Orion Operasyonu | Serdar Yıldız (Kısa Öykü)

Laboratuvarımı elimden alırsanız dünyanızı başınıza yıkarım demiştim. İsmim Ada Yay, yirmi dokuz yaşındayım ve dediğimi yaparım.

Kedim Orion gençlik hastalığına yakalandığı ve kurtulma ihtimali bulunmadığı için tek çare olarak genomunu kopyalamaya karar vermiştim. İş üzerindeyken gammazlandım, sonrası yeni bir hayat. Engel olup yaşamasına izin vermedikleri gibi bu girişimim nedeniyle tutuklandım. Olay uluslararası mahkemelere taşındı, beni yargılayıp tek bir celsede cezalandırdılar. Muhtemelen onlar için potansiyel bir tehlikeydim, ellerine geçen fırsatı değerlendirdiler. Genetik çoğaltım, DNA avcılığı gibi aksiyonlar çağın en büyük suçu görülse de onu var eden bilimi durduramazsınız. O gün çalışma lisansım, diplomalarım iptal edilmiş, tüm birikimim elimden alınmış bir halde uzak bir yörüngeye gönderilirken, Dünya’daki her insanın -babaannem hariç- arkasına üç hayalet takmadan dönmeyeceğime söz vermiştim, işte şimdi buradayım.

Planımı şartlar olgunlaştığında, kimsenin ruhu duymadan devreye soktum. Üç yıldır devam eden sürgün görevimde ortaya çıkardığım ürünlerin, onları yaratırken kullandığım üretim malzemelerinin Dünya için felakete yol açabileceğini bir kişi dahi aklından geçiremezdi. Nasıl olsa hiç kimse mesai saatlerinde sürdürdüğümüz eylemlerin gezegeni etkileyecek kadar ciddi neticeler doğurabileceğini düşünmez, böyle bir fikre kapılan biri varsa bile o kişi safın önde gideni görülür. Sonuçta biz birer çöpçüyüz, Dünya’dan uzaktayız, kıstırılmış, yasaklanmış vaziyetteyiz.

Resmi göreve atanmış tek kadın çöpçüyüm. Öncesindeki bir yıl da teleskoplarımıza takılan irili ufaklı göktaşlarını yok etmek için Mars’la Dünya arasında mekik dokudum. Söz konusu meşguliyetler yaklaşık üç yıldır buz dağının yalnızca görünen kısmı, bir de görünmeyen taraf var, orada olan bitenin getirisi rengarenk havai fişeklerle birazdan ortaya çıkacak. Kedimin adını verdiğim operasyonumuz yirmi iki dakika önce başladı, sonuçlanmasınaysa sadece yirmi sekiz dakika kaldı. Köpük dediğim, küre şeklindeki saydam aracımdan çıkmadan önce görev giysilerimi giymeliyim. Toplam yedi parçadan oluşuyor, onları kuşanana kadar olan bitenden bahsedeceğim. İlk günden bu yana adeta derime yapışan ağır tulumumun içine son kez girdiğimi bilmek eminim yüzümde garip ifadeler yaratıyordur. Yıllar sonra yere basacağım için ayak tabanlarım kaşınıyor, tüylerim diken diken, soluğum her zamankinden hızlı.

Normalde çöpçülüğe kimse bayılmaz ama beni bu göreve bulaştıranlara minnettarım. Gerçeği söylemek gerekirse bana bu apoleti takarak baltayı taşa vurdular, ne var ki o beceriksiz yöneticiler hâlâ olan bitenin farkında değiller. Çöpçülük için bazı ayırt edici özelliklere sahip olmak gerekiyormuş, bende onlardan birkaçının bulunduğunu bilmek hem kendimi iyi hissetmemi hem de birkaç ay sonra beynimde şimşekler çakmasını sağladı. Tam da verdiğim sözü yerine getirmek için neler yapabileceğimi kara kara düşündüğüm o umutsuz günlere denk geldi. Bu veba çağında her şey öylesine çabuk tüketildiği, geçmiş çabucak unutulduğu, bilgi yığını insanların kafasını allak bullak ettiği için göktaşı patlatma görevimle çöpçülükten önce yaptıklarımın hâlâ çok az kişi farkında. Ayağıma iki numara büyük geldiği gibi Ay’ın tozlarıyla artık iyice kirlenen botlarımı (ikinci parça) giydikten sonra sıra eldivenlerimde (üçüncü parça).

