Kente çöken sessizlik, vahşi hayvanların homurtu ve çığlıklarıyla birleştiğinde son derece ürpertici oluyordu. Mergen’inse hayata tutunabilmesi için dışarı çıkmaktan ve bu manzaraya katlanmaktan başka çaresi yoktu. Otomatik tüfeğini sıkıca kavrayıp etrafı kolaçan eden gözlerle süzdü. Olası bir hayvan saldırısına hazırlıksız yakalanmak istemiyordu. Kentin bu bölgesine ilk defa uğrasa da karşılaştığı manzara öncekilerden pek farklı değildi. Âdeta koca bir gezegen, içindeki milyarlarca insan cesediyle birlikte ağır ağır çürüyordu. “Acele etmeliyim,” diye mırıldandı sol şakağını sertçe ovalarken. Hava kararmadan önce korunaklı villasına ulaşmalıydı, zira zifiri karanlıkta vahşi hayvanlara kolayca yem olabilirdi. Böylesi bir dünyada en ciddi tehdit kaynağı vahşi hayvanlardı; tecrübelerinden biliyordu bunu. Bir ay önceki karşılaşmalarının sol kolunda bıraktığı yarayı sıvazlayarak yüzünü ekşitti. Tüm o araç gereçler olmaksızın insan ne kadar da aciz bir yaratıktı.
Adımlarını sıklaştırıp genişçe bir caddeye henüz sapmıştı ki gördüğü manzara karşısında irkilerek olduğu yere çakıldı. Daha önce pek çok ceset yığını görmüştü ama böylesiyle ilk kez karşılaşıyordu. Doğanın büyük bir iştahla kemirdiği yüzlerce cansız beden yeryüzü çarşafına gömülmüş, sessizlik içinde yatıyordu. Her biri çarpık, eğri büğrü şekiller gibiydi. Mergen bir yandan kusmamak için çaba sarf ederken diğer yandan önünde uzanan ağlatısal sahneyi izlemekten kendini alamıyordu. Bir zamanlar üzerinde her yaştan insan cıvıltıları yankılanan bu gezegen, artık bir toplu mezardan farksızdı.
Kemik yığınları arasında ilerlemek zaten zordu, ama etrafa saçılmış mermi kovanlarının gizemi de merakını celbediyordu. Birkaç sokak öteden gelen hayvan sesleri kararından vazgeçirmese, yerdeki boş kovanlardan birini incelemek niyetindeydi. Yönünü değiştirip başka bir sokağa daldı. Burası nispeten daha katlanılabilir bir manzara sunuyordu; ortalıkta fazla ceset yoktu. Tam aksine sokak boyunca yan yana sıralanmış bahçeli müstakil evler, bakanın içini huzurla dolduracak güzellikteydi.
Sokakta ağır adımlarla ilerleyen Mergen, yer yer bir metreyi aşan yabani otlarla kuşatılmış bahçelere bakıp hüzünlendi. Doğanın insanlıktan kalanları öğütmeye başlaması ne kadar da çabuk olmuştu… Çoğu sokak ve cadde, her geçen gün çeşit çeşit bitkinin istilası altında inleyerek yitiyordu. Öyle bir gün gelecekti ki uygarlığın en ufak bir kalıntısını bile bulmak mümkün olmayacaktı. Ansızın yoklayan baş ağrısını umursamadan cebinden nemli bir sigara çıkarıp yaktı. Çoğu geceler dünya üzerinde yaşayan son insan olup olmadığını merak ederek uyuyakalıyordu. Sigarasından bir fırt çekip başını sağa sola salladı. Hayır, böyle bir şey olamazdı. Orada bir yerde birileri mutlaka hayattaydı ve onları bulacaktı. Bunca zamandır onu ayakta tutan şey inancı olmuştu; bunu yitirmemeye kararlıydı.
Düşünceler âleminden sıyrılınca sokağın ortasına geldiğini fark edip duraksadı. Asıl dikkatini çeken, hemen yanındaki evin küçük bir ormanı andıran bahçesinde gördüğü şey olmuştu. Sakin adımlarla çiti aşıp bahçeye daldı ve otları yara yara merakının odağına doğru ilerledi. Sağ işaret parmağıyla kafasını gösteren bir Einstein heykeliydi bu.
