Annem beni dert edindi kendine. Biricik oğlunu. Münzevi bir hayat yaşıyorum diye. Bu hâlimin sorun olduğunu sanmıyorum. Fakat anne yüreği işte! Her anne evladını dâhi görür. Zirvelere ulaşmasına ramak kalan bir oğul. Kendinden çıkan şaheser. Belki biricik büyük eseri. Benden beklentisi gözlemi ile uyuşmayınca, mutsuz annelerin yaralı yüreği ile dolaşıyor evin içinde. Gece gündüz üstüme düşüyor bu yüzden. Bana bakıyor ve lahavle çekiyor. “Oğlum gece gündüz odandan çıkmıyorsun. Ne var o bilgisayarda bilmiyorum. Pranga ile mi bağlısın şu merete. Çık dışarı, gez dolaş. Gözlerin bozulacak, yarasalara döneceksin,” diyor.
Bakışlarım sevecen değil demek. Ne zaman sevgi ne zaman nefretle bakıyorum farkında değilim. Anneler hisseder. İki de bir soruyor. “Niye bana öldürecek gibi bakıyorsun? Çocukken güzel bakardın, anne diye sarılır, kucağımda olmak için can atardın.” Büyüdüğümü kabul etmek istemiyor anlaşılan. Eşek kadar adam olduğumu. Benim de bir hayatım olduğunu.
“Ben mi bakıyorum öldürecek gibi,” diyorum. “Evet!” diye üsteliyor.
“Seni seviyorum, her anne sever evladını,” diyor. Bunalttı artık yoğun ilgisiyle. Çareyi odama kaçmakta buluyorum. Rahat yok bu dünyada. Boğulacak gibiyim. Bu kadar da üstüne düşülmez ki insanın. İster sevgiyle, ister nefretle. Benim ideal hâlim bu. Elimden bir şey gelmez. Varıp varacağım son nokta bu kadar.
“Niye kendi işine bakmıyorsun sen!” diye çemkiriyorum. “Neyi yanlış yapıyorum ki endişedesin!”
“Evlenmiyorsun, benim de torun sevmeye hakkım var. Karta kaçıyorsun neredeyse!”
“Beni yargılamaya hakkın yok anne! Sonunda kendi evime çıkmaya zorluyorsun beni! Evlenince birlikte oturacağımızı mı sanıyorsun?” diyorum.
Bilmiyor ki “Kıyameti Bekleyenler” grubu üyesiyim. İnternet üzerinden dâhil olduğum. Derneğimiz yalnızlığın sultanlık olduğuna inanıyor. Bütün dünya bir kişilik koloniler yurdu olsa bu kadar zulüm, sömürü, acı olmaz dünyada. Hiç kimse fazla değer yaratıp üzerine yük binmesine izin vermemeli. O zaman sömürü de olmaz, yoksulluk da. Bütün haksızlıklar, çalıp çırpmalar aile sorumluluğu yüzünden. Maişet motoru derdinden. Evladüiyal korkusundan. Birey güzeldir. Tek başınalık özgürlük, yalnızlık insanın cennet hâlidir. Yeter ki bu düşüncelere inanan bir gruba dâhil olsun her insan evladı. Kıyamet koparsa ancak huzura ulaşabilir insanlık. Kıyameti beklemek ortak idealimiz!
Klavyeden başını kaldırıp bana bakacak bir genç kız. Nerede? O yüzden hiç arkadaşım yoktu gerçek hayatta. Hele kız arkadaş, derneğin gözetleyen zaptiyeleri varken aklıma bile gelmez. Dijital görüşmelerle geçen uzun saatler yorgun düşürüyordu bizleri. Cinsellikten soyutlayan metafizik bir gerilim içinde kıyameti bekliyorduk.
İnsanlar, seyredilen film koleksiyonları ile hiçbir sultanın ulaşamadığı haremler kursa da, sanal dünyanın bencil topraklarında gayya kuyusuna düşmüş farelerdi. Geçmişin erotik filmlerini seyredip orgazma ulaşıyordu kısa devre yapıp duvara tırmananlar. Ataları sonsuz sayıda eylem ve doyum filmleri bırakmıştı geriye. De ne kazanmıştı insanlık? Bakamayacağı çocukları dünyaya salma sorumsuzluğuyla bencilce türünü sürdürme inadı. Arkaik insanlar o iş üstünde debelenirken sanalda seyredenler geviş getirmiyordu sadece. Hemen bir eyleme yönelerek, sonucunda gelen yeni veletlerle dünyayı kreşe çevirme gafletine düşüyordu. Herhâlde bu nedenle üyelerin yüz yüze buluşması yasaktı.