Bir yıl içinde nereden, niçin sürüldüğüm, 1.55’lik boyumla neler yaptığım unutulup gitmişti ve bu durum onlar için tam anlamıyla bir rezillikti. Eğer harekete koyulmayıp altın tepside sunulan bu eşsiz imkândan istifade etmeseydim, iş işten geçtikten sonra ayıldığımda kendimi budala ilan ederdim. Benim gibi içi intikamla dolu birine, dâhilerin uzay boşluğuna gönderdiği, bir zaman sonra kendi haline bıraktıkları o muazzam yarı iletkenlerle değerli metal yığınlarını, yani servet değerindeki çöpleri teslim ettiler. Hüküm giydiğim güne kadar kuantum perileri yetiştiren bir DNA avcısı olarak, uzay çöplerinin laboratuvarımdan bile kıymetli olduğunu birkaç basit analizden sonra dehşetle fark ettim. O an nefesim kesilmiş, bana bu fırsatı sunan alıklara kahkahalar içinde küfürler savurmuştum. Tekrar gerçek anlamda işe koyulma vakti gelmişti yani, kanım bir volkan gibi kaynıyordu.

İlk iki yıl sadece düşündüm. Yaşamımın birinci perdesinde bir üniversitede değil, kendi kurduğum laboratuvarımda çalışıyor, eğitim kurumlarınaysa ara sıra ders vermek için uğruyordum. Yabancı gözler hep üzerimde gezinse de kimseye aldırış etmez, sadece işimi yapardım. Şimdiyse tüm bakışlardan uzakta, istediğim kadar düşünebileceğim bir ortamda işim daha kolaylaşmıştı. Böylelikle Dünya’ya dair tasarılarım beynimde şekillenmeye koyuldu. Tırnaklarımı mahveden eldivenlerimi de (dördüncü parça) kuşandıktan sonra saate bakıyorum, son yirmi dört dakika.

Fizik profesörlüğünden çöpçülüğe geçişim yumuşak seyretti, tüm akademik geçmişim heba edilse de. Bazı yeteneklerden söz etmiştim. Bu yetenekler bilişsel olmasa da fiziksel potansiyelimi keşfetmeme katkı yaptı, bazen kafanızı kitaplardan, deney setlerinden kaldırmanız gerekiyormuş. Mesela cebinizde bulunması gereken yetilerin en önemlisi zayıf kızıl ötesi ışınları algılayabilme kapasitenizdir. Bu yeteneğimi fark etmeseydim hâlâ önceki zorunlu görevimde, yani tehlikeli göktaşlarını nükleer silahlarla yok etmeye çalıştığım o lanet, stresli işimde devam ediyor olacaktım. Çıplak gözle bile o düşük frekansları fark edebiliyor olmam, birçoğunun işine gelmese de saygı görmemi sağlıyor. Öyle ki Büyük Patlama’dan bu yana salınan milyar yıllık, iyice zayıflamış dalgaları bile yakalayabiliyorum. Bu yüzden bana cadı diye takılanlar oldu. Kadın anatomisinin sağladığı avantaj diyenler de var ama ilgisi yok. Boşlukta dolanıp durduğum dört yıl boyunca adet dönemi alışkanlıklarım komple değişmiş, memelerim evrim geçirmişken kimse saçmalamasın. Nihayetinde yeteneklerim sayesinde Uzay Çöpü Temizleme İstasyonu’ndaki kilit pozisyonlardan birindeyim.

