Psikoterapist Oray Atay, öğle saatlerinde Kuantum Uygulama Üniversitesine bağlı klinikten çıkarken gözlerini turuncu bulutlara çevirdi. Günün her vaktinde rengini koruyan gökyüzünde doğduğu topraklarda, daha doğrusu makinada eksikliği duyulan doğal enerjiyi iliklerine kadar hissediyordu. Yaklaşık sekiz aydır Gelecekşehir’deydi, kapalı bir alandan dışarı adım attığında yaptığı ilk iş turuncu gökyüzüne bakmaktı. Merdiven basamaklarını inerken keyfini bozan tek şey inşaatı devam eden ek binadan yükselen gürültüydü. Kravatını gevşetti, son basamağı da geride bırakıp yumuşak çimenlere basınca arkasına döndü, cam ve çelikten ibaret bina ışıl ışıldı. Gözleri beşinci kattaydı, uzun zaman sonra yeniden gülümsüyordu. Aylardır her gün girip çıktığı klinikten, bu kez istediğini elde ederek ayrıldığı düşüncesindeydi, en azından, buna epey yaklaşmıştı.
“Amacım en iyi makineyi üretmek değil, insanı yarı tanrı yapmaktı,” demişti hastası. Bin yıl sonra ilk kez konuşmuştu. Bunun ne anlama geldiğini bilmese de bir başlangıç için yeterliydi. Görüşme sonrası raporunu yazarken, zihninde bu cümle saatlerce tekrarlanıp durdu, art arda dizilen altı kelime bir mucize bile yaratabilirdi. Yaman Doğan’la ilk teması sekiz ay önce kurmuştu. Teorik fizik profesörü unvanına sahip adam altmışın üzerindeydi. Genç terapist geniş, konforlu ve beyazlar içindeki hasta odasına adım attığı her gün, onu istisnasız sıkılgan, kaygılı ve umutsuz bulmuştu.
Bakanlığın Yaman Doğan olayına atadığı on ikinci kişiydi, diğer girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Atama bir teklif şeklinde gerçekleşmemiş, aceleyle yazılan görevlendirme kararnamesi eline ulaştığında ne olup bittiğini anlamadan işe koyulmuştu. O sıralar, yerden yirmi beş bin kilometre uzaklıktaki bir uyduda, tatsız bir yerde, hükümlü rehabilitasyonu üzerine çalışıyordu. Neden ben, diye sormadı. Bu umutsuz vakada anlaşılan tüm meslektaşlarına tek tek sıra gelecekti, ta ki hasta ölene kadar. Yere indiği andan itibaren, şehirdeki tek terapist kendisi olduğu için, normalde bunu büyük bir gurur veya fırsat sayabilirdi. Ancak Gelecekşehir’de ruh ve akıl sağlığı konusunda hassas, sıradan insanlar göremezdiniz. Burada sadece kafasını yeni fizik yasaları bulmakla bozmuş, işe yarar teknolojiler yaratmakla didinen, beyaz tenli ve hafif kambur kişiler yaşardı.
Genç terapist aracına doğru ilerlerken derin bir nefes çekti, sekiz aydır gökyüzünü gördüğü her an yaptığı gibi. Üç saat önce Doktor Yaman Doğan katatoniden yaşama dönmüştü ve o ilginç anların gözlerinde tekrar canlanmasını istiyordu. Hasta, tekerlekli sandalyesinde otururken, bir heykel katılığında dursa da, gözleri açık, kulakları ise Drovak’ın Yeni Dünyadan’ındaydı. Odası geniş ve ferah olsa da, bu durum onun karantinada tutulduğu gerçeğini değiştirmiyordu. On yıldır yaşadığı odayla ilgili tek isteği, uyku saatleri dışında her an Drovak’ın müziğini duyabilmekti. O da tıpkı hayranı olduğu Albert Einstein gibi keman çalma yeteneğine sahipti ama enstrüman konusunda talebi olmamıştı, sadece dinlemek istiyordu. Dinginlik, her şeyin yolunda gittiğini hissettiren hava, odaya adım attığı andan beri Oray’ın dikkatini çekmişti. Ağır adımlarla Doktor’un karşısına sandalye çektiğinde, ona daha iyi temas edebilmek için görüşme kurallarını çiğnemiş, yüzüne koruyucu maske takmadan diyaloğa geçmişti. Sormakla yükümlü olduğu resmi soruları art arda sıralayıp bir yanıt alamayınca, bugünün farklı gelişebileceğiyle ilgili hissettiklerinde yanıldığını anlamıştı. Hayal kırıklığı devam ederken yaratıcı depresyon, demans, melankoli ve uykusuzluk kelimelerini not etti. Hastası bu defa gözleri açık bir halde kulaklarını müziğe vermiş görünse de, sessizlik dakikalarca, diğer günlerden farksız sürüp gitmişti.
