Octadrone | Kenan Demir (Kısa Öykü)

Eski bir kanepe, 32 ekran televizyon, sehpa, komodin ve iki dambıl… Kısaca odada yer alan ve ağırlığı olan her şeyi kapının arkasına yığdım, hatta kuru mama yiyerek semirmiş bir kedi bile bu garip barikattaki yerini almış durumda; tembel kediye kanepeden ayrılmak zor gelmiş olmalı.

Şu sinir bozucu ses olmasa, günlerce bu izbe odada yaşayabilirim aslında… Ama korkarım ki kapının önündeki ele geçirilmiş zavallı, her şeyin farkında. Kapıyı açamasa bile yumruklayarak beni baskı altına alıp bir şekilde buradan çıkacağımı biliyor. Avını bekleyen bir komodo ejderi gibi zayıf anımı kolluyor.

Çabuk öğreniyorlar bu bir gerçek, bazen bizi bizden daha iyi tanıdıklarını düşünüyorum. Ama yine de düştüğümüz bu durum bana komik geliyor; evrenin etrafımızda döndüğünü düşünerek bunca yıl kendimizi küçük tanrılar olarak gördük; gerçi teknik olarak başımıza gelen bu belayı da biz yarattık.

Hala kapıyı yumruklamaya devam ediyor; inatçı mı, yoksa bir psikopat mı bunu bilmiyorum ama kesinlikle sinir bozucu. Peki bu büyük keşif böyle sinir bozucu bir hale nasıl geldi dersiniz? Cevabı bulmak için elinize herhangi bir ayna alıp bakmanız yeterli. Adım Stein Olsen, mekatronik mühendisiyim ve olayların bu şekilde gelişmesinde benim de oldukça fazla katkım var.

Her şey 2017 yılında sıradan bir günde gökyüzünde parıldayan o esrarengiz cisimle başladı. İlk başta bir göktaşı olduğunu düşünmüştük ama görgü tanıklarının çektiği video sosyal medyada yayılmaya başlayınca bunun göktaşı olmadığını anlamıştık; daha çok mekanik bir ahtapota benzeyen tuhaf şey kesinlikle bu dünyaya ait değildi. Gürültüyle yere çakıldığında olayların bu kadar ilginç bir hal alacağını kim bilebilirdi. Kısa bir süre içinde bürokrasi devreye girmiş ve tüm videolar internetten kaldırılıp, enkaz alanı temizlenmişti. Videoyu sosyal medya üzerinden kaydeden insanlar bürokratik yasaklara rağmen defalarca paylaşmaya devam etsede; insanlar bir kere videodaki görüntünün kurmaca olduğuna ve dikkat çekmek isteyen gençlerin kaydettiğine inandırılmıştı; tartışma programları ve diğer TV programları sayesinde bu tarz şeylere inanmanın ne kadar saçma olduğu düşüncesi saatlerce gözümüze gözümüze sokulmuştu. Bürokratlar yine insanoğlunun en büyük zaafı olan unutkanlığı kullanmayı bilmiş ve her şeyin üzerini örtmüştü.

Oysa arka tarafta işlerin oldukça farklı yürüdüğünü çok sonra öğrendik; bilim insanları yeryüzüne düşen bu tuhaf şeyi günlerce inceledikten sonra, metal bir ahtapotu andırdığı için “octopus” ve “drone” kelimelerini birleştirerek “Octodrone” adını vermişlerdi. Bize oldukça garip gelen bir teknolojiyle üretilmişti; metal dış kabuğunun içinde organik bir kütle yer alıyordu ve mekatronik kısımların ihtiyaç duyduğu enerji bu organizma tarafından üretiliyordu. Bilim insanları ve çok uluslu teknoloji şirketleri bu teknolojinin tüm detaylarını öğrenmek istiyorlardı; bunun için en iyi yöntem Octodrone’u yeniden çalıştırmaktı. Duran bir kalbin şoklanarak hayata döndürülmesi gibi Octodrone’un içinde yer alan organik kısımlara da elektrik şoku uygulanacaktı.