Altımda yüz yirmi sekiz birim var, her birimde çeşitli ülkelerden sürülmüş yirmi üç kişi, anlayacağınız uluslararası bir şebekeyiz. Hepsi gerçek yuvalarına dönecekleri için çok heyecanlılar, buz dağının o puslu kısmında bana hizmet etmenin ödülünü er ya da geç alacaklarının farkındaydılar. Onları yarı yolda bırakmamak için elimden geleni yaptım. İki haftadır ağır çalışma şartlarını öne sürerek grevde olmamızın, yörüngede salınan çöplere dokunmayışımızın asıl sebebi de yuvaya dönme hazırlığımızdır. Grev nedeniyle NASA, ESA, Ruslar, Çinliler, Japonlar ve diğerlerinin tacizi altındayız ama direniyoruz. Onlara hiç beklemedikleri bir yerden vuracağız. Aklı biraz yerinde olan herkesin uydu fırlatabildiği yüzyılımızda yörüngeleri temiz tutmak eğlence sektörü, silikon vadisi ve askeri sanayi için çok önemli, hatta hayati. Böylesine hassas bir işi gözden çıkarılmış zavallılara yaptırmaksa onların sorunu.

Kumanda gözlüğümü (beşinci parça) yüzüme sabitledikten sonra sıradaki adım başlığı (altıncı parça) tulumuma kilitlemektir ki bu en kolayı. Minyatür, pislik bir hücredeymişim hissi veren, buharlı, metalik bir koku yayan başlığı kafama geçirir geçirmez beklediğim bir haykırışın ortasına denk geliyorum. Karga, yani yerden elli bin kilometre ötedeki yığınlardan sorumlu güvenlik şefim heyecan içinde sesleniyor.

“Karga’dan Ada’ya. Sesimi alıyor musun Ada? Bir şeyler başladı gibi.”

Terli burnuyla her zaman telaşlıdır. “Sakin ol ve derin bir nefes al Karga. Dinliyorum.”

“Nihayet.” Bir öksürük. “Atlantik görüş alanında mı? Bir baksan iyi olacak.”

Ağzımdan kontrolüm dışında bir kıkırdama dökülüyor.

“Ada?”

Bu başlık boğazımda daima kaşıntı oluşturduğu için gırtlağımı temizliyorum. “Evet Karga, olumlu, görüş alanımda.”

“Onu ilk defa böyle görüyorum. Muhteşem, değil mi? Üstünde hiç bulut yok. Su nasıl da kızıl. Tıpkı şarap gibi. Hah!”

Bu heyecan, sesinin aniden yükselip alçalması beklediğim bir şey. “Doğru, bir şarap gibi. En sevdiğinden, okyanus dolusu.”

İç geçiriyor. “Şu an sadece bir yudum yeterdi.”

“Yere indiğimizde patlayana kadar içersin. Şimdi beni dinle, az sonra dışarı çıkacağım.”

“Eşlik etmemi ister misin?”

“Gerek yok, istasyonumuza bir veda öpücüğü konduracağım. Yörünge geçişlerindeki radarları kontrol et, olağandışı bir çöp hareketi gördüğünde haber ver. Anladın mı?

“Anlaşıldı. Mars tarafından beklediğimiz yığınlardan söz ediyorsun sanırım.”

“Mars ve ötesindekiler. Gözünü haritadan ayırma.”

“Peki.”

“Güzel. Söyle bakalım, herkes işinin başında mı?”

“Kesinlikle. Tetikte bekliyoruz.”

“Greve İstanbul yerel saatine göre, 12.30’da son vereceğiz.” Saate bakıyorum. “Yirmi bir dakika kaldı. Benden talimat bekleyin.”

“Ah, bu harika Ada.” Sesi birden alevleniyor. “Ayrıca nasıl becerdin bilmiyorum ama su kütlesi çok lezzetli görünüyor.”

