“Hamit! Oğlum dört çay, biri açık olsun,” diye seslendi Selami.
Hamit dört çayı tepsiye koyduğu gibi soluğu üç insan ve bir robotun okey oynadığı masada aldı. Bir ay önce olsa, masaya ulaşması için kalabalığı yarıp geçmesi gerekirdi. Oysa şimdi boştu masanın etrafı. Otuz gün herkesin robota alışmasına yetmişti. Metalden adam artık kimseye ilginç gelmiyordu; kahvehanenin gediklilerinden olup çıkmış, herkes tarafından köşedeki toprak saksı ya da duvardaki televizyon kadar kanıksanmıştı. Ona bir isim bile takmışlardı: Muhittin.
Masada kimseden ses çıkmıyor, tek taşa kalan Veysel heyecan içinde sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Derken Muhittin metal ellerini iki yana uzattığı gibi onun ve eşi Selami’nin önündeki ıstakaları deviriverdi. Taşlar masaya gerili yeşil kadife örtünün üzerine yayıldılar. Veysel kıpkırmızı kesildi. Muhittin’in üst üste beşinci bitişiydi bu.
“Ohoo,” diyerek ayaklandı otuz yıllık okeyci Veysel. “Ben oynamıyorum arkadaş. Böyle oyun mu oynanır? Bırakın.”
Bırakmadılar elbet; yapmalar etmeler eşliğinde onu yeniden yerine oturttular.
“Taşlar kurulu geliyor bu tenekeye şerefsizim. Her el nasıl kazanır başka türlü?”
Muhittin’in yüzünde, gülen bir emoji belirdi. Veysel’in tepesi iyice attı.
“Çok mu komik ulan deyyus? Şeytan diyor bir tane patlat şunun… Tövbe tövbe…”
Muhittin’in eşi Süleyman, “Bükemediğin bileği öpeceksin aslanım,” diyerek sırıttı. “Hile hurda yapmıyoruz ya, hakkımızla kazanıyoruz. Siz kazanırken bizim sesimiz çıkıyor mu?”
“Ne kazanması ulan!” diye çıkıştı Veysel. “Bu hurda geldi geleli kazandığımız mı var? Aldın yanına şunu, hesabı bir aydır bize ödetiyorsun.”
“Yav Süleyman abi, ne kadar daha kalacakmış bu ro… yani Muhittin sizde? Tam olarak ne demişlerdi, bir daha anlatsana,” dedi Selami.
“Bilmiyorum ki be Selo. Bir tarih vermediler. Bir araştırma mı neyin yapmışlar, bizi bulmuşlar. Tam aradıkları aileymişiz. Bu Muhittin de protopat mıymış neymiş.”
“Prototip olmasın o Süleyman amca,” diye araya girdi Hamit, arka masada boşları toplarken.
Süleyman, çocuk yanından geçerken oturduğu yerden bir tekme savurdu. “Ulan kerata! Durmuş bizi mi dinliyorsun? Bir de alay edip gülüyor hergele.”
Çocuk atik davranıp kurtuldu bu tekmeden. Ama Kahveci Ahmet’ten kurtuluş yoktu. Ahmet müşterisini kızdırdığı için önce kulağını çekti Hamit’in, ardından yüzüne iki tokat patlattı.
“Oh olsun sana bacaksız! Ne diyordum? Heh! Bir süre bizde kalacakmış işte. Oğlanın derslerine, benim karının işlerine falan yardımcı olacakmış. Evde bir arıza çıktı mı tamir edecekmiş. Elinden her iş gelirmiş. Ara sıra gelip, bize olan biten hakkında sorular soracaklarmış, rapor mapor tutacaklarmış. Bir şeyler, bir şeyler işte… Ben de tam anlamadım. Bir dolu da kâğıt imzalattılar. Karınca duası gibi yazılar üzerlerinde. Okuyamadım bile. Adamları bir görseniz… Pahalı takımlar, çiçek gibi kokular… Saçlar başlar o biçim. Kocaman kara otomobiller altlarında, yanlarında koca gözlüklü gavur bir bilimci… Biz dilinden anlamadık ama tercümanlık yaptılar, o yapmış bizimkini. Çok pahalı aletmiş anlayacağınız bu Muhittin. Böyük bir şirketin malı. Test için vermişler bize. Sevabına yardım ediyoruz biz de bu böyük insanlara. Ne demişler: Kiminin parası, kiminin duası.”
Elbette sevabına falan değildi bu iş. Süleyman sonunda yüklü miktarda bir para alacaktı. Tabii sır gibi saklıyordu bunu herkesten. Paraları düşününce keyfi iyice yerine gelmişti ki…
Muhittin birden ayaklanıverip kapıya doğru yürümeye başladı. Neler oluyordu? Telaşlanan Süleyman robotun ardından fırladı, “Yapma Muhittin, etme Muhittin…” Sonunda robotu geri döndürmeyi başardı.
“Muhittin ne yapıyorsun iki gözüm? Nereye gidiyordun?”
“Perihan hanım demişti ki…”
Süleyman robota lafını tamamlatmadı.