Herkese mantıklı gelen bu fikir gerçekten de işe yaramıştı; Octodrone tekrar çalışmaya başladığında bunun aslında diğer galaksileri keşfetmek için tasarlanan bir sonda olduğunu öğrenmemiz çok uzun sürmedi ve bu sondayı tasarlayanlar, bizim yıllar önce ürettiğimiz Voyager gibi Octodrone’un ulaştığı gezegendeki yaşam formlarına iletmesi için gezegenlerinin galaksideki konumu ile kendi görüntülerinin yer aldığı bir holografik görüntü hazırlamışlardı. İlginç olan şu ki bu sondanın yapıldığı gezegen Samanyolu galaksisinde yer alan Güneş sisteminin üçüncü gezegeni Dünya’ydı ve doğal olarak bu gezegenin sakinleri de insanlardı.

Octodrone’un holografik olarak yansıttığı görüntülerdeki dünya, bizim dünyamızdan oldukça farklıydı; insanlar artık karada yer alan şehirleri terk etmiş ve gökyüzünde yeni şehirler inşa etmişti. Gri ve kalın bir bulut tabakasının üzerinde gökyüzündeki şehirlerde yaşayan insanlar da bizden farklı görünüyordu; doğdukları andan itibaren gözlerinde, ellerinde, ayaklarında ve göğüslerinde mekatronik parçalar yer alıyordu; bu bizim geleceğimizdi ve gelecekte torunlarımız şimdi düşündüğümüzün aksine robotları insanlaştırmak yerine, kendilerini robotlaştırmış olmalıydı.

İyi ama torunlarımız bize neden bir sonda göndermişti ve daha da önemlisi bunu nasıl başarmışlardı? Geçmişe yolculuk yapabilecek bir teknolojiye sahipseler neden kendileri gelmemişti? Bilim insanlarına göre bu olay bir kaza ya da rastlantı sonucu gerçekleşmişti. Bu fikri destekleyen en makul teori “Von Neumann Sondası” teorisiydi. Teoriye göre gelecekte teknolojik tekilliğe ulaşan insanlık galaksiyi keşfetmek için kendini klonlayarak evrene yayılacak sondalar üretmeyi başarmıştı. Bu sondalar ulaştıkları asteroit ve gezegenlerden elde ettikleri hammaddelerle kendilerini klonlayarak çoğalıyordu. Teorinin ikinci kısmında sondalardan birinin, büyük kütleli bir kara deliğin çekim alanına kapılıp oluşan zaman kırılmasının bir sonucu olarak geçmişe yolculuk etmiş olabileceği yer alıyordu. Oldukça uçuk bir teoriydi ama en azından bu sondayı uzaylıların yardımıyla Dünya’yı kaosa sürüklemek isteyen Kuzey Kore’nin ürettiğini öne süren komplo teorisine göre hem daha bilimsel hem de akla daha yatkındı.

Geleceğimize dair görüntüler herkesi büyülemişti, hiç kimse torunlarımızın neden gökyüzünde şehirler kurduğunu sorgulamıyor, karaların yaşanılmaz bir hale gelmesini ve kalın gri bulut tabakasını önemsemiyordu. Tek düşünceleri teknolojik tekilliğe şimdiden ulaşmaktı. Torunlarımız gibi organik makineler yapmak kısaca tanrıcılık oynamak istiyorlardı. Üç boyutlu yazıcı teknolojisiyle kas hücrelerini kullanarak et üretebiliyorduk; kısa bir süre sonra pekala çalışan organellerde yaratabilir, mevcut organelleri taklit etme aşamasını geçtikten sonra eşi benzeri olmayan yeni organlar tasarlayabilirdik. Yeni tasarlayacağımız organlar sayesinde belkide hiç bir ek önleme gerek olmadan uzay yürüyüşüne çıkabilecek, başka gezegenleri keşfederken anında o gezegenin koşullarına adapte olabilecektik; kısaca kendi evrimimizi kendimiz şekillendirecektik ve artık ne olmak istiyorsak o olacaktık. Bir çok bilim insanı bu teknolojilerin nasıl ticari fikirlere dönüştürebileceğini araştırıyor ve Octodrone üzerindeki deneyler hız kesmeden devam ediyordu.