Derneğimizin amacı; salgıların kirlettiği bir yataktan, sperm ve yumurta ilişkisinden doğan sorumluluktan virüsten korur gibi uzak tutmaktı insanları. “Organınız Wuhan’dır! Salgılarınız ‘insan salgını’ ile zehirler dünyayı. Siz ölümlerle kutsayın hayatınızı!” vb. sloganları her platforma ulaştırmak eylem pratiğimiz. Derneğe üye her cinsin gerçeklerle teması, ekranlardan akan görüntülere arada sırada dokunan parmaklarla sınırlıydı. Biz geometrik oranda artan dünya nüfusunun kıyameti yaklaştırdığına inanıyorduk. O günün geldiğinden de emindik aslında. Sadece saatler kalmıştı. İşte biz o hercümerç gününü bekleyen inanmışlardık.
Örgüt üyeleri, fok balığı rozeti takmak zorundaydı. Karayip Keşiş Foku. Nesli tükenmiş bir türün resmini yakalarımızda gururla taşıyorduk. İçinde çip vardı herhâlde. Sık sık uyarılar gelirdi merkezden. “Karayip Keşiş Fokları yalnız kovboydur!”
“Nasılsın?” diye özelden mesaj geliyor. Dernek genel görüşmesinin tam ortasında. Heyecanlandım ister istemez. Adrenalin tavana vurdu. Ortak platforma yansıyan yüzüm nasıl görünüyor kim bilir? Her an uyanık bir üye fark edecek bendeki olağandışılığı. Özel kutuya düşen mesaj, gizli bir elin oranda buranda gezinmesi gibi tahrik ediyor insanı. “Bu böyle gitmez! Nereye kadar sürecek bu zulüm?” Ortak ekranda yıldırım hızıyla akan görüntülerin kenarındaki küçük pencereye düşen bu mesajlar, derneğin bütün ilkelerini ihlal ediyordu. Elimde değil, ne yapayım? İkide bir oraya düşen özel mesaja bakıyorum. Anlaşılacak korkusunu bastırırken kaybolmasın diye neredeyse elimle tutacağım o mesajı.
Bu mümkün olmayınca elim boşta kalmasın diye kupaya uzandım. Hay aksi şeytan! Yan yatıp devrildi meret. Masayı sütlü kahvenin rengine boyarken masadaki her şeyi ıslatmaya koyuldu. Beklenmedik bir sel baskını gibi. Telaşla cihazı kapıp ayağa kalktım. Gözlerimi diktim o cümleye: “Buluşalım mı?”
Peru, Lima’dandı daveti yapan. Nickname değilse Nayeli Aracely. Peru dilinde “seni seviyorum gökyüzü,” anlamına geliyordu bu isim. Çağrıya bir okey bıraktım, geliyorum notu ekledim altına. Çekmeceden astronot konseptli giysiyi çıkarıp aceleyle giydim. Nihayet o gün gelmişti işte. Ne olacaksa olsun canına yandığımın hayatında.
Kıyametten önceki mutlu kırk yılın ilk günündeyim artık. Yeni bir başlangıç. O güne kadar tatmadığım bir heyecan gelip bulmuş beni. Koltuktan zıplatacak bu kalp çarpıntısı. Bu yaşa kadar geçen günlerin anlamsızlığı dank etti kafama. İşte o saadetli anda beliren aydınlanma ile fark ettim; genç olduğumu, sağlıklı bir erkek olduğumu hissettim. Bu sıra dışı çağrı diriltti beni. Neredeyse bilim insanı heyecanı ile hakikâte ulaştığımı varsaydım. O telaşla ne varsa devirmiştim; ilkeler, kurallar, yasaklar ve kahve kupası… Milyonlarca satır arasında vurgulanıp altı çizilmişti o cümlenin. Her insana doğan bir kısmet vakti varmış demek ki. Akışkan zamanlarda. Nadiren vuran o talih çarkı. Feleklerin eşref saatinin çarkıfelek piyangosu. Kapıyı çaldığında açmam diyen inadın gereği yok. Ben de ilke, kural, yasak dinleyecek hâlde değildim o sevinçle.