Yarım saatin sonunda masadan kalkmak üzereyken, “Bu nasıl bir oyun Yaman Bey?” diye sormuştu. Konuşmasının yine bir monologdan öteye geçemeyeceğinden emin bir halde. “Deli olmadığınızı biliyorum efendim. Bu nasıl bir rol?”
İşte o an Doktor’un gözleri parlayıp büyüdüğü için heyecanlanmış, farkında olmadan sandalyesinin kenarlarını sıkıca kavramıştı. Adamın cılız vücudu ilk kez hareket ediyordu, omuzlarını dikleştirip sırtını tekerlekli sandalyeye yasladı. Çukurdan ibaret olan yüzünü terapiste çevirerek, “Rol değil gerçek,” dedi. Oray yıllardır beklenen mucizeye tanıklık etmenin heyecanı içindeyken az da olsa ürkmüştü. “Amacım,” diye sürdürmüştü sözlerini kısa bir öksürüğün ardından, “en iyi makineyi üretmek değil, insanı yarı tanrı yapmaktı.” Hiç kimsenin on yıl boyunca tek kelime ettiğine şahit olmadığı biri için berrak bir sesti. Oray sandalyesini biraz daha yaklaştırsa da ışık sönmüştü. Hastası yine omuzlarını düşürmüş, öksürmüş, titreyerek gözlerini masanın köşesine dikmişti.
Terapist park alanına yaklaşırken bu sözlerin hangi yolu aydınlatabileceğinden başka bir şey düşünemezdi. Aracının ön camına yaslanıp kollarını kavuşturmuş genç bir kadını fark ettiğinde, hasta odasına dair görüntüler uçup gitti. Gökçen Ova, Dünya-Mars Enerji Ortaklığı Projesi kapsamında görevli bir doktora öğrencisi, ayrıca Oray’ın oteldeki yan komşusuydu. Doktor’un Tek Kuantum Bilgisayarıyla Çoklu Evren Modeli isimli makalesiyle ilgileniyordu. Bu çalışma hakkında kliniğe müracaat etmiş, Doktor’la görüşme talebinde bulunmuş ama bu isteği kabul görmemişti.
“Reddedileceğini söylemiştim,” dedi Oray aracının kapasını açarken. Odasına gidip duş almak ve olan biten üzerine düşünmek istiyordu. Beli, bacakları, kolları, vücudundaki küçük-büyük tüm eklemler ağrı içindeydi. Yörüngede yıllar geçirdikten sonra Dünya’ya inmek, yerçekimiyle daha yoğun yüzleşmek anlamı taşıyordu tabii.
“Şansımı deneyeyim dedim,” diye karşılık verdi genç kadın. Diğer kapıya doğru yürümeye koyulmuştu. “Bugün nasıldı? Bir nötrino gibi hiçbir şeyle etkileşim kurmuyor mu hâlâ?”
“Nötrino nedir bilmiyorum ama şunu söyleyeyim,” dedi Oray. Klinik başkanı Dr. Saner Bulur hariç, şu anda kimseye o altı kelimeden söz edemezdi. “Bu adam bir hidrojen bombası potansiyeline sahip.”
Koltuğuna yerleşen genç kadının dudaklarından küçük bir kahkaha döküldü. “Tahmin edebiliyorum. Bu yüzden burada, çalıştığı üniversitenin deliler koğuşunda zaten. Ne trajik!”
Oray’ın direksiyonu kavrayan parmakları sızlarken alnıyla saç diplerini soğuk ter sardı. “Trajik mi?” diye sordu araç hareket ederken. “Şehrin Nobel ödüllü tek fizikçisinin on yıldır karantinada tutulmasıdır trajik olan.”
***
“Mahremiyetinizi kurtarmak için yakıyorum hepsini!” diyordu Yaman Doğan videoda.
Oray, kırk beş dakikadır her bir karesini algılamaya çalıştığı görüntüyü dondurdu. Aynı zamanda koşu bandında kaslarını çalıştırıyordu. Doktor, videoyu on yıl önce üniversitedeki laboratuvarında çekmişti. Gayet rahat hatta keyifli görünüyordu. Söylediği her kelimeyle kollarını havaya kaldırıyor, cümlesini tamamladığında, metal tankın içine saçtığı paraları, çipleri ve kâğıtları eli titremeden ateşe veriyordu. Bu seremoni için en şık takımlarından birini giymiş, saçlarını özenle ortadan ikiye ayırmıştı.
Altmış altı yaşında, yirmi yedi patent, elli sekiz makale sahibi, teorik fizikte alanın önde gelen kuramcılarından biriyken insan neden böyle bir yola girerdi? Kendisi gibi profesör olan yazılımcı ve güzel eşiyle harika giden bir evliliğe sahipken hem de… Doktor’un yüzlük desteler halindeki yirmi iki milyon lirası üç dakikada küle dönerken, Oray yoksulluk ve sefalet içinde geçen gençliğini anımsadı. Hayat adil değildi. Şimdi de çok iyi durumda sayılmazdı, yirmi sekiz yıllık ömründe rahata erdiği bir dönem hatırlamıyordu, yıllarını yörüngede salınan bir uydu içindeki iki odanın kredisine ipotek etmişti. Yüzünü havluyla sildi, boy aynasının karşısına geçti, birbiriyle orantısız duran kol ve bacaklarına göz attı, yerlilerin ona neden ucube görmüş gibi baktıkları ortadaydı.
