanacağına asla inanmazdı.
Yüzünü yıkadıktan sonra kısa kollu gömleğini giydi, siyah kemerini pantolonun beline geçirdi, sislenmiş gözlüklerini sildi, Güneş’ten korunmak için de yeni aldığı şapkasını taktı. Halka açık pazarları pek ziyaret etmese de, gözünü yakalayan o şapkayı sırf üzerinde Einstein’ın bir karikatür çizimiyle “Hala yanılmadım, öyle değil mi?” diye komik bir jest içerdiği için almıştı. Ciddiyetini korumayı seven birisiydi, ama kendine özgü bir espri anlayışı da vardı. Bu durum sosyal çevrelerinde pek popüler olmamasına neden olmuştu, çünkü ailesi dahil mahalledeki en sık ziyaret edilen pubda bile bilimsel içerikli esprilerden pek anlayan yoktu. “Üniversitedeki derslerinize O Ses İzlanda’ya duyduğunuz ilgi kadarını duysaydınız şakalarıma gülerdiniz” diye somurtarak odasından çıkmıştı.
Otel resepsiyonisti otelden çıkışını görürken “Bay Viktor, ne zaman dönersiniz?” diye sordu.
“Bilmem, belki erken belki de geç dönerim, sonuçta zaman göreceli bir kavram, öyle değil mi?” diyerek gülümsedi.
“Anlamadım efendim.”
“Akşama dönerim, housekeeping odama girebilir, sıkıntı yok” diyerek suratını astı. Resepsiyonist sevimli ve kendisinden boyca kısa bir kadındı, ışığın altında saçları kızıla benziyordu ve şirin bir gülümsemesi vardı, ancak onunla beraber olabilme şansını tek bir cümleyle çöpe attığına inanmıştı.
“Ah Viktor, Nobel ödüllü bir fizikçiye göre bazen çok aptalsın. Annem haklıydı sanırım, kaderimde bekar kalmak var.” diye kendi kendine söylenerek Bangkok’un ara sokaklarından yürümeye devam etti.
Hemen köşede duran bir Tuk-Tuk’a el işareti yapıp bindi.
“Vat Fre diye bir tapınak varmış. Ne kadara gideriz?”
“200 Baht efendim, bahsettiğiniz yer Wat Phra Tapınağı’dır.”
“Evet evet işte orası, 200 çok değil mi? Neyse, daha fazla gecikmek istemiyorum. Telefondaki kişi acil olduğunu söylemişti.”
Saat 7.30’da kalabalığın olduğu ana caddeden geçerek küçük bir girişin önünde durdular. İlaç prospektüsü okumaya çalışan birisi gibi cebindeki numaraları tuşlamaya başladı.
“Alo, Bay Taiko, ben vardım.”
“Ah Bay Viktor, hoşgeldiniz. Ana girişten girmeyin, oldukça turistik bir yer olduğundan kalabalık sizi yavaşlatır. Size bir ara kapıdan işaret edeceğim, oradan hemen toplantıya geçebiliriz.”
Birkaç saniye sonra bir ara kapıdan kel bir adam belirledi. Üzerinde keşişlerin giydiği turuncu elbise vardı, altında da Nike ayakkabıları.
“Merhaba Bay… Taiko?”
“Evet benim. Bir Budist keşişle karşılaşmayı beklemiyordunuz sanırım” diyerek güldü.
“Biraz şaşırmadım değil. Ayakkabılarınız güzelmiş.”
“O sandalların tabanı çok ince, yürürken ayakları acıtıyor. Biraz çağa ayak uydurmak lazım” diyerek göz kırptı.
Yaptığı ince esprinin karşısında Bay Viktor’un gülümsemesini bekledi, ama onun suratı az önce bir nükleer savaş başlığının patladığını görmüş kadar beyaz ve ciddiydi. Konuyu uzatmadan içeriye davet etti.
“Şapkanız hoşmuş Bay Viktor.”
“Teşekkür ederim, doğrusu herkes anlamıyor. Sanırım espri anlayışı insandan insana göre değişebiliyor.”
Taiko “Öyledir…” diye mırıldandı.
Karanlık bir koridordan yürüdüler. İleride sarı renkte bir aydınlık görünüyordu.