Hücremden çıkıp sokağın başındaki açık alana yürüdüm. Yol boyunca sıralanan araçlardan birine parmağımla dokundum. Kapıdaki ışık yeşile döndü. Geçmişte dedelerimiz bu araçların taş devri modellerine sahip olmak için yıllarca çalışmak zorundaymış. Para biriktirmek, borç ödemekle geçermiş hayatları. Hayret ve acıma duygusu ile anımsadım hikâyelerini. Babam uzaya gönderilen roketlerdeki ilk pilotlardandı. O son seferinde parçalandı meret. Biz cenazelerin matemine bürünmüşken yöneticiler umarsızca suskunluğa gömüldü; o başarısız deneme uçuşu beni çocuk yaşta babasız, annemi de kocasız bıraktı. Yoksa üzerime bu kadar düşmeye zaman bulamazdı annem. Ben de böyle mağaraya kapanmak zorunda kalmazdım belki.
Cadde parakrediyle kiralanan gök sandalları ile doluydu. “Nerde Trak, Orda Bırak!” sloganıyla şirket dünyanın her yerinde bu hizmeti sunuyordu. Yerel girişimler, babamın ölümünden sonra çekilmişlerdi bu yarıştan.
Kokpite geçip gaza bastım. Ekrana 0°3′-18°24′ güney enlemleri ve 69°55′-81°21′ batı boylamları koordinatlarını girdim. Şehirden havalanıp Peru’ya ulaşmam On dokuz dakika, yirmi bir saniye sürecekti. Gök sandalı ışık hızıyla harekete geçti.
Buluştuğumuzda Nayeli, “Derneğimiz dünyada üremeye karşı. Uzayda birleşirsek diyecekleri olamaz,” diyor bana. Birçok kuralı, ilkeyi çiğnemişiz, derdin bu son kural mı diye eğiliyorum üstüne. Dudaklarına uzanıyorum. Hayır diye direniyor. “Önce uzaya çıkmalıyız.” Nasıl bir fantezi dünyası var diye şaşırsam da uysal bir kabulle ona katılmak beni daha da heyecanlandırıyor. Nasıl olsa her şeyi düşünüp planlamış haspa. Anlaşılan uzun süre önce kafasına koymuş, hesabını kitabını yapmış, son adım benimle buluşmakmış. Plan yapıp ilerlemiş adım adım. Ben koşar adım geldim ama daha sabredilecek çok yol var
* * *
Seyrüsefer biraz daha sürse uzayın karanlığında kaybolacağız. Endişe ile kıvrandım durdum. Bir an önce yıldız bulup araca xenon ve kripton yakıt yüklemem gerek uyarısı dolanıyor beynimde. Demir bilyalar gibi. Dünyada olsa yakıt istasyonu çekim alanında on saniye beklemek yeterliydi. Depolar anında dolardı. Atmosferde sonsuz miktarda bu elementler. Gök sandalı vakum filtresi ile havadaki gazları deposuna çekip ayrıştırır, Xenon aydınlatma sistemini çalıştırır, kripton da hareket motorlarını.
“Bu sefer dünyadan fazla açılmışız anlaşılan,” diye düşünerek endişeyle baktım ekranda yansıyan uzay karanlığına. Nayeli Aracely de çok rahat, hiç oralı değil. Sanki her gün dolaştığı caddeler burası. Gökyüzüne açılmak ve yeni bir yıldız keşfetmek için görevli kaptan o, ben yardımcı pilotum sanki. Karşı cinsle kaç kere buluştum ki şunun şurasında. İlki, “overdose” olacak bu gidişle.
Dünya çevresinde dolanıp kıtaları gökyüzünden seyretmek, tadına doyum olmayan bir tecrübeydi ama şu an endişeli hatta korkutucu bir deneyimdi benim için. Tanımsız bölge yazıyordu navigasyonda. Bulunduğumuz alanda aracın vakumuna sürüklenecek yakıt da yoktu. Mecburen en yakın yıldıza inmek zorundaydık. Uzay yasalarına aykırı olmasına rağmen. Mücbir sebebi mazeret sayar belki, yasaları titizlikle koruyan Astra inzibatları.