Yaman Doğa’nın en sarsıcı vakası bu değildi, zira onu karantinaya götüren olay bir intihar girişimiydi. Henüz birinci videonun sarsıntısı dinmemişken bir canlı yayın yapacağını duyurmuştu. Randevu saati geldiğinde sunduğu gösteri ürkütücü, aynı zamanda unutulmazdı.
Doktor ağaçsız bir tepedeydi, üzerinde kesici aletler bulunan bir masanın önünde duruyordu. “Yıllar önce!” diye bağırdı rüzgârlı tepede. “Hastalanırdık. Bizi bu metallerle tedavi ederlerdi. O zamanlar kuantum doktorlar yoktu.” Yüzü aydınlık, sesi coşkuluydu. Kesici aletlerden biriyle sağ kolunu bileğinin üç santim yukarısından yardı. Oray, koldan süzülen kanı ilk gördüğünde kusmuş, mide bulantısı iki gün geçmemişti. “Artık onlara ihtiyacımız yok,” deyip kestiği yere mikro iğnelerle dolu bir vakum düzeneği yerleştirmiş, kuantum doktorları damarlarından sökerken gözlerini kapatmıştı. Görüntü iki dakika bu şekilde devam ettikten sonra son sözlerini söylemiş ve yayın kesilmişti. “İnsan, aşılması gereken bir şeydir. Sizler ne yaptınız onu aşmak için?”
“Nietzsche,” diye fısıldadı Oray. Yüzüncü defa izlediği videoyla yüz kez söylemişti bu ismi. Delirmiş gözüken Yaman Doğan, kuantum doktorlar ifadesiyle, mutasyon genleri tedavi eden nano robotlardan bahsediyordu. Damarlarda dolaşan bu robotlar olmaksızın bir insanın bağışıklık sisteminin çökmesi, çeşitli hastalıkların tekrar yüzeye çıkması varoluşsal bir gerçeklikti. Bu durum Güneş Sistemi için her yerde geçerliydi, güneş patlamaları ve radyasyon iki asırdır hiç olmadığı kadar sık ve şiddetli devam ediyordu. Dünyada yaşayanlar için damarlardaki robotların sayısı otuz binin altına inemezdi. Bu sayının aşağısı vücudu delik deşik ve genleri tahrip eden radyasyona karşı savunmasız kalmak, kısaca ölüm demekti.
Olaydan sonraki günlerde videoda gördüklerini deneyen kırk bir kişi ölmüştü. Doktor, ertesi hafta kamu düzenine karşı tehdit oluşturduğu gerekçesiyle yakalanıp hastaneye kaldırılmıştı. Eşi ise o andan itibaren kayıplardaydı. Yapılan tetkiklerde, Yaman Doğan’ın, kuantum doktorların vücudundaki fonksiyonlarını gerçekten de sona erdirdiği anlaşılmıştı. Bir intihardı. Birkaç ay içinde vücudu kanser başta olmak üzere çeşitli hastalıklarla kaplanmış, kasları hasar görmüş, yürüyemez hale gelmişti.
Oray, hem egzersizle hem de videoyla ilgilenmekten yorgun düşmüşken lensinde bir mesaj uyarısı belirdi. Mesajın klinik başkanı Saner Bulur tarafından Çok Gizli ibaresiyle servis edildiğini görünce hareketsiz kaldı. “Sen de nereden çıktın?” diye mırıldandı. Klinik başkanı tanıştıkları ilk gün, hastası hakkındaki veri paylaşımına dair açık olacağını söylemişti, demek ki ciddiydi. Yorgunluk ve eklem ağrılarından sıyrılarak mesajı okudu.
“Y.D.’nin Şifresi Çözülen Projeleri (Detaylar Gizlidir):
- Schrödinger’in Kedisi İçin Alternatif Yaşam Formları
- Işığın Parçacık Doğasından Sınırsız Enerji
- Canlılar İçin Dalga-Parçacık Uygulaması
- Atom Çekirdeği ve Elektronlar Arası Boşlukta Veri Depolama
- Odysseus’un Köpük Evrenleri (Tamamlanmak Üzere)
Not: İnine girdik sonunda Oray. Ne düşünüyorsun? Seni mesai bitiminde arayacağım.”
Psikoterapist ilk dört maddenin Doktor’un uzmanlık alanı yani kuantum mekaniğiyle ilgili olduğunu anlamıştı. Ama ya beşindi madde? Kaşlarını çatarak, “Odysseus’un Köpük Evrenleri mi?” dedi. “Yoksa gerçekten de delirdin mi Yaman Bey?”