Su kütlesi dediği de koca Atlantik. Dört yüz kilometre altımdaki okyanusun şarap rengi görüntüsü estetik, şairane olmasına rağmen çoğu kişide korku dolu hisler uyandırabilir. Normalde vahşi, gri beyaz kasırga bulutlarının altında parça parça maviliklerle beliren Atlantik, gezegen sanki atmosferini kaybetmiş gibi net, büyük bir pasta dilimi şeklinde. Son olarak otuz kiloluk yaşam destek ünitesini (yedinci parça) sırtıma geçirip kendimi boşluğa atıyorum. Şarap rengi su, köpüğümün dışında şimdi daha canlı, gerçekten de lezzetli görünüyor. Manzarayı, suyun kızıl görüntüsünü kuantum perilerime borçluyum, o bölgeye düşen güneş ışınlarının geliş açısını değiştirerek bu rengi elde ettik, Dünya için “biz geliyoruz” mesajıydı. Onların bunu nasıl algıladıklarınıysa bilmiyorum.

Son on dokuz dakika. İstasyonumuzun kalbine, onun önce yaşlı bir yıldız gibi içe çökmesini, sonra tüm maddesini dışa saçarak patlamasını sağlayacak bir manyetik çöktürücü yerleştiriyorum. Görev yuvamızı sevsem de yeni başlangıçlar için bazı sonlar gerekli. Köpüğüme döner dönmez, çöp imha biriminde plazma tabancalar ve manyetik ağlardan sorumlu dostumuz Kirpi, başka bir gelişmeyi haber vermek için ısrarla adımı sesleniyor.

“Kirpi’den Ada’ya, orada mısın patron?”

“Selam Kirpi.” Bu insanlar Dünya’dan sürüldükten sonra, tekrar oraya dönene kadar isimlerini kullanmama yemini etmişler.

“Merhaba patron. On birinci yörüngede gariplik var.” Sesi hep burnu tıkalıymış gibi iç gıcıklayıcı çıkar.

“Çöplerin en yoğun olduğu yerde mi?” Başlıktan yayılan buharlı, metalik koku beni rahatsız etse de birkaç dakika sonra Dünya’ya doğru harekete geçeceğim için yedi parçanın tümü üzerimde durmalı.

“Evet patron. Hiçbir şey göremiyorum. Bir milimetre çapında bile atık yok. Biri hepsini süpürmüş gibi.”

Dudağımdan sevinç çığlığı boşalırken durumu gırtlak temizleme numarasıyla savuşturuyorum. Hepsi bir plan dahilinde hareket ettiklerinin bilincinde olsalar da ayrıntılardan habersizler. O yüzden farklı durumlara maruz kalacaklarını tahmin etseler de alışılmışın dışındaki görüntüler onları heyecanlandırıp bazen de ürkütebiliyor. “Sistemsel bir sorun olabilir mi?”

“Zayıf ihtimal patron.”

Bana patron dememesi gerektiğini ona öğretemedim. “Yaklaşan güneş fırtınası vardı, sinyalleri etkilemiştir belki.”

“Sanmıyorum patron.”

“Belki de çöp hırsızlarının yolladığı parazitlerin işidir. Benzer ihtimalleri düşünüp tekrar kontrol ettin mi Kirpi?” Aslında saydığım her ihtimalden sonra aldığım olumsuz yanıt içimi ferahlatıyor.

“İnan bana düşündüm patron. Terslikten benim de Zebra sayesinde haberim oldu. Zebra’yı da Timsah uyandırmış. Onların yörüngelerinde de mikro çöpler dahil hiçbir şey görünmüyor.”

Bu bir zafer işareti, yani kuantum perilerimin Süper Çöp Organizma’yı oluşturmak üzere işlerini zamanında hallettiklerinin habercisidir. “Anladım Kirpi. Göz atacağım.”

“Peki patron.”

“Sen plazma silahlarla manyetik ağlara yoğunlaş. Onları Dünya çevresini kaplayacak biçimde alçak yörüngeye yığ.”

“Dediğin olur patron.”

“Grev 12.30’da bitiyor, biliyorsun.”

“Evet patron. Çok heyecanlıyım.”

“Köpeğin on yedi dakikalık mesafede Kirpi. Diliyle yüzünün her yanını yalayacağı anı düşün.”

Derin bir iç çekiş, gözyaşlarını zor turan bir insanın mücadelesi. “Hep düşünüyorum patron. Daima. Yığmaya hemen başlıyorum. NASA, ESA veya Çinliler, hiçbiri seni durduramayacak.”