“Bu kadar açılmasak iyiydi,” diye gerildim bir yandan da. İçimden alıp veriyorum. Bu kız, erkek aramıyor, çıkacağı macera için yoldaş peşindeymiş. Sazan gibi düştüm ben de. “Bir kere de beni yanıltın dişil fettanlar, dişimi kırayım!” diye yazıklandım. Kullanıldığımı anladım o an. Sonunda patladım Nayeli Aracely’ye.
“Senin yüzünden öleceğiz! Hayatımız risk altında!”
Kız o kadar rahat ki öfkeme tebessümle karşılık verdi.
“Gerilme, bu yakınlarda Astra yıldızı olacak.”
“Bir planın vardı yani, beni buralara sürüklerken. Ben de gerçekten arkadaş arıyor sandım. Bu erkekler ne aptal! Zaten dünyaya sadece ‘patates’ hediye eden bir milletten ne beklersin?”
“Aramızda fark yok. Sizinki de sadece yoğurt.”
Bodur boyuna, örgülü saçlarına ve güçlü kişiliğini yansıtan esmer yüzüne bakınca tartışmaktan vazgeçtim.
Nayeli Aracely de beni ciddiye alacak hâlde değildi. Hedefine kilitlenmiş güdümlü füze gibi kararlı.
“Karanlık madde varsa xenon da var demektir. Kripton istemediğin kadar zaten.”
“Hadi bul bakalım en yakın yıldızı.”
“İşte,” diye bağırdı, “Astra gezegeni! Gerçi sen onu yıldız sanırsın. Hatta bir meteor! Üzerine park et, bize yetecek rezervi vardır.”
İndiğimizde gözün görebildiği her alan ıpıssızdı. Karanlığı delen ışık gibi konmuştuk Astraya. Daha depoyu doldurmadan damladı inzibat aracı. Hizmetlerine verilen bu uzay kayığı çok hızlıydı. Hiçbir gök sandalı yarışamaz bu teknolojiyle. İki karaltı indi. İnsana benzese de renkleri yeşil, boyları bir buçuk metre. Erkek, “Ninşubur,” diye tanıttı kendisini, kadın ise “Namtare.” Kimlik çıkarıp göstermediler elbette. Her polis bilir, “ne kadar az beyan o kadar geniş hareket alanı.”
Görev tanımına göre Ninşubur bana, Namtare Nayeli Aracely’e yönelmeliydi. Öyle olmadı. Namtara bana kuzusuna yaklaşan dişi koyun gibi yaklaştı, Ninşubur da Nayeli Aracely’ye. Evrenin doğal yasası, başkasının karısına bal doldurur. Burada kaymak da vardı. Gözlerim kamaştı o anda. Boyu kısa olabilirdi ama ışıklı dans eden gelinlik giymiş gibi çekiciydi kadın. Teni yeşil, gözleri yeşil, saçları gök mavisi. Cazibesine kapılmamak elimde değil. Mest oldum, hiç tatmadığım bir sarhoşlukla başım döndü. Nayeli Aracely bile çıkıp gitti zihnimden.
O anda aklıma nedense Dünya geldi. Üstümde mavi gök, altımda yeşil yeryüzü. Kadına baktıkça cihazlardan başımı kaldırıp bakmadığım dünyanın ne kadar güzel olduğunu anladım. Kanım kaynadı narin, ufak tefek yürüyen bu zarafete. Benim gibi kaba-saba maskülenler için ölümsüzlük hayalini yaşatan bir ilaheydi. İnce uzun yüzü, can eriğini andıran belli belirsiz göğsü, çekik gözleriyle Çin dilberlerini andırıyordu. Kısa boyuna rağmen bakışlarından taşan o enerji, yerimde duramaz eyledi beni. Gelişmiş bir uygarlığın zeki kadını cazibesiyle kuşattı kalbimi. İlk zifaf beyinlerde gerçekleşti o karşılaşmada. “Sapyoseksüel böyle bir şey herhâlde!” diye düşündüm. Uzanıp elimi göğsüne koydum. Barış için geldim anlamına gelmeliydi bu dokunuş!
Ne anlar uzay magandası. “Altı aydan başlar,” diye atıldı Ninşubur. Lazer ışınla suçluları saf dışı eden belindeki copu kavradı. Bana vurmak için öyle istekliydi ki darbe tam olsun diye copu havaya kaldırdı. Dünyada edindiğim içgüdü ve savunma refleksiyle ellerimi yumruk yapıp peş peşe indirdim suratına. Coptan önce kullandım pazularımı. Ne de olsa insanın parçası yumruk. Cop gibi eklektik değil. İki doksan, -yok bu dünya ölçüsü- bir elli uzandı kaldı Ninşubur. Beni bir korku sardı. Öldü mü yoksa?