Metal kabuğun iç kısmında yer alan organik kısım, içinde kan yerine mavi parlak sıvı dolaşan geniş bir damar ağına sahipti. İçeriği incelendiğinde gelecekteki insanların kan hücrelerini taklit eden farklı bir nano teknoloji geliştirdiği anlaşılıyordu. Octodrone tüm organik yapısına rağmen yarı robottu ve tüm robotlar gibi bir yazılıma sahipti ama bu yazılım bizim kullandığımız kod sistemlerine hiç benzemiyordu. DNA yapısına benzer bir şekilde nükleotitlerden oluşan ve hidrojen temelli bir kodlama diliydi. DNA’dan farklı olarak mutasyona ihtiyaç duymadan, sadece element değerlerine bağlı olarak yapısı değişebiliyordu. Bu kod sistemine ODB adı verilmişti ve uzun araştırmalar sonucunda büyük bir kısmı çözülmüştü. ODB Octodrone’un tüm davranışlarını ve protokolleri yöneten bir yapıya sahipti; “Yaşam formlarıyla karşılaştığında temas protokolünü devreye sok”, ya da “Bu gezegende işin bitti, hammadde bulup kendini klonla ve başka gezegenler keşfet” gibi farklı durumlarla karşılaştığında nasıl çalışması gerektiği önceden torunlarımız tarafından kodlanmıştı. Bunun dışında aynı zamanda bir yapay zekaya sahip olan Octodrone kendi kendine öğrenebiliyordu.

Bilim insanları sistemi büyük oranda çözümlemişti ama daha tam manasıyla böyle bir teknolojiye vâkıf değillerdi ve bunun bedeli ağır olacaktı; ODB üzerinde çalışan bilim insanları yanlışlıkla tüm yapıyı etkileyecek yapay bir reaksiyona neden olduklarında Octodrone kontrolden çıkarak kendini klonlama protokolünü başlamıştı; üstelik hammadde olarak ilk önce bulunduğu laboratuvardaki bilim insanlarını kullanmıştı. İnsan vücudu içerdiği %18 karbon ve yüksek oranda protein ile yeni üretilecek Octodrone’lar için iyi bir kaynaktı. Elbette sadece insanlar hedef değildi, Dünya’daki tüm canlılar hatta şu an tüm gürültüye rağmen kanepede mışıl mışıl uyumaya devam eden kedi de tehlike altındaydı ama insanların uzun yıllardır dominant tür olarak hüküm sürerken bir anda ideal av haline gelmesi gerçekten trajikomik bir durumdu; ne yazık ki nüfusumuzun kalabalık olması ve bir arada yaşıyor olmamız bizi kolay hedefler haline getiriyordu. Octodrone’lar hammadde elde etmek için yakaladıkları insanların göğüslerine metal duyargalarını saplıyor ve bir anda moleküllerine ayırıyordu; işlerini bitirdiklerinde cesetlerin kullanılmayan kısımları rüzgara kapılmış kum taneleri gibi dağılıyordu.

Hızla çoğalmaya başlayan Octodrone’lar yavaş yavaş şehirleri istila ediyor ve insanlar büyük kitleler halinde bu şehirlerden kaçmaya çalışıyordu. Otoyollar ve havaalanlarının kullanılamaz hale gelmesi çok uzun sürmedi. Artık bu durum bölgesel bir kriz olmaktan ziyade giderek küresel bir tehdide dönüşüyordu.