***
Oray, Yaman Doğan’da baskın üç çeşit karakter özelliği teşhis etmişti: yaratıcı, nevrovik, mazoşist. Kuantum doktorların -mucidi onlara kuantum doktorlar da diyordu- insan vücuduna entegrasyonu onun yaratıcılığıyla tamamlanmış, Nobel de ardından gelmişti. İlk gençliğinden beri dönem dönem toplumdan uzaklaşır, kendisini kapalı alana hapseder, ortaya çıktığında ise zekâsı güneş gibi parlardı. IO-24T Galaksisi’nde atmosfer bulunabilecek gezegenlerin tespitini, koordinatlar üzerine formüle etmeyi benzer bir nevroz nöbeti sonrası başarmıştı. Mazoşistliği de kuantum doktorları vücudundan söküp atmakla zirveye ulaşmıştı. Akciğer, bağırsak ve midesinde tümör hücreleri çoğalmaya devam ederken beyni temizdi. Belki orayı, en işe yarar organını koruma altına almıştı.
Duvara kocaman mahremiyet yazan Oray, kelimenin önünde durup düşündü. Nietzsche’den yaptığı alıntı ne anlama geliyordu? Yarı tanrı olmak neydi ve insanların mahremiyeti nasıl kurtarılabilirdi, görmeye çalıştı ama tüm yollar karanlıktı. Duşa girmek üzereydi ki telefonu çaldı, arayan klinik başkanıydı.
“Odysseus da kim Saner?” diyerek açtı telefonu.
“Bir merhaba yok mu?” Dr. Saner Bulur yaklaşık iki yüz kiloluk bir cüsseye sahipti. Sesi beş kilometrelik bir koşunun ardından telefona sarılmış gibiydi, nefesini boşalttı. “Üzerinde çalışıyoruz. Laboratuvarının bilgi ağına girebilmek için yıllar harcadık. Gerçi, bilgisayarcılara kalırsa şu an sadece kafamızı sokabilmişiz.”
“O tam bir mazoşist!” dedi Oray dolaptan havlu çıkarırken. “Nevrotik bir deha.”
“Bunları tüm dünya biliyor.”
“Karısıyla ilgili bir şey söyleyebilecek misin?” Alt çekmecede temiz çamaşırı kalmadığını görünce bir küfür savurdu.
“Tam bir afet.”
“Niyetim dış görünümünü sormak değildi,” diye araya girdi.
“Biliyorum,” diyen klinik başkanının kahkahası kısa sürdü. Nefesi düzene girmişti. “Hâlâ ortalıkta yok, herkes yıllardır onun peşinde, biliyorsun. Yanlış yerde aradıklarından eminim. Venüs’ün çevresini saran şehirlerin birinde, uzak akrabalarının yanında olduğunu düşünüyorum.”
“Kim bilir, belki de gerçekten yanı başımızdadır,” derken sıcak suyu açtı. “Yaman Doğan olayı tam anlamıyla beni aşan bir vaka ama o odaya girmekten garip bir haz duyuyorum.”
“Elinden geleni yapıyorsun Oray. Meslektaşların içinde Doktor’a en uzun süre dayanabilen sensin.”
“Teşekkürler! Dünya ayrıca onu akıl hastası sanıyor ama öyle değil.”
“Dünyayı boş ver şimdi.” Dr. Saner birkaç saniye duraksadı. “Sana bir iyi bir kötü haberim var. Bunun için aramıştım.”
“Neymiş?” diyen terapist su buharının aynada oluşturduğu buğuya Gökçen yazdı. “O altı kelimeden sonra işlerin ilginçleşeceğini biliyordum. Önce kötü haberi istiyorum.”
“Hemen buraya gelmen gerekiyor.”
“Beklediğim kadar kötü değilmiş. İyi haber?”
“Yaman Bey seninle görüşmek istiyor. Hemen, şimdi!”
***
Karantinadaki adam kuantum varoluşçuydu. Drovak’ın dokuzuncu senfonisi, serbest elektronlarının arasını varoluşla doldururken gözleri kapalıydı. Yüzünde hafif bir tebessüm belirmiş, kendini sadece sükûnette hatırlanabilecek hislere kaptırmıştı. En üstün hazların zihinsel olduğuna inanıyordu.
Dünya yirmi üçüncü yüzyılın son çeyreğinde Güneş patlamaları ve küresel ısınmayla boğuşurken, milyonlarca insan radyoaktivite kaynaklı hastalıklar nedeniyle ölmüştü. Ailesini nesilden nesle geçen kanser hücreleriyle kaybeden Yaman Doğan, doktorasını tamamladığında artık neye yönelmesi gerektiğini biliyordu.
Senfoninin dördüncü bölümünde gözleri hafifçe aralandı, “Delilah,” diye fısıldadı.