O an yanıp sönen ışıklarla, tüyleri diken diken eden sirenlerle sarıldı çevremiz. Üzerimize tutulan projektörlerden neredeyse kör oldum. Yere serilip kaldım. Beni yerden külçe gibi toplayıp bir odaya aldılar.
* * *
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Büyük bir salona götürüldüm sonunda. Tutuklu mu yoksa sanık mıydım? Yoksa ben arenaya atılırken seyretsin diye mi çağrıldı bütün bu kalabalık? Ekranlardan bakan binlerce göz, gözlerimi kamaştırdı. Pür dikkat bendeydi bakışları. Canlı kanlı bir insan… Çağdaş arenayı andıran o salonda gladyatör ya da aslanın nereden çıkacağı merakına yenilmek üzereydim. Hangi yöne dönersem savunmaya geçebilirim? Her ne yapacaklarsa, hangi gizli köşeden çıkıp beni parçalayacaklarsa hazırdım sanırım. Bana yönelen ekranlardaki kalabalığa korku ve cesaretin karışımıyla baktım.
Karşımda bir kürsü ve ortasında bir karaltı vardı. Hareket edince çevresi ışıklarla aydınlandı. Karaltının bedenini örten pelerin kapkaraydı ve üstüne kırmızı cüppe giymişti. Nihayet konuştu. Meğer Astranın Hakemi’ymiş. Mahkeme yokmuş bu gezegende. Bu bir yargılama değil hakikat duruşmasıymış ve duruşmalar herkese açık olarak sosyal medyada yapılırmış.
Bu açıklamadan sonra bana döndü.
“Çatışma taşıdın, felaketlere yol açan ihtirası getirdin huzur gezegenimize. Savaşlar çıkar bu ihtiras ve cedelden!” diye nasihatle başladı işine Hakem. Gerçi gezegenini koruma görevinin izin verdiği kadar tarafsız bakıyordu bana ve Nayeli’ye. Yüz binler ekran başında, ortak yargılamaya katılan jüri olarak dikkatle takip ediyorlardı duruşmayı. İtiraz ve muhalefet olmadan sürdürmeli bu celseyi Hakem. Her bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamalı.
“Meşru müdafaa,” diye savundum kendimi. “Saldırısı içgüdüsel,” diye ekledi yanı başımdaki Nayeli Aracely. Davetsiz de olsa misafire davranışı için kınadılar Ninşubur’u. Dünyalıya olan ilgisindeki cesaret için hayran oldular Namtare’ye. Bütün like’lar bana ve Namtare’ye aktı. Büyük bir ekranda resmimiz ve önünde yükselen renkli sütunlar”
“Bilinmeyen bir gelecek için geçmişi öğrenmeliyim,” dedi Namtare. Bana yönelen yoğun ilgisini böyle açıkladı. Birlikte her maceraya açık olduğunu itiraf ederken.
“Bilinen bir geçmişten bilinmezliğe uzanmalıyım,” diye açıkladı Nayeli Aracely, Ninşubur’a olan meylini. “Monoton bir hayatta heyecan veren tek yol uzaya açılmaktı benim için! Bütün ömrüm bunu gerçekleştirmek umuduyla geçti,” diye ekledi.
Siyah pelerinli kırmızı cüppeli hakem, tartışmalar bitince sosyal medya takipçilerine oylama yapılacak teklifi formüle edebildi:
A) Namtare, dünyalı ile Mavi Gezegen’e mi gitsin? Ve Nayeli Aracely, Ninşubur ile Astra’da mı kalsın?
B) Dünyalı erkek ve kadın öldürülsün ve inzibatlarımız salıverilsin mi?