Birleşmiş Milletler acil bir şekilde toplandı ve neler yapılabileceği gözden geçirildikten sonra, büyük bir askeri operasyon için tüm ülkeler güçlerini birleştirdi. Savaş uçakları özel birlikler ve ağır silahlar Octodrone’ları dünyadan silmek için hazırdı fakat insanlar bir şeyi göz ardı etmişti; Octodrone’lar analiz ediyor, öğreniyor ve bu şekilde üretilen her yeni klon önceki klonlardan daha üstün olarak üretiliyordu. Kanlı savaşlar sonunda çok az kayıp veren Octodrone’lara karşılık yüzbinlerce insan ölmüştü. Üstelik cesetler Octodrone’ların kolay hammadde bulmasını sağlayarak daha hızlı çoğalmalarına neden oluyordu. Klonlanan Octodrone’ların bir kısmı dünyadan ayrılarak uzaya yayılmaya devam ediyor ve belkide bizim gibi karşılarına çıkacak başka bir medeniyeti yok etmek için ışık hızına yakın bir hızda galakside ilerliyordu. Kısacası hırsımız ve merakımız hem dünyanın hem de evrenin adım adım yok olmasına zemin hazırlamıştı.

Octodrone’lar en büyük kayıpları insanların ikinci saldırısında verdi. Bu kez askerler elektromanyetik silahlar kullanmaya başlamıştı. Bu silahlar bulundukları çevredeki tüm elektronik aygıtlarla birlikte Octodrone’ları da etkisiz hale getiriyordu. Savaşın gerçekleştiği yerlerde insanların iletişim ağları çöküyor ve diğer şehirlerle bağlantısı kesiliyordu. Birbiriyle koordine olamayan insanlar yine kolay av olmaya devam ediyordu. Üstelik Octodrone’lar etkisiz hale gelen klonları çok hızlı bir şekilde geri dönüştürebiliyordu; organik kısımlar metal kabuk sayesinde neredeyse hiç zarar görmüyordu ve mekatronik kısımlar hemen yenisi ile değiştiriliyordu.

Gelinen bu noktada insanların önemli bir karar vermesi gerekiyordu. İkinci saldırı tam olarak başarılı olmasada biraz daha geliştirilerek etkili olabileceğini kanıtlamıştı. Sorunun çözümü tüm Octodrone’ların aynı anda durdurulmasıydı ve benim öncülüğünü yaptığım “Kykhreus” operasyonu global ölçekte etki edebilecek dev bir elektromanyetik bomba ile tüm Octodorone’ların fişinin aynı anda çekilmesini öngörüyordu. Sadece organik kısımları canlı kalan Octodrone’lar kendini tamir edemezdi ve bir şekilde o metal kabukları aşmayı öğrendiğimizde kaçınılmaz olarak bu savaşı kaybedeceklerdi. Kykhreus operasyonunun en sıkıntılı yanı dünyadaki tüm teknolojik aletlerin de bu durumdan etkilenecek olmasıydı. Zaten çok az nüfusu kalan insanoğlu tekrar eski güzel günlerine dönebilmek için belki yeni bir sanayi devrimine ihtiyaç duyacak, belkide kalan insanlar teknolojiyle uğraşmak yerine iktidar mücadelesine düşerek dünyaya ikinci orta çağını yaşatacaktı.

Uzun tartışmalar sonucunda, bombanın patlatılmasına karar verilmişti. Ama patlamadan önce Grönland’da yer alan “Kıyamet Günü Kasası” mantığında hazırlanacak fakat Svalbard adasında yer alan muadilinden farklı olarak tohum örnekleri yerine, insanlığın tüm teknolojik birikiminin saklanacağı bir veri tabanı inşa edilecekti; bu projeye “Geçmişin Işığı” adı verilmişti. Tüm bilgi birikimini kaybedecek insanların zaman kaybetmeden eski şaşalı günlerine dönebilmesi için torunlarımıza küçük bir hediye hazırlamıştık, bir an önce teknolojik tekilliğe ulaşıp uzayı zaman kaybetmeden bir sonda çöplüğüne döndürmeliydiler!