Ateşe verdiği notlarında şöyle yazmıştı: “İmgelemlerini özgür kılmış bilim insanlarını, dostlarımı örgütledim, maddi kaynak için Güneş Sistemi Geliştirme Birliği ülkeleri ile gizli toplantılar ayarlayıp fon sağladım. Kuantum doktorlarından sonra hiç kimsenin, hükümetin bile haberdar olmadığı kuantum gözleri bu şekilde doğdu ve bu beni yarı tanrı yaptı. Kuantum gözler, Yaman Doğan Etki Alanı ismini verdiğim bir enerji ortamına giren insanlar ve onları oluşturan atomlarla çalışıyor. Bu bir delilik ama başardım, yeni evrenler keşfetme arifesindeyim. Atomu çevreleyen elektronların süper pozisyon durumunu, yani aynı anda birden fazla yerde bulunabilme özelliğini, veri kaydı ve aktarımı için uyarladım. Herkesten ve her şeyden güçlüyüm. Yirmi yıllık çalışmamla insan kavrayışının ötesine geçtim, evet, kendimi nihayet aştım. Vatandaşlarımız olan bitenden habersizken hükümet kuantum gözleri kitle kontrolünde kullanabilir, böylece her insan bir kuantum bilgisayarı niteliği taşıyabilir. Ama hükümetin bunu bilmesine izin vermeyeceğim. Tüm bilgiyi, sahip olduğum tüm parayı herkesin gözü önünde yakıp ikinci aşamaya geçeceğim, köpük evrenlerime.”
Doktor, odasının kapısı açılırken tebessümü arttı, “Delilah, sevgilim, çok az kaldı,” diye fısıldadı.
***
Oray belli etmemeye çalışsa da beklenmeyen davet onu germişti. Hava hâlâ kararmamıştı, uzun bir gün olacağa benziyordu. Kapıdan girer girmez gözlerini Doktor’a dikmiş, adamın dudaklarının dua ediyormuşçasına kıpırdadığını görmüştü. Sandalyeye oturup, “İşte buradayım Yaman Bey,” dedi. “Davetiniz için teşekkür ederim.”
Doktor, gözlerini açmadan, “Ben ölmek üzere olan bir hastayım sevgili terapist,” dedi. “Bana bu realiteye göre yaklaşmalısın. Gerçek bir sohbet istiyorum. Dostça.”
“Siz nasıl isterseniz,” diyen Oray, ellerini masanın üzerinde kavuşturdu. Adamın ağzından çıkan her kelime, ondan alacağı her yanıt bir çeşit orgazm hissi yaratıyordu. “On yılda kırk bir kilo verdiniz. Kanser hücreleri de cabası. Kuantum doktorları neden reddediyorsunuz?”
“Sence ben deli miyim sevgili terapist?”
“Herkes kadar.”
“Neden buraya girdiğinde diğerleri gibi koruyucu maske takmıyorsun? Sana hastalık bulaştırabilirim.”
“Konuşurken ikimiz de maskelerden uzak olmalıyız efendim.”
Dudakları tebessümle gerilen Doktor, “Hayatta her şeyi tecrübe edebiliriz ama bir şey hariç,” dedi. Gözlerini bir anlığına yavaşça açmıştı. “Bu şey nedir sevgili terapist.”
“Ölüm.”
Kahkahalar arasından, “Doğru,” diyen Doktor, müziğe işaret parmaklarıyla eşlik ediyordu. “Ama benim cevabım bu değildi. Biz fizikçiler için cevap ışık hızında yolculuk etmek, hatta farklı evrenler keşfetmektir. Yakında ruhum bedenimden ayrılırken taze, ayak değmemiş bir evrene nüfuz edebilmeyi diliyorum. Tabii ışık hızında.”
“Uzun zamandır ölen biri olmadı.”
“Bunca canlının pisliğini kaldıramayız sevgili terapist. Yakında ölmeye başlayacaklar.”
“Bunun başka bir yolu olmalı,” derken anlayışlı görünmeye çaba gösteriyordu. “Siz insanoğlu için bir mucize gerçekleştirdiğiniz, sayenizde radyasyondan etkilenmiyoruz, öyle değil mi?”
Kafasını iki yana sallayan adam, “Kuantum doktorlara bir mucize denemez,” dedi. “Neler yapabileceğim hakkında en ufak bir fikrin yok, ne acı. Söylesene sevgili terapist… Hükümet beni başına bela etmeden önce neler yapıyordun?”
Oray titreyen parmaklarını masanın altına gizledi. “Enceladus’dan Dünya’ya yasadışı yollarla giren kaçakların psikososyal rehabilitasyonda görevliydim.”
“Hah, hükümlü uydusundaydın demek. Parlak bir geçmiş sayılmaz. Geçim sıkıntısı seni çok uğraştırdı mı?” diye sorarken terapisti tepeden tırnağa süzdü. “Dünya’ya gelip bir ucubeye dönüşmeyi göze aldığına göre cevap evet olmalı.”
“Bu işi reddetme gibi bir şansım yoktu.”