Sigarasını söndürüp gezegenin kendisi kadar sessiz olan tanıdık şekle uzun uzun baktı ve eve girmek için şiddetli bir arzu hissetti. Bahçeyi aşıp camları dağılmış pencereden içeri daldığında kendini rutubet kokan genişçe bir odada buldu. Sağa sola saçılmış eşyalar, odanın alacakaranlığında birer hayaleti andırıyordu. Dikkatle etrafı süzdü. Alt kattaki odalarda kayda değer bir şeyler bulamayacağına ikna olup ahşap merdivenlerden yavaşça üst kata tırmanmaya başladı. Ağırlığı altında ezilip gıcırdayan basamaklar, kendini ikinci sınıf bir gerilim filminde hissetmesine neden oluyor, bakımsızlığın sebep olduğu çürümeyse bastığı her şeyi tehlikeli şekilde kayganlaştırıyordu.
Üst kata ulaşınca ihtiyatla etrafını taradı. Eskiden olsa, dışarıdan gözlemleyen birisi bu anları basit bir hırsızlık girişimi olarak değerlendirebilirdi. Saklandığı yerden fırlayıp üzerine atılabilecek olası hayvanlara karşı tüfeğini kavrayarak hazırlandı. Neyse ki ortam sakin görünüyordu. Ağır ağır ilerlerken karşısına çıkan kapıları tek tek aralayıp artlarını dikkatlice inceledi. Seçtiği iki oda da alt kattakilerden pek farklı değildi. Evin perişanlığı, en fazla bir yıl daha ayakta kalmayı vaat ediyordu. Bakmadığı son odanın girişine doğru usulca sokularak kapıyı açtı. Yüzüne vuran küf kokusuyla burnuna sarılırken, odadaki gümüş böcekleri ve güveler de sağa sola kaçışarak gözden kayboldu. Mergen büyük bir merakla etrafa bakındı. Odanın duvarları boyunca uzanan tek parça kitaplık âdeta bir kâğıt mezarlığıydı. Birkaç kitabı merak ettiyse de bu yeni dünyada gelişen hastalıklara bağışık olmayabileceğini düşünüp vazgeçti. Onun yerine odanın ortasındaki tozlu masaya yöneldi. Tüfeğinin namlusuyla masanın üzerindeki böcek pisliğine bulanmış kâğıtları kurcaladı, çekmeceyi açtı. Çekmecede özenle korunmuş tozlu bir kutu buldu. Kutuyu parmak uçlarıyla çıkarıp masanın üzerine koydu. İçinde ne olduğunu tahmin etmeye çalışmak yerine açıp görmeyi yeğledi. Bulduğu şey küçük bir el kamerasıydı.
Cihaz sağlam görünüyordu, heyecanlanıp rastgele tuşlara dokundu. Kameranın önce yeşil ışığı, ardından da minik ekranı parıldadı. Derken ekranda saçı sakalı birbirine karışmış ürkütücü bir siluet belirdi. Sesinin tınısında acınası bir hava vardı.
“Her şey Dünya’ya yaklaşmakta olan bir cismin fark edilmesiyle başladı. Tüm devletler çoktan teyakkuza geçmiş, kendilerince önlemler almaya girişmişti. Saptanmasından tam otuz iki gün sonra, takvimler 13 Nisan 2057’yi gösterirken cisim Dünya yörüngesine oturdu, ardından da sessizliğe gömüldü. İleri bir uygarlığın ürünü olduğu anlaşılan cisimle her türlü iletişim yöntemi denendi ama başarı sağlanamadı. Sonra bir gün cisim geldiği gibi gitti. Çoğu uzman onun bir tür gözlem cihazı olduğunu düşündü.