“Buna şüphe yok.” Ekip arkadaşlarımın her birinin bir zaafı var, onları Dünya’ya bağlayan şey de bu zaafları, yüksek idealler veya bana karşı sahip oldukları sadakat değil. Aramızda sevgi bağı olmadığı söylenemez ama ilişkimiz daha çok karşılıklı menfaat temelli.

Gözüm Atlantik’in lezzetli kızıllığında. Zaman daralırken sıra Dünya’ya iniş yapacağım koordinatları girmeye geliyor. İstanbul Boğazı’nın ortasındaki bir noktayı işaret eden rakamları tuşluyorum. Herhangi bir kara parçası değil, platformlar üzerine kurulu bir laboratuvar. İnişe geçmeden önce son kontrolleri yapıp talimatları vermem lazım. Radar ekranlarında, özellikle on birinci yörüngenin dışında büyük bir kitle görmeyi umarken Karga yine bana sesleniyor.

“Karga’dan Ada’ya.”

“Dinliyorum Karga. Atlantik hâlâ ağzının suyunu akıtıyor olmalı.”

Gerçek bir kahkaha patlatıyor. “Hayır. Mesai saatlerinde içmeyi düşünmem. Radarda dikkatimi çeken bir nesne var da.”

Ben de gözlerimi ekrana çevirip görüntüyü detaylandırıyorum. “Dur tahmin edeyim. On birinci yörüngenin dışı.”

“Doğru. O şeyin ne olduğunu çözemedim. Yoksa ekranımda dev bir leke mi oluştu, emin değilim.”

“Leke değil Karga, gördüğün bir çöp organizma.”

“Ne?” diye ciyaklıyor. “O da ne?”

“Tüm çöplerin bir amaç uğruna birbirlerine kilitlendiğini, yaşayan bir metal organizma oluşturduğunu düşün.”

“Sen diyorsan öyledir.” Kısa bir sessizlik.  “Hah! İnanılmaz. Metal organizma demek.” Bir sessizlik daha. “Bu arada güzel bir haberim var. Mars ve ötesinden beklediğimiz yığınlar kontrol alanımıza giriş yaptı.”

“Öyleyse geriye kalan tek görevin yörüngemize dahil olan yeni çöplerimizin takibini yapmak. Aşağıdaki muhataplarımızla diyalogdayken onların tepemizde bir güç timsali durmalarını istiyorum.”

“Anlaşıldı.”

“Görüşmek üzere.”

Köpüğümü Atlantik’in üzerinden İstanbul’a doğru yönlendirirken tekrar Kirpi’ye dönüyorum. “Ada’dan Kirpi’ye. Sesimi alıyor musun?”

“Buradayım patron.”

“İnişe geçiyorum. Ne durumdasın?”

“Alçak yörüngede, İstanbul’un ortasındayım.”

“Silahların?”

“Gezegeni sarmış durumdalar.” Çınlayan parazitin arasında birkaç kelimesi eriyor. “NASA ve Ruslar istasyonumuza sızmak için dört girişimde bulundu ama hepsini püskürtmek birkaç saniyemizi aldı.”

“Tebrikler Kirpi.”

“Görevim patron. Kalkanımız iyi çalışıyor. Motorlarımız sağlam.”

“Biz yetenekli bir ekibiz.”

“Öyleyiz patron. Seni izleyen yüzlerce göz, yüzlerce gözün emrinde binlerce metal var.”

“Minnettarım. İkinci bir talimata kadar yerlerinizden ayrılmayın.”

“Bol şans patron.”

Son on bir dakika. Yerle aramda dokuz bin kilometre var. Kalp atışımla yaşam destek ünitemdeki oksijeni normalden kısa zamanda bitirebilirim. Atlantik’ten doğuya doğru ilerlerken alçalmayı sürdürüyorum. On birinci yörüngedeki, Karga’yı şaşırtan Süper Çöp Organizma da hızla Dünya’ya yaklaşıyor. Onu sadece çöp yığınlarının belli bir düzen içinde kurdukları sistem olarak düşünürseniz yanılırsınız, içinde milyarca köpük, o köpüklerin içinde de aynı sayıda atan kalp var.