“Ben olsaydım tüm kaçakları derhal ülkelerine yollardım sevgili terapist.” Tekerlekli sandalyesiyle dolaşmaya koyuldu. “Dünya diğerleri için sadece risktir. Çünkü ben buradayım.”
Birkaç saniye devam eden sessizliği bozan Oray, “Sizinle sohbet keyifli Yaman Bey,” dedi. “Ama beni buraya sadece sohbet için çağırmadığınızı tahmin ediyorum.”
“Haklısın,” diyen Doktor sandalyeyi misafirine döndürdü. “On yıldır neler olduğunu öğrenmek istiyor musun?”
“Ne kadar istediğimi tahmin bile edemezsiniz.” Ayağa kalkmıştı ve hastasının hareketlerini takip ediyordu.
“Odysseus’un Köpük Evrenleri’ni de merak ediyorsun değil mi? O zırva projeler içinde bir tek ona anlam veremedin.”
Terapistin gözleri sonuna kadar açılmış, tüm eklemleri sızlamaya koyulmuştu. Laboratuvarında bir delik açtıklarını bilmesi imkânsızdı. Buluşma gerçekleşmeden önce Odysseus’un kim olduğunu araştırmadığı için pişmandı.
“Bildiklerim seni şaşırtıyor genç adam. Evet, neler yapabileceğim hakkında en ufak bir fikriniz yok.”
“Ne istediğinizi söyleyin.”
“Bu akşama bir görüşme ayarlayacağız.” Misafirinin yarım metre önünde sandalyesini durdurdu. “Bunun için bazı şartlarım var.”
“Nasıl bir görüşme?”
“Şartlarımı sağlarsanız bir sonraki gün, yeni dünyanın ilk günü olacak.”
Oray, titreyen ellerini cebine sokup, “Sizi dinliyorum,” dedi.
***
Delilah, on yıldır uzayın soğuk boşluğundaydı.
Kuantum Gözler Projesi’nin son aşamasında, uygulama sırasında elde edilecek görüntü-ses sinyallerini DNA zincirlerine kodlayabilecek, Yaman Doğan Etki Alanı’nın casus uydularla kontrol edilmesini sağlayacak bir yazılıma ihtiyaç duymuştu. Kodlama için en uygun kişi, IBM’de büyük başarılar kazanmış Delilah’tı. Büyük aşk bu şekilde doğmuştu. Kadının adı Bengi olmasına rağmen, yataktaki cazibesinden dolayı kocası ona Delilah derdi.
On yıldır Makro SKY’ın Dünya’dan yüz bin kilometre uzaklıktaki istasyonunda kocasını izleyip Drovak dinliyordu. Büyük bir fedakârlıktı. Yaman Doğan Etki Alanı’nı tam vaktinde, kocasından işaret alır almaz hedefe yansıtmalıydı.
Kuantum gözler sayesinde Doktor’la görüşen herkes onun kamerasıydı. Tek sorun, kocasıyla konuşmak için odaya giren kişilerin, bir şekilde kuantum gözleri etkisiz hale getiren maske takmalarıydı. Onlara maskelerin hastadan bulaşması olası hastalıklara karşı bir önlem olduğu söyleniyordu. Sadece bir kişi, genç ve etik değerlere sahip bir terapist, çuvallayan on bir meslektaşının aksine maskeyi reddetmişti. Delilah, final için zaman hızla tükenirken yardıma yetişen terapiste minnettardı.
Genç terapist son görüşmede kocasının şartlarını dinlerken, Delilah finali nasıl hazırlaması gerektiğini anlamıştı.
***
Altıntepe’de, üç bin beş yüz metrelik rakımda, ıssız bir yerdelerdi. Dolunay geceyi gizlerden kurtarmıştı. Doktor, iki adam tarafından klinikten kaçırılmış, gizlice alana getirilmişti. Üç kişinin ortasında Ulusal Gözlemevi’nin en gelişmiş teleskoplarından biri duruyordu, alandaki tek ağacın önünde ise yan yana iki lazer ekranı. Drovak da onlarlaydı.
“İnanılmaz şeyler söylediniz!” dedi Dr. Saner Bulur. “Ama anlayamadığım şey şu. Yirmi yıl üzerinde çalıştığınız kuantum gözlerini yok etmeseniz de hükümetten saklayamaz mıydınız?”
“Yok ettim sayılmaz,” diyen Doktor gözlem aletine doğru harekete geçti. “Büyük bombamın fitilini ateşledikten sonra kendiliğinden yok olacak.”
“Büyük bombanız nedir?”
“Odyyseus’un Köpük Evrenleri,” dedi Oray. Eğer adamın anlattıkları doğruysa, ki bunu ispatlarıyla ortaya dökmüştü, başları büyük bir belaya girebilirdi.
“Doğru cevap sevgili terapist. Bunun için kendinle gurur duymalısın.” Teleskopla birtakım açısal ayarlamalar yapıyordu. “İşte hazır, yukarıya işaretimi gönderdim. Delilah bu aletin görüş alanına girene kadar Odysseus’un Köpük Evrenleri için vaktimiz var.”