Ne olduysa cisim gittikten sonra oldu. Ortada hiçbir sebep yokken dünya üzerindeki tüm engelliler gizemli bir şekilde yaşamını yitirdi. Daha neler olduğunu anlamaya fırsat bile bulunamadan ölümlerin sayısı katlanarak arttı. Sonradan anlaşıldığına göre kayıpların sebebi yalan söylemekti. Evet! Yalan söyleyen, yazan, çizen, ima eden herkes birer birer ölüyordu. Âdeta lanetlenmiştik! Sadece bir ay içinde iki milyar insan telef oldu. Cismin gidişinden bir yıl sonra insan nüfusu beş yüz milyona kadar düştü. Ekonomik, politik, dini sistemlerimiz çöktü; sosyal yaşam durma noktasına geldi. Ölüm korkusuyla insanlar birbirlerinden köşe bucak kaçar oldu…”
Mergen kaydı durdurup derin bir nefes aldı. On yıl önce yaşanan bu yıkımın hikâyesini çok iyi biliyordu. Kaydı ileri sararak oynatmayı sürdürdü.
“…salgına sebep olan dünya dışı bu mikoplazmaya, Latince mendacium ve occisor sözcüklerinin birleşiminden oluşan Mycoplasma mendaccisor adı verildi. Mukozalardan vücuda giren mikoplazmanın çizgili kas hücrelerinde çoğaldıktan sonra nöron-kas bağlantı bölgelerindeki akson uçlarından içeri sızdığı saptandı. Periferik sinirleri takip ederek merkezi sinir sistemine ulaşıp prefrontal korteks içinde çoğalmaya başlayan parazit, nöronlardaki P2X reseptörlerine tutunarak sinsi bir bekleyiş evresine geçiyordu. Yalan söylerken artan kanlanma, bu bölgedeki nöronlarda düzensiz impulslara yol açıyor, vurucu darbeyi ise nöronların içine salgıladığı mendacium adlı bir kimyasal yoluyla gerçekleştiriyordu. Bu da Na-K pompası gibi hayati metabolik aktiviteleri bozarak ölüme neden oluyordu. Ayrıca mikoplazmanın semptomları arasında dikkatsizlik, anti-sosyallik, ağır depresyon ve karar verme bozuklukları da vardı…”
Anlattıklarını pek anlamasa da videodaki adamın sesini duymak Mergen’in hoşuna gitmişti. Epeydir kimseyle sohbet edemediği gibi, güç kaynağı bulamadığından kayıtları da izleyemiyordu. Ama kayıt gayet uzundu, biraz daha ileri alabilirdi.
“…serebral korteks, beynin en önemli bölgelerinden biridir. Kişilikle ilgili özellikleri, karar alma yetisini, dikkati, düşünme mekanizmasını ve yalan söylemek de dâhil olmak üzere pek çok sosyal davranışı doğrudan veya dolaylı olarak kontrol eder. Temel görevi, amaçlarımız doğrultusunda düşünce ve davranışlarımızı yönlendirmektir. Memeliler arasında en büyük prefrontal korteks Homo sapiens dediğimiz hayvanda, yani insandadır. Aynı zamanda gelişimi en uzun süren beyin bölümüdür. Miyelinizasyonu ergenlik çağına kadar devam eder. Bu videoyu izlemeye karar vermeniz, videoyu izlemek için elinizi oynatmanız ve izleme sırasında sağladığınız dikkat şu an prefrontal korteksiniz doğrultusunda gerçekleşiyor…”
Mergen kaydı tekrar ileri sardı.
“…şimdiye dek yürütülen çalışmalarda herhangi bir tedavi geliştirilemedi. Zaten bilimsel araştırma ve incelemeleri yapabilecek kimse de kalmadı. Bugün 17 Mart 2060, Çarşamba. Son üç ayımı pek çok farklı kenti dolaşarak geçirdim, ancak hayatta kalmayı başarmış tek bir insana bile rastlamadım…”
Mergen kaydı durdurup nemli bir sigara daha yaktı. İçine dolan hüzün, dramatik bir maskeye dönüşüp suratını kaplayıvermişti. Ağlamaklı gözlerle kaydı tekrar ileri sardı.