Şanslıymışım ki gelişmiş uygarlığın bireyleri birinci teklife yoğunlaştılar. İkinciyi tercihle acımasız kısmetin ve hak edilmemiş talihsizliğin kurbanı olmamıza izin vermediler. Talih değişebilirdi, kısmet de. Değiştirilemez kaderin infazına yol açmadılar. Ağlama hakkını kullanmamıza bile gerek görmediler. İkinci teklifi tercih ettiklerinde bize tanınacak ağlama hakkını. Adalete olan inançları tamdı. Bizim gibi cesedi mezara koymak acelesi ile kazma kürekle değildi işleri. Hassas uzay terazisinde tarttılar her bir eylemi. Âşıkların da müttefiklere ihtiyacı olduğunu teslim ettiler. Her günü belirlenmiş, sürprizi olmayan hayatın üstünde bir tercih olduğunu fark etmenin izzetini hissettiler.
Bu “duruşma” günlerce yayınlanırmış Astra’da. Hatta hakeme göre son yılların en ilginç olayıymı. Mimesis böyle bir şey diyen her bir kadın, Namtare’nin yerinde olmak için can attığını gizlemedi. Erkekler Ninşubur’un yerini alamadıklarına hayıflandılar. Ayağı ile gezegenlerine gelen kısmeti, yani Nayeli Aracely’i ayakta alkışladılar, bana yönelen bir iki cılız alkışı bastırarak.
Mahkemeden sonra beni bir odaya aldı Namtare. Ninşubur Nayeli ile çekildi o mahrem köşeye. Namtare biyopsi ile benden bir doku aldı ve kendi dokusuyla karıştırıp büyük bir cihazın rahmine bıraktı. On beş dakika sonra seyircilerin karşısına kucağında müşterek melez çocuğumuzla çıktık. Ekranları dalgalandıran bir alkış koptu. Ninşubur ile Nayeli ise çocuksuz çıktılar seyircinin karşısına. Açıklamayı Nayeli yaptı. Bizim çocuğumuz dokuz ay on gün sonra gelecek diye. Hakem bıyık altından gülmeye başladı. O kadar geç gelecekse biraz önceki telaş ve aceleniz neydi öyle?
Göğsüm kabardı o anda. Sanki İsa ile kavmine dönen Meryemim ben! Namtare ve Astra’nın teknolojik üstünlüğünü göz ardı edebilsek.
* * *
Gök sandala atladım nihayet, yanımda Namtare ve müşterek çocuğumuzla. Dönüş izni verildi Astra’dan.
Gök sandalı atmosfere girerken, ister istemez sürtünmeden ötürü aşırı ısınıyordu. Yükselen sıcaklıktan pilotların korunması için soğuk kabin vardı araçta. Ancak iki kişi sığabilirdi. Ben yanmayı bile göze alarak Namtare ve müşterek çocuğumuza verdim o kabini. İşte baba olmanın bedelini göğüslemeye başlamıştım bile. Fedakârlık etmeyeceksen babalık nedir ki? Ebeveyn olmak! Dayanılmaz sıcaklık beni terletip sauna etkisi ile bunaltsa da çocuğumuz güvendeydi. Annesiyle birlikte.
O an anladım annemi. Çocukluğumda babamın üzerime titreyişini. Anneme çemkirmelerimden pişmanlık duymaya başladım. Boğazıma bir şey tıkandı. Gittikçe büyüyen ur gibi. Özür dilemem gerekli diye düşündüm. Özür borcumla hesaplaşırken sağ-salim indik dünyaya.
Evimizin kapısına doğru yürüdük. Astralı eşim ve müşterek çocuğumuz kucağında. İçimde tedirginlik, tereddüt. Annem nasıl karşılayacaktı bizi acaba? Tamam, evlenmemi, ona bir torun verecek mürüvvetimi bekliyordu ama uzaylı yeşil bir gelini ve melez bir çocuğu değil herhâlde. Gözüm görmesin hepinizi, diye kovabilir kapıdan.
Çekinerek tıklattım kapıyı. Namtare ile yan yana durdum. Kucağında melez çocuğumuz. Yeşil derisi mavi-siyah saçı ile bir ucube olarak mı görecekti çocuğumuzu? Yoksa galaksiler arası birleşmenin şaheseri mi? Yeni Homo Deus’u mu?
Kapıyı açtı, bizi görünce kısa bir şaşkınlık yaşadı. Sonra güneşli bir yaz göğü gibi berrak bir gülümseme ile bir adım attı. Çocuğu kucakladı önce, Namtare ile müşterek melez çocuğumuzu. Torununa sevgi ile bakarken takdir ve minnet tınısı taşıyan bir sesle bize “İçeri geçin,” diye fısıldadı.