“Bay Taiko, buraya tam olarak neden çağrıldığımı bilmiyorum, ama çalıştığım merkeze acil olduğunu belirtmişsiniz. Bir de tüm masrafları karşılayacağınızı söylediğinizde hemen kabul ettiler. Bu nezaketiniz için teşekkür ederiz, biliyorsunuz araştırma tesislerine yapılan bağışlar her zaman yüksek olmadığından pek seyahat etme imkanı bulamıyoruz.”
“Hiç sorun değil Bay Viktor. Buraya sizi çok önemli bir şey için çağırdık. Önce bir yere gitmemiz gerekecek, neler olduğuna dair size brifing verilecek.”
Cümlenin hemen ardından o aydınlık yere vardılar, dışarıya çıktıklarında Viktor’un gözü ışıl ışıl yanmıştı. Burası altın kaplamalı dev sütunlu tapınaklarla çevrelenmişti. Çocukken ailesiyle birlikte ziyaret ettiği İtalya’nın Roma mimarisini olağanüstü bulmuştu, ama bu başka bir şeydi.
“İnanılmaz… Buda’nın öğretilerini içeren Tripitaka’yı uçaktayken kısmen okudum ama Budizm mimarisine o kadar merak salmamıştım. Tabii şu ana kadar.”
“Bay Viktor, şuradaki yapı Zümrüt Buda’nın Tapınağı’dır. Oraya girmemiz gerekiyor.”
Çevredeki diğer yapıların önlerinde yüzlerce, belki de binlerce turist merakla geziniyor ve fotoğraf çekiyordu. Ancak aralarında en meşhur sayılan Zümrüt Buda Tapınağı’nın önü bomboştu. Etrafına şerit çekilmiş, restorasyonda olduğu belirtilmişti.
İçeriye adım attıklarında “Lütfen Geçmeyiniz!” diyen bir uyarının asılı olduğu çitle karşılaştılar. Yapının duvarlarındaki detaylı çizimlere gözü dalan Viktor ansızın altından kaplamalı bir piramidin üzerindeki küçük bir heykeli gördü. Ünlü Zümrüt Buda’nın ta kendisiydi. Mısırlılar için Tutankhamun’un maskesi neyse, Budistler için de Zümrüt Buda oydu.
Taiko “Bay Viktor, bu taraftan” diye seslendi, çitin öbür tarafındaydı.
“Ama geçmeyiniz yazıy…”
“Aldırış etmeyin Bay Viktor, çok zamanımız yok, Bay Tenzin sizi bekliyor.”
“Tenzin mi? Tenzin Gyatso? Hani şu bildiğimiz Dalai Lama?!”
“Evet Bay Viktor, lütfen biraz acele edelim, saat 8’e geliyor ve Birleşmiş Milletler’le olan görüşmesi için akşam uçağına yetişmesi gerekiyor. Toplantıya buradan gideceğiz” diyerek yerdeki bir kapağı işaret etti.
Kapağı yukarıya doğru çekip aşağı giden bir metal merdivenden indiler. Bir denizaltıyı andırır gibi ortasında yuvarlak penceresi olan çelik bir kapıya geldiler. Taiko, sağ taraftaki tuşlara giriş kodlarını yazıp yüzünü yuvarlak pencereye doğru eğmişti. Bu bir yüz tarayıcısıydı.
Viktor “Neler oluyor burada?” diye endişeyle düşünmeye başladı. Ama bu kadar uzak bir mesafeden gelmesine değmeliydi diye içeriye o adımı atmaya karar verdi.
Gördükleri karşısında ağzı açık kalmıştı. Adeta bir gizli servis kontrol merkezi gibi her taraf monitörlerle ve elektronik sistemlerle doluydu. Bütün çalışanlar Bay Taiko gibi geleneksel Budist giysisi giymişti. Mikrofonlu kulaklıkla görüşmeler yapıyor, etrafta koşuşturuyor, ekranlarına kilitlenmiş bir vaziyette araştırma yapıyorlardı.