“…defalarca kez uyarılmıştık. Uzay denen bu karanlık ve vahşi ormanda sükûnetimizi elimizden geldiğince korumalıydık. Oysa tam tersini yaptık. Bağırdık… Bütün tekinsiz yaratıkları üzerimize üşüştürdük. Tanrım! Bu videoyu neden çektiğimi bile bilmiyorum. İzlenmeyeceğinden ve zamanın sonsuzluğunda yitip gideceğinden eminim. Yine de bir şeyler yapmak istedim. Ardımda bir şeyler bırakmak istedim. Koca bir uygarlığın nasıl da saman alevi gibi yok olup gittiği bilinsin istedim. Artık daha fazla dayanacak takatim kalmadı. Gidiyorum. Cesetlerden, ölüm kokan kentlerden uzağa gidiyorum. Ben bilim insanı Antonio Marchetti…”
Sigarası bittiğinde kayıt da hışırtı ve cızırtılar eşliğinde sona ermişti. Toplam bir saatlik kaydı tekrar tekrar dinleyen Mergen, dışarıda havanın karardığını çoktan unutmuştu. Gözkapaklarına çöken ağırlığa daha fazla karşı koyamayıp tatlı bir uykuya daldığında, ölü kenti süpüren rüzgârın acıklı nağmesi odaya dolmakla meşguldü.
***
İçine işleyen soğuğun ürpertici yalazıyla uyanıp titredi. Yerinden zıplayıp nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Hızlanan kalp atışları, heybetli bir davulun vuruşu gibi göğüs kafesinde yankılanıyordu. Pürüzsüz bir zeminden ve yarı saydam duvarlardan oluşan mekân, herhangi bir insanda kaybolmuşluk hissi yaratacak cinstendi. Etrafında dönerek içinde bulunduğu ortamı keşfetmeyi denedi. Burası daha önce gördüğü hiçbir yere benzemiyordu. Yoklayan mide bulantısıyla boğuşmaya hazırlanırken, az ötede kendisine doğru süzülmekte olan gölgeyi fark edip istemsizce geri adım attı. Gölge, yaklaştıkça cisimleşen bir hayaleti andırıyordu. Mergen kuruyan boğazına aldırmadan zorlukla konuşabildi.
“Sen de nesin? Neredeyim? Buraya nasıl geldim?”
Aklını kemiren sorular bir çırpıda dudaklarından dökülüvermişti. Karşısındaki şey sessizliğini korudu. Dikkatle Mergen’i izliyor, hareketlerini aklına kazıyor gibiydi. Uzunca bir seyrin ardından nihayet konuştu.
“Biz yaratıcıların hizmetkârlarıyız ve sen de şu an gemimizdesin.”
Mergen, kulak tırmalayıcı bu mekanik ses karşısında ne diyeceğini bilemedi. Belli ki sesin sahibi bir robottu.
“Ne yaratıcısı, ne hizmetkârı? Hiçbir şey anlamıyorum.”
“Anlayacaksın,” dedi robot boş bakışlarla. “Beni takip et.”
Denileni yapan Mergen, bir meçhule adım adım ilerlediğini düşünüp hayıflandı. Kendini, sahibinin insafına kalmış bir evcil hayvan gibi hissediyordu. Neyse ki çok geçmeden yürüyüşleri uzunca bir salonda son buldu. Mergen yön duygusunu iyice kaybetmişti. Salonun ortasına kadar gidip durdu ve hemen önündeki yüzlerce tuhaf kapsülü güvensiz bakışlarla inceledi. Kapsüllerin içinde iğrenç yaratıklar, tanımsız sıvılar, irili ufaklı cihazlar vardı. Mergen arkasındaki robota dönüp, “Bunlar ölü mü?”, diye sordu. Robot, “Hayır,” dedi. “En az senin kadar canlılar.”
Mergen olup biteni kendiliğinden çözemeyeceğini anlamıştı. Derinden gelen soru sorma isteğine karşı koyamıyordu.
“Burada neler olduğunu anlatacak mısın, yoksa hayvanat bahçesi turumuza devam mı edeceğiz?”
Robot, ansızın salonun ortasında beliren iki sandalyeyi göstererek oturmasını buyurdu. Mergen kayıtsızca buyruğa uydu ve robotun anlatacaklarını dinlemeye hazırlandı. Robot, soğuk ve mekanik sesiyle konuştu.
“Gördüğün tüm bu yaratıklar, kendi türlerinin en özel bireyleri; tıpkı senin gibi.”