Alçaldıkça, yoğunluğu artan atmosfer, köpüğümde sürtünme yarattığı için sıcaklık yükseliyor. Yer telsizimi açık frekansa konumluyorum. Bunu yapar yapmaz benimle iletişim kurmaya niyetli birileri seslerini duyuruyor. Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, her dilden öfkeli, buyurgan kelimeler. Daha fazla tahammül edemeyip kapatıyorum. Orta Avrupa’nın üzerindeyken bana doğru yaklaşan bir roket fark ediyorum.

“Ada’dan Kirpi’ye.”

“Kirpi dinlemede.”

“Gördüğümü sen de görüyor musun?”

“Evet patron, hidrojen yakıtlı bir roket. Üzerinde bir füze taşıdığını düşünüyoruz. Ona bir manyetik ağ yolladım, birkaç saniye içinde infilak edecek,” derken radardaki görüntü yok oluyor.

“Teşekkürler Kirpi.” Hedefe yaklaştıkça ürkü hissi tenimi yalıyor.

“Tekrar bol şans patron. Gözümüz, kulağımız sende.”

Atmosfere kırk derece açı yaparak giriyorum. Köpüğüm yörüngedeyken uzay boşluğuna savrulmakla yerçekimi etkisine girmek arasında bocalayınca iticilere yükleniyorum. Birkaç saniye içinde yerçekimi galip geliyor ve Dünya’ya doğru serbest düşüşe geçiyorum. Ekranımda Süper Çöp Organizma’nın hemen arkamda belirdiğini görüyorum, atmosferde salınırken hasar görmesin diye kuantum perilerim etrafını çevirmiş durumda.

“Ada’dan Karga’ya.”

“Dinliyorum Ada.”

“Mars’tan gelen yığının pozisyonu nedir?”

“On ikinci yörüngeye giriş yaptı. Bu nasıl hız anlamadım. Onları kullanacak mısın?”

“Şu an her şey yolunda. Yerden beş yüz kilometre ötede, ineceğim koordinatların hizasında sabitle. Unutma, bir güç timsali. Gözün üzerlerinde olsun.”

“Anlaşıldı. Bu arada şarabımı hazırla, direkt yanına ineceğim.”

Şu erkekler, ne kadar ışık vermeseniz de bazen vazgeçmiyorlar.

İstanbul Boğazı öğlen güneşiyle parlıyor, su yüzeyi sanki çelik plakalarla kaplı. Yıllardır pasif duran telefonumu aktif hale getiriyorum. Anında çalmaya başlıyor. Arayansa beni gammazlayan ispiyoncu meslektaşım, laboratuvarımın şimdiki sahibi Duran Tavşan.

“Bu sen misin?” diye soruyor. Sanırım köpüğüm artık yerden görünüyor.

“Her zaman bendim Tavşan.” Ona daima soy ismiyle hitap ederdim.

“Polisler birkaç dakikaya burada olacaklar. Askerler de yolda. Neyin peşindesin?”

“Orion’u geri getiremeyeceğimize göre laboratuvarımı istiyorum Tavşan.” Bu kadar yeterli, telefonu kapatıyorum.

Son bir dakika. Köpüğüm Boğaz’ın üstündeki platforma inerken laboratuvar çalışanları korkuyla botlara atlayıp kaçıyorlar. Ellerini gözüne siper edip gelişimi izleyen tek kişi Tavşan. Botum hariç iş elbisemi çıkarıp sürgüne gönderildiğim gün üzerimde olan kotumla tişörtümü giyiyorum, uzayda spor ayakkabılarımı kaybetmem büyük talihsizlik. Köpüğüm, saçlarımı toplarken yere temas ediyor, hafif sarsılıyoruz.