Oray turuncu gökyüzünde teleskobun beklediği şeyi görmeye çalıştı, yukarısı ilk kez ona ürkütücü geliyordu. Doktor’un karşısında durup kollarını kavuşturdu. Klinik başkanı da yanında durmuştu, endişeliydi, gözü hâlâ alette olan adama bakıyordu, onu içeriden çıkarmakla acaba hata mı ettim diye içten içe söylenip duruyordu.
“Kharybdis’ten Skylla’ya düşmek diye bir şey duymuş muydunuz?” diye sordu Doktor gözlerini dinleyicilerine çevirirken. Terapist onun iki saat içinde en az yirmi kilo aldığına yemin edebilirdi.
Doktor karşısındaki tedirgin yüzlerden cevap alamayınca devam etti: “Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir şey. Eski bir efsaneye dayanır. Efsaneleri bilir misiniz?”
“Az çok,” dedi Oray.
“Güzel. Bir fizikçinin kafa dağıtmak için birçok şeye ihtiyacı vardır. Müzik bunlardan biri, efsaneler de. Binlerce yıl öncesinin görkemli şehri Troya güçlü bir kuşatmayla çevrelenir. Yüzlerce kent devleti katılır bu kuşatmaya. Biri de kral Odysseus’unkidir. Troya on yıl sonra düşer. Herkes evine döner, Odysseus da. Ancak onun yolu çilelidir. Başına gelmedik kalmaz, uzun bir hikâye. Odysseus gemisiyle eve doğru yol alırken dar bir boğazdan geçmesi gerekir. Boğazın iki yanında deniz canavarları vardır. Biri Skylla biri Kharybdis. Odysseus iki seçeneğe sahiptir. Ya Kharybdis’in yanında geçip gemisiyle birlikte yok olacak ya da Skylla’ya yaklaşıp altı mürettebatını kurban edecektir. Kurnaz Odysseus altı arkadaşını kurban etmeyi seçip Skylla’ya yanaşır. Güzel karısı Penelope’a ancak böyle kavuşacaktır çünkü.”
“Yem olan mürettebat da bunu isterdi sanırım,” dedi Saner.
“Aynı fikirdeyim. Az önceki sorunun cevabını aldın. Daha büyük fikirler için diğerlerinden vazgeçersin genelde. Bazen de sevdiğin kişi için. İnsanın kendini aşması buna bağlı.”
“Bir saniye,” diye araya girdi Oray. “Kuantum gözlerinizden bile önemli bir projeniz mi var? Buraya kuantum gözlerini tamamen yok etmek, insanların mahremiyetini korumak istediğiniz için getirdik sizi.” Teleskobu işaret etti. “Eşiniz de size yardım edecekti.”
“Haklısın sevgili terapist.”
“Bundan bile büyük olan fikriniz nedir öyleyse?”
“Büyük Patlama ile neler oldu biliyor musunuz?”
“Bir evren meydana geldi,” dedi Saner. Canı iyiden iyiye sıkılmıştı. “Yıldızlara, gezegenlere kavuştuk.”
“Ve yaşama,” diye ilave etti Oray.
“Doğru. Sizce büyük patlama sırasında tek bir evren mi oluştu? Bunu köpükler saçan bir patlama olarak düşünmememiz için bir sebep yok. Kuantum gözleri yaptıktan sonra tek bir evrenle yetinmememiz gerektiğini keşfettim. Patlamadan sonraki her köpük bir evrendi, sayısız köpükle sayısız evren çıktı ortaya. Köpüğün içindeki ortam bize sahip olduğumuz tüm maddeyi, elementleri ve yaşamı verdi. Ancak her köpüğün kendine özgü bir alanı vardır. Evrenimiz için her cinsten maddeye özelliklerini veren bu alana biz Higgs Alanı diyoruz. Tüm evrenlerin farklı bir periyodik tablosu var. Yeni evrenimde buna Doğan Alanı denmemesi için bir sebep göremiyorum.”
Oray ve Saner göz göze geldi. Duyduklarının mümkün olup olamayacağının cevabını birbirlerinin gözlerinde aradılar.
“Bu yeni evrenlere, yani diğer köpüklere nasıl kapı açabileceğimi biliyorum. Biraz vakit gerekiyordu ve Delilah bunu halletti. O az sonra üzerimizden geçerken bir seçim yapmam gerekecek.”
“Nasıl bir seçim?” diye soran Oray aslında cevabı biliyordu.
“Tıpkı Odysseus gibi. Onun macerası on yıl sürmüştü, benimki de öyle. Sonunda sevdiği kişiye kavuştu, bu benim için de gerçekleşecek. Yeni bir evrene geçiş yapabilmem için sizi feda etmem gerekiyor. Nasıl olacağını anlatayım. Delilah istasyonuyla üzerimizden geçerken Yaman Doğan Etki Alanı’nı ayak bastığımız toprağa yansıtacak. Böylelikle ikiniz de bana lazım olan kuantum bilgisayarlarına dönüşeceksiniz.” Doktor’un gözleri teleskoba gitti. “İşte onu artık görüyorum. Kafanızı yukarı kaldırın lütfen.”