Tüm Octodrone’lar durdurulmuştu, küresel haberleşme alt yapısı çöken dünyada insanlar koordineli bir şekilde hareket edemelersede gruplar halinde savaşmaya devam ediyorlardı. Artık roller değişmiş ve Octodrone’lar av olmaya başlamıştı ama çok geçmeden içlerinden bazıları duruma ayak uydurarak yeni bir strateji geliştirdi; Octodrone’lara yeni vücutlar gerekiyordu ve benzer elektriksel sinirlere sahip insan vücudu bunun için biçilmiş kaftandı. Hayatta kalan Octodrone’lar düşmanının vücuduna girip orada filizlenen zehirli bir mantar gibi sinsice kabuklarından ayrıldılar ve yeni vücutlarına doğru süründüler; buldukları cesetlerin merkezi sinir sistemine yerleşerek, vücuda ihtiyaç duyduğu enerjiyi vermeye başladıklarında artık Frankenstein’ı aratmayan yeni yürüyen ölülerimiz vardı.

Sonunda kaç kişi kaldık bilmiyorum… Ara sıra silah sesleri ve bağrışmalar duyuyorum ama bunların gerçek mi, hayal mi olduğunu ayırt edemiyorum; ta ki kapıyı delip yanımdaki duvara saplanan ve bir M-82’ye ait olduğunu düşündüğüm o kurşuna kadar. Kapının altından sızan mavi ve kırmızı kanın karışımı garip mor sıvı odanın ortasına doğru ilerlerken, artık o sinir bozucu kapı yumruklama sesinin yerini sessizlikle karışık, gergin bir bekleyiş almıştı… Böyle bir dünyada karşıma kimin çıkacağını, kapıyı kimin açacağını bilmeden iç organlarımı kemirdiğim iki saat gibi geçen on dakikadan sonra bir anda kapıya güçlü bir darbe indi. Çatırdayarak yarılan kapıdan içeriye uzunan el hastalıklı bir ağacın kırılgan dalları gibi ince ve çirkindi, bir periskop gibi etrafını yokladıktan sonra kapının kolunu bulup açmaya çalıştı ama kapının arkasındaki ağırlıklar açılmasını engelliyordu. Kedi rahatını bozan ele üşengeç gözlerle biraz baktıktan sonra odanın köşesine yürüdü ve kendi etrafında bir tur attıktan sonra esneyerek uyumaya devam etti.

Kapıdaki elin sahibi geri çekilip bu kez büyük gözleriyle odanın içini süzdü; “İçeride biri var!”

“Octodrone mu?”

“Sanırım değil!.. Hey sen oradaki, iyi misin?.. Şehirdeki tüm Octodrone’lar temizlendi, artık dışarı çıkabilirsin.”

Kanepenin üzerindekileri boşalttım ilk önce, sonra yavaşça araladım kapıyı.. Açılan kapıdan süzülen ışık gözlerimde parıldadıktan sonra uzanan elle tokalaştım, az önceki kirli zayıf parmaklar şimdi sıcak ve zarif bir ele dönüşmüştü, elin sahibi en az kendi kadar güzel, büyük mavi gözlere sahipti…

Ölümü beklerken sonunda hiç ummadığım bir şekilde umuda açılmıştı odanın kapısı, kırılarakta olsa, üzerinden Octodrone’un ele geçirdiği talihsiz adamın beyin parçaları da süzülse, açılmıştı. Artık odanın önündeki kırık dökük apartman merdivenleri umuda giden bir patikaydı benim için.

Yedi kişiyiz… Belkide dünyada kalan son yedi insan; Geçmişin Işığı projesinden bahsettiğimde beni umursamayan idealist altı insan ve ben.

Bu insanların aradıkları şey yakın zamanda kaybettiklerimiz değildi, yürüdükleri bu yolu “Geçmişin Işığı” değil, avcı toplayıcı atalarımızın meşaleleri aydınlatsın istiyorlardı; gelecekte gri bulutların üzerinde değil, yeşil yaprakların altında yaşamak istiyorlardı.

Ve son kurşunları bittiğinde, yeni bir kurşun yapmayacak kadar bilge olabilmeyi umuyorlardı…

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

gezegen astronot uzay

İmkânsıza Yakın | Sa Bahattin (Kısa Öykü)

O gün, gezegene inişimizin on dördüncü günüydü. Son birkaç gündür yaptığımız gibi örnek toplamaya çıkmıştık. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et