Kavuşma vakti. Dışarı çıkmadan evvel telsizimi ekibimdeki herkese seslenebileceğim genel haberleşme frekansına alıyorum. Başımı yukarı kaldırıyorum. Minik bir uydu büyüklüğündeki Süper Çöp Organizma da suya yavaşça inerken Boğaz’da derin girdaplar oluşuyor.

“Arkadaşlar ben Ada,” diye başlıyorum. “Yuvamızdayım.” Çığlıklar. “Grev sona ermiştir. Sizi de buraya bekliyorum.” Çılgın bir gürültü. “Hepinizi seviyorum.”

Sevinç haykırışları, küfürler ve zafer nidaları arasında köpüğümden çıkıyorum. Ter içindeyim, başım hafifçe dönüyor, gözlerim bulanık ve dizlerim titriyor. Yine de şu an Dünya’da olmak her şeye değer, gülümsüyorum. Derin derin solurken İstanbul’un havasını ilk kez lezzetli buluyorum.

“Selam Tavşan.”

Tavşan beni tanımakta zorlanıyor sanırım. Kısık gözleri üzerimdeyken birkaç adım yaklaşıyor, aramızda en fazla on metre var.  Bir doksanlık boyuna rağmen benden korktuğunu anlayabiliyorum. “Sen,” diyor. Kafasını Süper Çöp Organizma’ya çevirip nefessiz kalıyor. Arkasını dönüp koşmaya başlıyor, prefabrik yapının köşesinde gözden kaybolduğu an feryatla bağırıyor. Birkaç saniye içinde Karga onu yakasından yakalamış bir halde görüş alanıma giriyor.

“Bu ne hal?” diye soruyorum. Üstü sırılsıklam.

“İnişte küçük bir hata yapınca birkaç kulaç atmak zorunda kaldım.”

Polis ve ambulans sirenlerinin sesi iyice belirginleşirken bize doğru yaklaşan hücum botlarını görüyorum. Korkudan titreyen Tavşan dizlerinin üzerinde dururken tepesinde dikiliyorum. “Seninkiler gelene kadar birkaç diyeceğim var.”

Adamın yüzü bembeyaz. “Sen ne yaptın?” diye soruyor.

“Güzel şeyler,” deyip onun hizasına çöküyorum. “Orion’u yaşatmama izin vermediğin için yerin cehennem. Beni gammazladığın için günah skorun çarpı iki. Ayrıca laboratuvarımı bu boktan sarıya boyadığın için hayalarına tekme savurmak istiyorum. Ama bunu yapmayacağım.”

“Ben, ben,” diye sayıklayan Tavşan’ı silkeleyen Karga, “Dinle,” diye çıkışıyor.

“Orion’un genomunu çıkarmadan önceki projemden haberdarsın. Yüz binlerce yıldır Dünya üzerinde nefes almış herkesin DNA şifresini elde etmek üzereydim. Bir DNA avcısının zirve noktasıdır bu iş. Biliyor musun, başardım. Ruhunuz duymadan ömür sürmüş tüm insanların, hatta tüm homo erectus ve neandertallerin genetik kodlarını elde ettim, veriyi de birkaç atom hacimde sıkıştırdım.”

Tavşan inliyor.

“Bir de kuantum perilerim dediğim elektronlarım var, biliyorsun. Benim bilgi taşıyıcılarım, kontrol aygıtlarım. Onlarla ilgili birkaç deneyde başarılı olmuştum hatırlarsan. Hani bana bir dünya ödül kazandıran deneyler. İşte bu işi de pratiğe döktüm. Elektronlarım sayesinde atomik seviyede yapay zekalar yarattım. Şu arkandaki dev metal yığını onlar yaptı, hem de uzay çöplerinden, düşünebiliyor musun? Evrenin en güçlü silahı. Bana uzay çöplerini emanet ettiniz, geri zekalılar.”

Tavşan her geçen saniye küçülüyor. Hücum botları platforma yanaşırken tepede polis helikopteri teslim olun çağrısı yapıyor.

“Bu gezegen için yeni bir başlangıç gerek,” diyorum. “Orion’u benden aldığınızda bir gün Dünya’ya döndüğümde her insanın arkasına üç hayalet takacağımı söylemiştim. Anımsıyor musun?”