Oray koyu turuncu gökyüzünde bir yıldız gibi parlayarak ilerleyen istasyonu gördü. Aynı anda ağacın yanındaki lazer ekranlar ışımaya başlamıştı.
“Kendi adımı verdiğim alan enerjisini hissediyor musunuz?”
Genç terapist ekranlara doğru harekete geçmek istese de zaten sızlayan eklemleri, dengesiz kol ve bacakları hepten tutmaz olmuştu. Dr. Saner için de durum farklı değildi, iki yüz kiloluk vücuduyla zar zor hareket ederken yere kapaklandı.
Oray da daha fazla dayanamadı, dizlerinin üzerine çökerken yerçekiminin normalden on kat fazla tesir ettiğini hissetti. Gözlerini eski hastasına çevirdiğinde ise şaşkınlıkla inledi, adam ayağa kalkmıştı.
“Delilah, sevgilim,” diyen Doktor teleskoba son bir kez daha baktı. “Her köpüğü keşfetmemiz gerek. Eminim ki hepsinde bizlerden çok farklı yaşam formları mevcut. Onlarla tanışmaya can atıyorum. İlerde yeni bir seçim yapmam gerekecek. O an geldiğinde, bu evreni de feda etmekten çekinmeyeceğim.”
Dr. Saner’in vücudu tepkimeye geçmişti. Sağdaki lazer ekranı, Delilah’ın istasyonuna doğru gönderdiği ışınları oraya sanki klinik başkanının vücudundan aldığı enerjiyle ulaştırıyordu. Doktor yavaş yavaş parlayan diğer ekrana doğru giderken, Oray da kendi vücudundaki karıncalanmayla inledi.
“Tüm elektronlarınıza şükürler olsun,” diye bağırdı Doktor. Kahkahası temiz havayı doldurdu.
“Bu kadar erken şükretmeyin Yaman Bey,” dedi bir kadın. Oray iyice kararan gözleriyle Gökçen’i zar zor seçti. Gayet sakin bir şekilde kendisine bakıyordu. “Bu adam potansiyeli bir hidrojen bombasından çok daha fazlası Oray. Keşke bunu anlayabilseydiniz.” Gökyüzünden şimşek çakmasına benzer bir patlama ve aydınlık yükseldi.
Doktor acı içinde çığlık attı, anlaşılan Delilah’ın istasyonu vazifesini tamamlayamadan infilak etmişti. Üzüntüsü birkaç saniye içinde öfkeye döndüğünde, “Senin için geri dönerim belki sürtük!” diye bağırdı. Volkan Doğan Etki Alanı enerjisini kaybetmeden, lazer ekranın önünde, artık sağlıklı görünen vücuduyla tepkimesini tamamladı, “Yeni dünyamda adım Odysseus!” diye bağırdı. Parçacıklarına ayrılması, kör edici bir ışık saçarak ortadan kaybolması birkaç saniye sürdü. Drovak’ın senfonisi de o an son buldu.
“Sadece biriniz onun için yeterliydiniz,” dedi Gökçen. Lazer ekranlara enerji sağlayan jeneratörleri kapatıyordu. “Ama işini sağlama alıp birinizi yedekte tuttu.”
“Ona ne oldu?” diye sordu Oray. Doktor’un içinde kaybolduğu ekranlar bir süre daha parlamayı sürdürdü. Gözleri gökyüzünden onlara doğru yaklaşan birkaç hükümet aracını seçebilmişti. Saner’in vücudunun normale dönmesiyle rahat bir nefes aldı.
“Belki dediği şeyi başarmıştır,” dedi Gökçen. “Belki de karısı gibi ölmüştür.”
“Nasıl haberin oldu?” Terapist artık ayağa kalkmıştı.
“Onu izleyen sadece siz değildiniz, yıllardır bugünü bekliyorduk.” Bir kart çıkardı, orada Mars-Dünya Bilgi Güvenlik Birimi ajanı olduğu yazıyordu.
Genç terapist, Gökçen’i her zaman gizemli bulmuştu ama bu kadarını beklemiyordu. Sonuna kadar açılan gözleri normale döndüğünde ağzından bir kahkaha boşaldı. “Baştan beri beni de takip ediyordun demek.”
“Hem de nasıl,” dedi kadın. “Hatta banyonun buharında adımı aynaya yazdığını görecek kadar. Aklında neler vardı?”
“Bunu görmek istiyorsan,” deyip genç kadının koluna girdi. “Şu hararetli günü artık sonlandırmalıyız.”
“Önce köpüklü bir banyoya ihtiyacın var.”
“Bana köpük deme.”