“Burası koordinasyon merkezimiz. Bütün Dünya’daki olayları buradan gözlemliyoruz, ve yaptığımız araştırmaların kaydını alıp analizleri üstünde çalışıyoruz”
“Bu… bunu beklemiyordum açıkçası. Peki ama neden iş kıyafeti değilde hepiniz aynı turuncu giysilere sahipsiniz?”
“Haha, Bay Viktor, çok fazla film izliyorsunuz. Bunu giymemizin nedeni ruhsal bir amaçtan ziyade buraya girerken güvenlik amacıyla içeriye yabancı bir obje sokmayalım diyedir. Çok ciddi çalışmalar yapmaktayız ve sabote olmasına izin veremeyiz”
“Peki ama ya ben? Benim üzerimi hiç aramadınız ki?”
“Teröristler soğuk kanlı insanlardır. Açıkçası o şapkayla sizin tehlike arz edeceğinize dair tüm endişelerimi ortadan kaldırdınız” diyerek gülümsedi. “Ah bir de girişte duvara monte edilmiş gizli dedektörlerimiz bulunmaktadır, spesifik objeleri tarayacak şekilde tasarlanmıştır, geçerken de ötmediğine göre bir sorun yok. Şimdi buradan gitmeliyiz Bay Viktor, toplantı odası ileride.”
“Peki ya saçlarınız? Budistlere has bir moda takıntısı olduğunu söylemezsiniz umarım.”
“İyi güldürdünüz Bay Viktor. Ama hayır, saçlarımızı sahip olduğumuz inançtan ötürü kesiyoruz.”
Viktor şapkasını çıkarıp yürümeye başladı. İlerideki siyah ama saydamlık yüzdesi çok yüksek olmayan camdan toplantı odasındaki gizemli figürü görebiliyordu. Kapıyı açıp girdiklerinde karşısında takım elbiseli ve yaşça büyük birisi oturuyordu. Üzerindeki kaliteli giysisiyle adeta bir milyardere benziyordu.
“Bay Viktor, sonunda tanışabildik. Yolculuğunuz yorucu geçmemiştir umarım. Adım Tenzin, beni zaten tanıyorsunuzdur diye umuyorum.”
“Memnun oldum efendim, ama, sizi böyle şık giyinmiş bir halde görmemiştim. Yani, turuncu ve kırmızı karışımı giysiniz de şık ama, bu, bu farklı. Anladınız demek istediğimi.”
“Sakin olabilirsiniz Bay Viktor. Güvendesiniz. Ve evet, ekranlardan beni görenler geleneksel giyimimle beni tanırlar. Ama arada değişim bazen iyidir, ve bu kumaşın yapısı da cildi çok iyi hissettiriyor. Louis Vuitton mağazasından almıştım sanırım. Tabii muhtemelen bir milyarder görüntüsüne de sahip olduğumu düşünmüşsünüzdür.”
“Bunu nereden bild…”
“Çünkü öyleyim. Bağış yapmayı seven bir insanım ama, servetim öyle birikmiş ki, ne kadarını verirsem vereyim bir türlü azalmıyordu. Bu yüzden önemli bulduğum bazı çalışmalara da yatırım yapmayı uygun bulmuştum. Bu arada aç mısınız Bay Viktor?”
Otelden ayrıldığından beri bir şey yememişti, üstelik acil olduğu söylenen bu görüşmeye geç kalmamak adına kahvaltıyla da oyalanmak istemiyordu. Zaten şu anki konumuna bakarak iştahı kaçmıştı. Soruları çoktu, cevaplarıysa henüz yoktu.
“Almayayım, teşekkür ederim. Gelirken bir lokantada Pad Thai yemiştim.”
“Pekala. Şimdi Bay Viktor, sizinle görüşmemiz gereken ciddi bir mesele bulunuyor. Akşam Birleşmiş Milletler yetkilileriyle görüşmelerim var, bu nedenle konuyu kısa kesmeye çalışacağım. Biliyorsunuz ki günümüz dünyasında pek çok sorunla baş ediyoruz; salgın hastalıklardan yerel çatışmalara, doğal felaketlerden teknolojik tehlikelere kadar. Bu konuda bir şeyler yapabilmek için senelerce saygın bilim insanları ve mühendisleriyle birlikte halka açık olmayan bir proje üzerinde çalıştık. Geçmiş hatalarımızdan öğrenmemiz gereken derslerin olduğuna hepimiz hemfikiriz, ama sadece bununla da yetinmek istemedik. İlk başlarda bir hayalin peşinden koştuğumuza inanıyorduk ve ekibimizden bazı bilim insanları elde etmeye çalıştığımız şeyin imkansız olduğunu vurgulayıp ayrılmışlardı. Ama uzun bir sürenin sonunda emeklerimizin karşılığını alabildik.”