Mergen bir soru daha sormaya yeltenecekti ki ev sahibi buna izin vermeden konuşmasını sürdürdü.
“Milyonlarca yıl önce yaratıcılarımız, bu evreni terk ederken bize kutsal bir emanet bıraktılar: Teknolojilerini… Bu öylesine aşkın bir teknolojiydi ki sadece en uygun medeniyetle paylaşılmalıydı. Bizi şartladıkları kıstasların izinde o şanslı medeniyeti arayıp durduk. Gökadaları arşınladık, insan beyninin almayacağı mesafeleri taradık ama bulamadık. Ve sonunda böyle bir medeniyetin var olmadığını anladık. Hâl böyleyken yeni bir yol izlememiz gerekti; bu medeniyeti kendimiz yaratacaktık.”
Mergen yutkundu. Duydukları çılgınca bir rüya gibiydi ama yine de dinledi.
“Yaratıcılarımızın kıstasları doğrultusunda, keşfettiğimiz her medeniyeti ayrı bir sınava tabi tuttuk. Hepsinin cesaret, bilgelik, fedakârlık, hakkaniyet, merhamet, doğruluk gibi erdemlerini ölçtük. Kapsüllerde gördüğün o canlılar, kendi medeniyetlerinin sınavı geçmeyi başaran numuneleri; tıpkı senin doğruluk sınavını geçmeyi başaran tek insan olman gibi.”
Mergen sandalyeden fırlayarak robottan uzaklaştı. Duyduklarına inanmakta güçlük çekiyordu. Salonu bir uçtan diğer uca kadar dolduran keskin bir çığlık kopardı:
“İnsanlığı siz katlettiniz, öyle mi?”
“Öyle,” dedi robot istifini bozmadan. Mergen, onun bu kayıtsızlığı karşısında iyice çileden çıkıyordu. Etrafındaki yüzlerce kapsülü gözleriyle taradı.
“Siz kafayı yemişsiniz! Bizim gibi kaç medeniyeti harcadınız?”
“Biz sadece bize verilen görevi tamamlamaya çalışıyoruz.”
“Göreviniz batsın!” diye gürledi Mergen. Yıllardır çektiği ıstırabın sorumlusu tam karşısında duruyordu. Üzerine atlayıp bu duygusuz ucubeyi paramparça etmemesi için hiçbir neden yoktu. Kapıldığı öfke selinin ağırlığı altında tüm vücudu titremeye başladı. Ayaklarının güçten kesilmesiyle zemine yığılması bir oldu. Anlaşılamayan homurtular eşliğinde bilinci ağır ağır kapandı.
***
Gözlerini açtığında kendini bir kapsülün içinde, vücuduna onlarca prob bağlanmış hâlde buldu. Kıpırdayamadığını fark edip bir karabasandan uyanır gibi çığlık atmak istedi, yapamadı. “Demek böyle öleceğim,” dedi içinden. Bir şeylerin kapsüle yanaştığını hayal meyal seçebildi ama beyninde yankılanan ses gayet netti.
“Korkacak bir şey yok. Biraz sonra evren bir tanrının doğuşuna şahit olacak. Sizler türünüzün en iyilerisiniz ve birleşiminizden doğan varlık yaratıcılarımızın arzu ettiği tüm özellikleri taşıyacak. Biz de nihayet görevimizi tamamlayabileceğiz.”
Yüzlerce kapsülün elektronik aksamı cızırtılar eşliğinde çalıştı. Mergen, içinden ruhunun kayıp gittiğini hissederek ürperdi. Tüm bu çılgınlığa bir son vermeli, bu Frankenstein’lığa bir dur demeliydi. Bilinci hiçliğe doğru çekilirken, “Ben yalan söyleyemem,” diye fısıldamayı başardı. İstediği olmuş, beynindeki düşman çoktan işe koyulmuştu.
***
İşlem bitti. Robotlar, ortaya çıkan heybetli varlığın önünde saygıyla diz çöktü. İçlerinden biri doğrulup, “Yüce Efendimiz,” dedi. “İşlem eksiksiz bir şekilde tamamlandı mı?
Varlık insana has sinsi bir sırıtışla cevap verdi.
“Tamamlandı.”