“Bırak şimdi Perihan ablanı. Hele bekle, dur biraz. Oyun yarıda bırakılıp gidilir mi hiç? Racona ters. Şu okey bitsin, üzerine bir de 51 çevirelim, sonra kalkar birlikte gideriz nereye istersen.”
Selami, robotun kalkıp gitmeye çalışmasından, hele de Perihan’ın adını anmasından işkillenmişti. İçini bir korku sardı.
“Abi yenge yine basmasın kahveyi? Bizim de canımıza okur valla. Senin yanında biz de yanarız.”
Süleyman’la makara yapma şansı yakalayan Veysel kaçırır mı bu fırsatı, hemen giriverdi lafa.
“Amma yaptın be Selami kardeş. Erkek adam karısından korkar mı hiç? Yakışır mı delikanlılığa? Değil mi Sülo? Konuş. Haksız mıyım, söyle.”
Süleyman kızardı, bozardı… Veysel haksızdı. Süleyman karısından ölesiye korkuyordu. Korkuyordu ama yiğitliğe de bok sürdürmek olmazdı. Yumruğunu masaya vurup gürledi. Muhittin’in dizdiği taşların hepsi devrildi.
“Haklısın tabii! Olur mu hiç öyle şey! Ben miyim evin reisi, yoksa bizim karı mı? Ne haddine! Geçen sefer sizin önünüzde sesimi çıkarmadım ama eve gidince aldım karşıma, bana bak dedim…”
İşte tam o sırada kahveye nefes nefese küçük bir çocuk girdi. Süleyman’ın beş liraya anlaştığı bu çocuk, karşı komşunun oğlu Ekrem’di. Buraya da aldığı beş liranın hakkını vermek için gelmişti.
“Süleyman amca kaç, Perihan teyze geliyor!”
Kahvehanede gülüşmeler, Süleyman’a takılmalar…
“Eyvah ki eyvah!” diye ayaklandı Selami. “Kaç Süleyman abi, oyalanma!”
Süleyman ne yapacağını şaşırmıştı. Daha birkaç saniye önce esip gürleyen adam sanki o değildi. Kalkarken neredeyse sandalye ile birlikte kendi de devriliyordu. Eli ayağına dolanmıştı. Selami baktı olmayacak, Süleyman’ı tuttuğu gibi kapıya yöneltti.
“Aman abi yürü, tüyelim hemen!”
Veysel gülmekten yarılmak üzereydi. Şu sahneyi görmüştü ya, on kere daha hesap ödese koymazdı artık. Kahvedekiler de merakla olacakları bekliyorlardı. Muhittin ise sesini çıkarmadan taşları yeniden dizmekle meşguldü. Yanına konulan açık çay, buz gibi olmuştu. Derken Perihan elinde oklava sokağın köşesini döndü. Selami, Süleyman’ı kolundan tuttuğu gibi yeniden kahveye soktu. Kaçış planı iptal olmuştu. Yeni plan saklanmaktı. Koca adamı bir oraya soktu, bir buraya soktu, ama Süleyman bir yere sığmıyordu ki. Kahveci Ahmet de tezgâhın önünü kapamış, oraya geçmelerine izin vermiyordu. Hiç Perihan ile uğraşılır mıydı? Kahvedekiler gülmekten yerlere yatıyorlardı.
Perihan elindeki oklavayı ışın kılıcı gibi sallayarak daldı kahveye.
“Pu, bir de saklanmaya çalışıyor Allah’ın cezası. Aferin Selami, aferin. Sen de bu işin içindesin demek.”
“Aman yenge…”
“Sus, hiç konuşma. Seni de alırım şimdi ayağımın altına.”
Selami kaşla göz arasında ortadan kayboldu. Süleyman abisi için yapacaklarının da bir sınırı vardı. Perihan yeniden kocasına döndü.
“Kaç kere dedim sana şunu alıp götürme; bana temizlikte, bulaşıkta yardım ediyor diye. Musluk bozulmuş, şıp şıp damlıyor. Üstelik çocuğun ödevi var, başımın etini yiyor Muhittin abim nerede diye.”
“Ben de dedim yenge ama dinleteme…” diye söze karışan Veysel’in işi, kafasına inen bir oklava darbesiyle bitiverdi. Oklava iki parçaya ayrıldı. Adam yandım anam, diyerek yana yıkıldı. Kafası karpuz gibi ikiye yarılmıştı. Tüm bu hengâmeden sonra başına on dikiş atılacaktı.
“Sen sus! Bilmem mi ben, senin de farkın yok benim işe yaramazdan. Düş önüme Muhittin. Doğru eve.”
“Emredersiniz Perihan hanım.”
“Şunu da al getir yanında.”
Muhittin saksının yanında korkudan bayılan Süleyman’ı sırtladı, soğuyan çayını bir yudumda içti ve Perihan’ın ardından evin yolunu tuttu.
Tüm bu olup bitenleri, kahvehanenin bir köşesinde oturan yabancı bir adam da izledi. Kimsenin tanımadığı ama bu kim diye de sormadığı adam, orta şekerli kahvesinden bir yudum aldı ve gülümseyerek önündeki raporları doldurmaya başladı.