Bay Tenzin derin bir nefes alarak “Söylemek istediğim şey sizi biraz sarsabilir, ama konuştuklarımızın aramızda gizli kalmasını da istiyorum. Bu koşulu kabul edebilir misiniz Bay Viktor?”
Viktor’un masanın altında sallanan bacağı durmuştu. “E… elbette. Yani sırlarla aram iyidir. Ama bilim dünyasında her gün bizi şaşırtan bilgilerle karşılaştığımız için, söyleyeceklerinizin ne derece şok etkisi yaratabileceğini bilmiyorum açıkçası” diye gülümseyerek içindeki korkuyla karışık heyecanını gizlemeye çalışmıştı.
Bay Tenzin önündeki dosyayı Viktor’a doğru uzatıp kapağını açarak ilk sayfayı okumasını istedi. Sayfayı gözden geçirince sıradan fizik formülleri ve bilgilerinin yer aldığını görmüştü, ama en alt satırdaki o çarpıcı cümleye gelince birden sesli okumaya başlamıştı: “İnsanlık tarihinin geçmiş incelemeleri için zamanda yolculuk makinesinin mekanizmasına dair detayları ve şemaları sonraki sayfalardan bulabilirsiniz.”
Viktor’un göz bebekleri büyümüş ve kollarındaki tüyler diken diken olmuştu.
“Biliyorum, ilk başta idrak etmesi zor. Ama bir türlü çözemediğimiz bir sorun var, ve sizin uzmanlık alanınız olan parçacık fiziği sayesinde bunun üstesinden gelebiliriz. Sonuçta siz koskoca Profesör Doktor Viktor Einarsson’sunuz! Tabii konuşmamız süresinde Bay Viktor diye hitap etmemden rahatsız olmazsınız umarım.”
“H…hayır, sorun değil elbette. Bu…bu…bu belgede bir zaman makinesi yazıyor. Doğru mu okudum?” diyerek sayfaları hızlıca çevirmeye ve incelemeye başladı. Sayfaların birinde Bay Tenzin’in Carl Sagan ile fotoğrafı bulunuyordu.
“Evet, bu merkezi 1980 senesinde kurmuştuk, tabii o zamanki teknoloji ile sadece bilgisayar sistemlerimizi bağlayabiliyorduk. Öte yandan 1985 senesinde astrofizikçi Carl Sagan’ın çıkarmış olduğu Mesaj (Contact) kitabı ilgimi çekmişti. Bizden çok daha gelişmiş bir medeniyetle karşılaşan insanların hikayesini anlatıyordu, ve açıkçası toplumdaki bu tarz yan etkilerin neler olabileceğine dair kendisiyle görüşmeler düzenlemeye başlamıştım. 1991 senesinde Cornell Üniversitesi’nde çekilen fotoğrafımıza bakan herkes temel astronomiden bahsettiğimizi düşünebilir, ama gerçekte daha derin mevzuları ele alıyorduk.
Tüm takipçilerime de ‘Gidin ve bilimi öğrenin’ dediğimde BBC ve nice haber ajansları bu duyurumu ‘Keşke diğer dini liderler de bu kadar açık fikirli olabilselerdi’ şeklinde halka lanse etmişti. Bilimi ve yeni gelişmeleri öğrenmek önemliydi, ama temel amacımız zamanda yolculuğu mümkün kılabilecek bilgileri elde edebilmekti. Şu an tüm operasyonlarımız sorunsuzca devam ediyor. İlk denememizi Hindistan’daki merkezimizde 2012 senesinde gerçekleştirmiştik. Tabii o zamanki güç kaynağına dair tecrübesizliğimiz yüzünden 600 milyon yerliyi etkileyen ülke çapında bir elektrik kesintisi yaşanmıştı. Haberlerden görmüşsünüzdür. Ama neyseki o sorunu da dikkatleri üzerimize çekmeden halletmiştik.”
Viktor sayfaları çevirmeyi bırakıp Bay Tenzin’in şaka yapıp yapmadığını anlayabilmek için doğrudan gözlerinin içine baktı.
“Operasyonlarınız sorunsuzca devam ediyor derken? Neyi hallettiniz?”
Oda birden sessizliğe büründü.
“Makineyi başarıyla inşa ettik Bay Viktor.”
Viktor, boynuna soğuk bir obje tutulmuş gibi sandalyesine kitlenmişti. Bay Tenzin, Taiko’dan su getirmesini rica etti.
“Yolculuk eden ajanlarımız var. Geçmiş dönemlere giderek insanlık tarihini inceliyorlar ve önemli detayların notlarını alıp geri geliyorlar.”
Viktor şüpheci bakışlarıyla “Ama bunu kimse fark etmedi mi? Yani, yani tarih kitaplarında bu zaman yolcularına dair hikayelere rastlamıyoruz ki!”
“Lütfen biraz derin nefes alıp sakinleşin Bay Viktor. Bir fizikçi olarak enerjinin korunum yasasını biliyorsunuzdur. Enerji ne yoktan var edilebilir ne de yok edilebilir. Haliyle bizler geçmişe yolculuk ederken bu zaman dilimindeki yolcunun enerjisini geçmişe yönlendirmiş oluyoruz. Eğer geçmiş zaman dilimindeki enerji toplamına bir de yolcumuzun enerjisi dahil edilseydi yasa ihlal edilmiş olurdu ve evren bildiğimiz anlamda çökerdi. Neyse ki bu riski göze aldığımızda yolcumuz ziyaretleri sırasında bir şey fark ettiler. Görünmezlerdi ve etraflarında beyaz ışığa benzer parlak bir haleyle kaplıydılar. Anlaşılan zaman makinesi zaman yolculumuzu geri getirebilmek adına koruyucu bir kalkan da oluşturmuştu. Yolcularımızın gerçek dünyayla herhangi bir fiziksel etkileşimi olmadığı için de yere ayak basmalarına gerek yoktu. Anlattıklarına göre gökyüzünde öylece süzülebiliyorlardı ve kimseye görünmeden gözlemlerini sürdürebiliyorlardı. Ama bu durum bize yüzde yüz bir görünmezlik de sağlamadı. Belirttiğiniz gibi tarih kitaplarında buna dair görgü tanıklarının hikayeleri olmalıydı. Oldu da. Bazıları bu gizemli ve görünmeze yakın aşırı derecede hafif parıltıları melekler ve cinler olarak tanımladı. Bazı yazarlar tanrının varlığını hissettiklerini belirttiler. Bazı ressamlar eserlerinde gökyüzünde süzülen parlak objelere yer verdiler. Günümüzde bunları UFO diye tanımlayan teorisyenler var. Yakın geçmişe seyahat ettiğimizde ise daha modern bir tanımla bize hayalet demeye başladılar. İnanmak isteyenler inanmaya devam edebilirler elbette, sonuçta her ruhsal ya da mucizevi olayda biz yoktuk. Ama tarihe baktığımızda zaman yolcumuzun gerçekten o yere gittiğini de doğrulayabiliyoruz. Elbette tarih kitapları halihazırda yazılmış kaynaklardır ve biz seyahat ettikçe içerikleri mucizevi bir şekilde değişmiyor. Aksine yolcularımızın ziyaret ettiği dönemlere ait kaynakçaları araştırınca bizim yarattığımız etkiye dair bir şeylere rastlayabiliyoruz.”
“Bir dakika… Madem geçmişe gittiğinizi söylüyorsunuz, neden İkinci Dünya Savaşı gibi katliamlara yol açan eylemlerin önüne geçmeye çalışmadınız?!”
“Az önce de belirttiğim gibi Bay Viktor, geçmişle ne yazık ki net bir etkileşim kuramıyoruz. Kurabilseydik bile, ve evreni yok etmediğimizi varsayarak, o zaman dilimi farklı bir zaman dilimine ayrılacak ve bizden farklı bir gerçeklik yaşayacaktı. Bizim şu anki gerçeklikle kabullenmekten başka çaremiz yoktur.”
“Sanırım bu yüzden Budizm’de tanrı ve melekler gibi doğa-üstü varlıklara olan inanca yer verilmiyor. Peki ama bu kadar bilimle iç içesiniz, ki saygısızca davranmak istemiyorum burada ama olup bitenlere anlam vermeye çalışan birisi olarak bu ses tonumu şaşkınlığıma atfedin, reenkarnasyon gibi bir kavrama nasıl inanabiliyorsunuz?”
“Haha! Bu iyiydi Bay Viktor. Ama o da yanlış anlaşılmış bir kavram. İnsanlık adına bir ‘yeniden doğuş’ diyebileceğimiz gelişmeleri düşlediğimiz için operasyonlarımıza ‘Reenkarnasyon Projesi’ adını verdik, ancak eskiden beri süregelen reenkarnasyon inancını da bilimsel gelişmeler doğrultusunda revize etmek zorunda kaldık ve 80’lerden beri de bu kavrama inanmayı bıraktık. Değişimin ne kadar zor ve yavaş bir süreç olduğunu bildiğimiz için dünyaya bu inancı geride bıraktığımızı söylemedik. Bir gazete röportajı sırasında Budistlerin artık reenkarnasyondan hiç bahsetmediklerini ve muhtemelen artık inanmadıklarını belirten bir iddianın yayıldığını duyduğumda ‘Bunlar sadece birer söylenti. Reenkarnasyon, Budist inancının temel bir parçasıdır, hepimiz farklı yaşamlar süreriz, bu yüzden bize ait olmadığına inandığımız garip anılarımız olur’ diye yalan söylemek zorunda kalmıştım, insanlar da bu sözlerime inanmıştı. İfşa olmamak adına da bu yalanın arkasında saklanmaya devam ediyoruz. Bana da Buda’nın re-enkarnesi diyorlar, bu onur verici bir şey ama kendimi onun mütevazılığı ile kıyaslamam mevzubahis bile olamaz. Elbette inancımızdaki yeni düşünceleri günün birinde herkesle paylaşacağız, ama her şeyin yeri ve zamanı vardır. Fikir değiştirmenin henüz popüler olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Şu an odaklanmamız gereken daha ciddi meseleler bulunmaktadır.”
İyice sabırsızlanan Viktor yanıtını en kısa sürede almak istediği o soruyu da sormak için öne doğru eğildi.
“Bay Viktor, muhtemelen zaman makinesini size göstermemi isteyeceksiniz. Ama belirttiğim gibi zamanımız da daralıyor, şüpheciliğinizi anlayışla karşılıyorum. Önünüzdeki o belgeyi kimseye göstermemek kaydıyla daha detaylıca incelemek için yanınızda götürebilirsiniz.”
Viktor birden duraksadı. Zihni okunuyormuş gibi hissetmişti. Sorusunu değiştirdi;
“Evet… ama neden buraya çağrıldığımı da bilmek istiyorum!”
“Merak etmeyin, tüm sorularınıza yanıt alacaksınız. Burada olmanızın asıl nedenini açıklayayım; geçmişe gidebiliyoruz, ve herhangi bir etkileşimde bulunamadığımızdan dolayı yolcularımızı geri çekebiliyoruz. Hatırlarsınız ki Sagan ile görüşmeler yapıyordum. İleri teknolojiye sahip bir varlıkla karşılaşırsak önce neler öğrenmek isterdik diye bir soru listesi hazırlamıştık. Tabii onun hikayesinde dünya-dışı uzaylılar geçiyordu, ama burada ileri teknolojiye sahip varlıklardan bahsederken, insanları kastediyorum.”
Viktor o anda konunun nereye varacağını anlamıştı: “Geleceğe de seyahat etmek istiyorsunuz, ama bunu nasıl yapabileceğinizi tam çözemediniz, bu yüzden beni çağırdınız.”
“Aynen öyle! Sözü ağzımdan aldınız. Yine etkileşimsiz olarak geleceğe gidip gelmek istiyoruz, böylece günümüz dünyasını iyileştirebilecek bilgileri de edinebilmiş olacağız ve olası felaketlerden kendimizi kurtarabileceğiz.”
Viktor’un kolları biraz daha gevşedi, Taiko’nun getirdiği suyu da içerek rahatladı. Ancak bütün bunlara rağmen bir adamın sözüne bakarak körü körüne inanmak istemiyordu. Karşısındaki kişiyi zor sorularla çelişip çelişmediğini teste tabi tutmak istiyordu.
“Ama etkileşimde bulunamıyorsanız ve geçmişi değiştiremiyorsak, o zaman geleceği de değiştiremeyiz. Kaderimiz neyse odur. Bu nedenle geleceğe gidebilseniz bile, ne gibi bir fark yaratabilirdiniz ki?”
“Evet, haklısınız Bay Viktor, ama bir açıdan. Satranç oyununu bir düşünün: İlk dört hamleyi matematiksel olarak kolayca hesaplayabilirsiniz. Ancak ondan sonra alınabilecek hamleler milyarlarca olasılığa sahiptir. Oyun süresince istediğiniz hamleyi yapabilirsiniz, ama unutmayın ki, oyunun da sınırları yine o kare tahtanın içerisindedir. Kaderimiz de aynı şekildedir, parametreler belirlidir, ama milyarlarca olası gelecekten birine yönlendirmek yine size aittir.”
Viktor şaşırmıştı. “Her sorumu beklemeden yanıtlıyor. Acaba bir rüya mı görüyorum, yoksa bunların hepsi gerçek mi?” diye bu sefer kendini sorgulamaya başlamıştı.
“Anladım… Yine de size inanmakta güçlük çekiyorum ve doğruyu söyleyip söylemediğinizi bilemiyorum, kusuruma bakmazsınız umarım. Bir bilim insanı olarak şüpheci bir yaklaşım sergilemek zorundayım.”
“Ciddiyetinizi takdir ediyoruz Bay Viktor. Tüm çalışmalarınızı da okuduk. Nobel ödülünü kazanmanızı sağlayan ‘Boşlukta Gezinebilen Enerji Partiküllerinin Zamansız Doğası’ adlı çalışmanız da dikkatimizi çektiği için sizi buraya çağırdık.”
“İçerideki ekranları gördükten sonra buna şaşırmadım doğrusu Bay Lama.”
“Lütfen, bana Tenzin deyin.”
“Affedersiniz, Bay Tenzin, ama asıl çalışmamı da düzgün okuduysanız, bu partiküllerin doğasını daha doğru ölçümleyebilmek ve inceleyebilmek için Büyük Hadron Çarpıştırıcısından çok daha kuvvetli bir makineye ihtiyaç duymaktayız ve böylesine bir makineyi inşa edebilecek ne maddi güç var ne de sağlayabileceğimiz yeterli bir enerji kaynağı. Üstelik çalışma prensiplerini bile çözümleyemedim henüz.”
“Sanırım milyarder olmamın faydalarından biri de bu, Bay Viktor. Lütfen beni takip edin.”
Toplantı odasından çıkıp bir başka koridora doğru yürümeye başladılar. Koridorun tasarımı ve aydınlatma sistemi bir uzay gemisini andırıyordu. Viktor halen neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu. Önce Dalai Lama ile karşılaştı, şimdiyse bir zaman makinesinden bahsediyorlardı. Bilim konuşacağı sıradan bir ziyaret olacağını ve bir turist gibi Tayland’ın kültürünü inceleyip İzlanda’daki şömineli evine döneceğini düşünmüştü.
Biraz yürüdükten sonra hangar tarzında bir girişe gelmişlerdi. Bay Tenzin, Taiko’dan kapıların açılması için kodları girmesini istedi. Yana açılır devasa metal kapılar aralandı, içeride beyaz üniformalı teknisyenlerin üzerinde ayarlar yaptıkları bir makine duruyordu. Sıradan bir araba garajı büyüklüğündeydi. Makinenin titanyum yüzeyindeki büyük ve mavi fontlarındaki Fatum Liber yazısını görünce Viktor’un gözleri daha da büyümüştü.
Bay Tenzin dönerek “Latince’de bunun anlamı özg…”
Viktor sözünü kesip cümlesini tamamladı: “Özgür Kader”