Tavşan donmuş bir şekilde, kıpırtısız beni dinlerken soruma cevap veremiyor. Karga iki omuzlarını kavrayıp sallayınca, “Evet,” diye fısıldıyor.

“Laboratuvarımı iade edip bana iftira attığını açıklarsan Dünya’yı kurtarabilirsin. Aksi halde gezegenimizi büyük bir cümbüş bekliyor.”

Bu sırada Karga yukarıyı işaret ediyor.

“Ne var?” diye soruyorum.

“Mars kafilesinin yanına yenileri ekleniyor sanırım.”

Kafamı işaret ettiği yöne çevirince Güneş Sistemi’ndeki tüm uzay çöplerinin Dünya’ya beş yüz kilometre ötede toplandıklarını görüyorum. Tavşan da manzarayı fark edip iyice soluksuz kalıyor.

Ağzımdan dökülen kıkırdamaya engel olamıyorum. “Tavşan,” derken yine ciddi bir tavır takınıyorum. “Bunu yapabilir misin? Dünya’yı kurtarabilir misin?”

“Evet,” derken cılız sesi titriyor.

“Suçunu itiraf edecek misin?”

“Evet.”

Hücum botlarından inen güvenlik görevlileri etrafımızı sararken bir köpüğün platforma doğru indiğini fark ediyorum. Kirpi.

“Onlara şimdi söyle,” diyorum. “Acele et, babaannemin yanına gideceğim. Kadıncağız bunca yıldır özlem içinde. Açıkçası ben de onu çok özledim.”

Kafasını yana çeviren Tavşan, bize doğru nişan alan görevlilerle göz göze gelince, “Ne bekliyorsunuz, bu deliyi yok edin,” diye bağırıyor.

Aynı anda Kirpi köpükten çıkıp manyetik ağıyla tüm namlulu silahları etkisiz hale getiriyor.

“Ah Tavşan,” diyorum. “Kötü kalpli bir ispiyoncu olduğun gibi hayal kırıklığısın da. Her şeyi berbat ettin. Dünya seni lanetle anacak. Sen ve senin gibiler, hep burnunuzun dikine gidersiniz değil mi?” Karga ve Kirpi’yle göz göze geliyorum. “Bu durumda sözümü tutmalı mıyım beyler?”

“Evet,” diyor Karga.

“Bir insana üç hayalet,” diyor Kirpi.

“Hey Kirpi, sesin Dünya’da daha güzel çıkıyor.”

“Teşekkürler patron.”

Zayıf kızıl ötesi ışınları algılayabildiği gibi bir zaman sonra zayıf kızıl ötesi ışınlar da yaratabilen gözlerimi Süper Çöp Organizma’ya çevirip kuantum perilerime sinyal gönderiyorum.

Söz, sözdür.

Süper Çöp Organizma taşıdığı milyarlarca köpüğü dışarı salıyor. Dünyanın her yerine yayılan köpükler içindeki kopya bedenleri kusmak için sadece birkaç saat bekleyecek ve sonrasında her ölümlünün arkasında üç hayalet belirecek. Kiminin arkasında neandertal, kiminin arkasında homo erectus, kimininkinde de göçmüş bir insan yürüyecek. Onlardan kaçmak isteseler de kimse bunu başaramayacak.

Üçümüz de büyülenmişçesine köpüklere bakarken, “Hadi,” diyorum. “Babaannemi daha fazla bekletmeyelim.”

Yazar: Serdar Yıldız

İllet (roman), Karanlık Gökkuşağı (öykü), Yüksek Doz Gelecek (beş yazar beş bilimkurgu kısa romanı), Silsile (Ödüllü Bilimkurgu Öyküleri), Arz Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Bilimkurgu Öykü Antolojisi).

İlginizi Çekebilir

robot

Aşkın | Sinan ‘C’ Güldal (Kısa Öykü)

Robotlar köşeye sıkışmıştı. Daha yukarı çıkabilmeleri gibi bir ihtimal -muhtemelen- söz konusu bile değildi, daha …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin