namaz-oyku

Namaz | Ruhşen Doğan Nar (Kısa Öykü)

Bodruma giden mermer merdivenleri inmeden önce karısına seslendi Ahmet Efendi: “Hanım, Hasan’la bodruma iniyoruz. Bizi rahatsız etme, olur mu?” Karısı eve bir misafir gelmiş olmasının heyecanıyla eli ayağına dolaşmış bir halde cevap verdi: “Bey, çay yaptım; onu getireyim. Yanına kısır da yaparım, tatlı tatlı yersiniz. İstersen börek, poğaça da hazırlarım.”

Ahmet Efendi kırk yıllık eşine on küsur yıldır hâlâ bodruma girmemesi gerektiğini anlatamamıştı. Defalarca ona bodruma inmesinin yasak olduğunu söylemesine rağmen karısı hemen her fırsatta oraya girmeye çalışıyordu ve Ahmet Efendi de bu yüzden bodrum kapısını sürekli kilitli tutuyordu. Kapının anahtarını ise boynunda kolye olarak taşıyordu.

“Hayır, olmaz. İşimiz bitip bodrumdan çıktığımız zaman belki yeriz. Çay demleme şimdiden. İşimiz uzun sürebilir aşağıda. Hamur işine de gerek yok. Zahmet etme.” 

“Tamam, kolay gelsin.”

Kırk yıllık eşinin kalbini kırdıktan sonra elli yıllık mahalle ve kahve arkadaşı Hasan’la bodrum kapısına yöneldi. Boynundaki kolyeyi çıkarıp ucundaki özel anahtarı kilide soktu. Bu arada bodrum kapısının çelikten olduğunu ve kilit sisteminin de epey özel ve bir o kadar da pahalı olduğunu söylemeden geçmeyelim. Kapı açılırken en küçük bir ses dahi çıkarmadı. Çünkü Ahmet Efendi geceleri de sık sık oraya gittiğinden kapının gıcırdayıp eşini uyandırmaması için düzenli olarak kapıyı yağlardı.

İçeri Hasan ‘bismillah‘ deyip girdi. Mahallede Ahmet’in emekli olduktan sonra yaptırdığı bu bodrum katında büyücülükle uğraştığı dedikoduları vardı. Söylentilere göre bazı geceler onun evinden habis çığlıklar geliyordu. Aslında duydukları Ahmet Efendi’nin eşi Pakize Hanım’ın iflah olmaz horultularıydı. Ama bilirsiniz, mahalleli her zaman bire bin katar. Hasan korku ve merak içinde karanlık odada beklerken cadı filmlerinde gördüğü, içlerinden devamlı buharlar çıkan farklı şekillerde şişeler, içinde ne olduğunu sadece sahibinin bildiği tozlu kutular ve odanın ortasında siyah, koskocaman bir kazan bekliyordu. Ama odanın sensörlü lambası yanar yanmaz gerçekle karşılaştı: Oda beklediğinden çok daha büyüktü, ilk başta onu bu şaşırttı. Bodrum katı dendiğinde hep küçük ve basık bir oda aklına gelmişti. Aklındakiyle karşısındaki arasında dağlar kadar fark vardı. İkinci olarak odanın sağ köşesinde bulunan yüzlerce kitaplık kütüphane gözüne takıldı. Kitaplar son derece düzenli bir şekilde raflarda sıralanmış kitap kurtlarını bekliyorlardı. Ve son olarak odanın ortasında duran ve üstünde dantelli bir örtü bulunan ne idüğü belirsiz makineyi gördü.

Hasan ilk olarak kütüphaneye yöneldi: “Senin kitap okumayı sevdiğini bilirdim. Ama bu kadar çok kitap beklemezdim…”  Eline bir kitap aldı ve parıltılı kapağına baktı, yüksek sesle okudu: “Zaman ve Bilim
“Eee, ne yapalım! Böyle bir makineyi yapmak için epey bilgiye ihtiyacım vardı ve sağ olsunlar bu kitaplar çok işime yaradı. (İşaret parmağını kütüphaneye doğrulttu.) Övünmek gibi olmasın, kendi yaratıcılığım olmasa sadece kitaplarla hiçbir sonuca varamazdım. Bu gördüğün kitaplar birçok insanda var; ama şu gördüğün makine benden başka kimse de yok.”

Eline aldığı kitabı yerine bıraktıktan sonra makineye döndü. Henüz birkaç adım atmıştı ki Ahmet önüne geçip uyardı: “Sakın makineyi elleme birader. Makinedeki en küçük bir oynama bile işleri berbat edebilir.” Hasan makinedeki aletleri göz ucuyla incelerken karşısında duran alet yumağını bir şeye benzetmeye çalışıyor; ama başarılı olamıyordu.

“Demek emekliliğinden beri bunun üzerinde çalışıyorsun?” 
“Evet.” 
“Kahvedekiler senin büyücü olduğunu düşünüyorlar, biliyor muydun?” 
“Tahmin ediyordum; ama ne yapabilirim, elalemin ağzı torba değil ki büzeyim.” 
“Bense kitap yazdığını sanıyordum. Hayatının romanını…”

Ahmet gülümsedi:

“Eğer makine çalışır ve ömrüm yeterse makineyi nasıl yaptığımı anlatan bir kitap yazmayı planlıyorum.” 
“Senin edebiyatın özellikle kompozisyonun hep yüzdü zaten. Sen yazmayacaksın da ben mi yazacağım!” 
“Eyvallah, senin de kompozisyonun iyiydi hatırladığım kadarıyla.” 
“Eh işte, senin kadar olmasa da…”

Ahmet makinenin üstündeki bembeyaz danteli kaldırıp özenle katladı. O sırada kapı çalındı:
“Bey, çayı hazırladım; soğumadan gelin için.” 
“Tamam. Şu anda Hasan’a ayet okuyorum. O biter bitmez yukarı çıkacağız.” 
Hasan meraklı gözlerle arkadaşına baktı; ne ayeti der gibiydi.

“Karımı böyle kandırıyorum. Yukarı çıktığımızda ağzından bir şey kaçırma, olur mu?” 
“Peki. Demek karını burada dini şeyler yapıyorum diye kandırıyorsun. Çok çakalsın be birader.”

İkisi de gülümsedi. Namazında niyazında olan karısını bodrumda rahatça namaz kıldığını ve Kuran okuduğunu söyleyerek kandırmıştı. Karısı gençliğinden beri dine kayıtsız olan kocasının sonunda gerçek bir Müslüman olacağını ve doğru yola döneceğini düşündüğünden bu bodrum işinden ziyadesiyle memnun olmuştu. Ama yıllar geçip de kocasında hiçbir değişiklik olmayınca şüphelenmeye başlamıştı. Kocası eskisi gibi camiye adımını atmıyor, her zamanki gibi kahvenin müdavimlerinden biri olmaya devam ediyordu. Biraz geç de olsa Hasan’ın bodrumda başka şeyler yaptığını anlamıştı. Bir şekilde orada neler döndüğünü öğrenmeye kararlıydı.

“Bizi de Saddam kimyasal füze atacak diye bodrumu kurduğunu söyleyerek kandırmıştın; ama savaş bitti, Saddam’da kimyasal füze olmadığı ortaya çıktı, hatta adam tahtalı köye uğurlandı. Sen yine de saatlerce bodrumda kalmaya devam ettin. Biz de kahve ahalisi olarak senin bodrumda büyücülük yaptığına oy birliğiyle karar verdik,” dedi Hasan. “Büyüyle uğraşıp yıllarımı boşa harcayacak kadar salak mıyım ben. Onun yerine bilimle uğraştım ve ortaya güzel bir alet çıkardım.”

Uzun süredir aklını kurcalayan soruyu nihayet sordu Hasan:

“Peki, neden ben? Şimdiye kadar kimseyi, karını dahi buraya sokmadın ve bir anda beni buraya çağırdın. İster istemez insan şüpheleniyor bu işten. Neden ben Ahmet? Neden başkası değil de ben?” 
Ahmet en gizemli bakışıyla, “Seni kurban olarak seçtim,” dedi. “Benden başka bir kişiye daha ihtiyacım vardı ve en güvenilir arkadaşım olarak seni seçtim bu son derece özel görev için.” 

“Kurban, özel görev; ne oluyor lan?“, diye düşündü Hasan. Yoksa bu manyak bizi kesip biçecek mi? Gizlice cebini yokladı ve yanında getirdiği bıçağın güven pompalayıcı sertliğini hissetti. İyi ki bıçağı getirmişim, diye düşünürken

Ahmet konuşmaya başladı:

“Aslında kendini şanslı saymalısın. Dünyada bir ilki gerçekleştireceksin. Tabii benimle birlikte…”

Can alıcı suallerden bir diğeri de soruldu:

“Ne ilki? Bu makine ne işe yarıyor? Ne yapacağız…” 
“Yeter, ne çok soru soruyorsun be Hasanım. Dur açıklayacağım teker teker. Heyecanlanma, sonra kalp krizinden gideceksin. Bu yaşta bu heyecan, çok tehlikeli.”

Oturmaları için iki tabure çekti ve ikisi de oturduktan sonra sakin bir ses tonuyla anlatmaya başladı makinenin ne işe yaradığını:

“Karşında gördüğün alet bir zaman makinesi. Yanlış duymadın, gerçek bir zaman makinesi. Ama bu makine geleceğe ya da geçmişe gitmeni sağlamıyor, sadece zamanı durdurabiliyor. İlk deneyini biraz sonra birlikte yapacağız. İnşallah ne işe yaradığını kendi gözlerinle göreceksin.” 

“Deneyi tek başına yapamaz mısın,” diye sordu Hasan suratını ekşiterek.
“Hayır, deneyin başarılı olduğunu kanıtlamak için en az iki kişiye ihtiyaç var. Tek başıma ortaya çıkarsam beni deli zannedebilirler. Sen benim şahidim olacaksın.” 
“Ya ikimizi de deli zannedip tımarhaneye kapatırlarsa?” 
“O zaman daha fazla kişiye gösterir ve denetiriz aleti. Ve nihayetinde bütün dünya kabul eder bizi. Düşünsene ne kadar ünlü olacağız. Seni seçtiğim için bana teşekkür etmelisin. Aynı aya çıkan ilk insanlar gibi olacağız, zamanı durduran ilk iki Türk. İşte budur Türkün gücü.” 
“Ama ben Türk değilim,” dedi Hasan. Tartışmanın ilk kıvılcımları ortaya çıkmıştı.
“Sen de Türksün ben de Türküm. Türkiye’de yaşayan herkes Türk benim gözümde.” 
“Sanırım senin biraz açılıma ihtiyacın var Ahmet. Çıkar at artık şu at gözlüklerini. ‘Herkes Türk’ söylemi geçmişte kaldı.”

Sesini alçaltarak ve yumuşatarak saatlerce sürebilecek bir tartışmaya hazır olan Hasan’a:

Tamam kardeşim, bunları sonra rahat rahat konuşuruz. Şimdi önümüzdeki mevzuyla uğraşalım. Sonra bolca vaktimiz olacak bunları tartışmak için, sen merak etme.” dedi.

Tartışmayı kazandığını düşünen Hasan burnu dik bir şekilde:

“Öyle olsun; ama unutma bu konuyu etraflıca konuşalım. Senin artık Soğuk Savaş zamanından kalma basmakalıp fikirlerini değiştirmenin zamanı geldi,” dedi.

Arkadaşı sağlam kalan birkaç dişini sıkarak kafasını salladı ve kafa sallamasını daha inandırıcı hale getirmek için göz kırptı. Zaman makinesi, daha doğrusu zaman durdurma makinesi, bütün bu sıkıcı konuşmaya ne yazık ki kulak misafiri oldu. Elinden gelse kulaklarını kapatacaktı.

Mucidi, makinenin fişini prize soktu. Makineden garip sesler gelmeye başladı. Sigara tiryakilerine özgü derinden acı acı öksürüyordu alet yığını. Hasan birisi sırtına vurup helal dese sesi kesilir mi, diye düşünürken; Ahmet makinenin kafasına birkaç sert yumruk attı ve sesler bir anda kesildi:

“Arada böyle sorunlar oluyor, korkma. Makinenin içindeki tüm aletleri ben bulup buluşturdum. Kimini oradan kimini buradan topladım. Öyle arkamda üniversite laboratuarları olmadığından makinenin içine yerleştirdiğim aletler çok sağlam değil. Yanlış anlama, sağlam değil derken sabit değil demek istiyorum. Hepsi farklı yerlerden olduğundan boyutları farklı, tam oturamıyorlar birbirlerine. Bundan dolayı makine çalışır durumdayken titreşim oluyor ve bu biraz önce duyduğun seslere sebebiyet veriyor. Kafasına bir iki kez vurunca geçiyor gördüğün gibi.” 
“Bana biraz önce elleme demiştin, hatırlatırım.” 

“Yanlış yeri ellersen bozulur. Ben neresine vuracağımı iyi biliyorum. Makine de alışkın zaten darbelere.” 
“Aynı bizim gibi…”

***

Mucidimiz, oklava sapından yapılmış makine tetikleyicisini aşağıya doğru çektikten sonra Hasan’a bağırıp makinenin arkasından çıkan iki uzun örgü şişinden birini tuttu ve şöyle dedi:

“Çabuk ol, diğer şişi tut, oradan nötr enerji geliyor ve tutanı makinenin etkisinden kurtarıyor.” 
“Önceden söyleseydin ya, niye aceleye getiriyorsun,” diye sorarken arkadaşının yanına koşup diğer tığı tuttu. Makineden eline ince ince elektrik çarptığını hissediyordu. “Bir defa tutup bıraksak olmuyor mu? Elektrik çarpıyor bana.” 
“Merak etme, o kadarcık cereyandan sana bir şey olmaz. Sakın bırakayım deme bu arada, dananın kuyruğu kopmak üzere…”

Cümlesinin sonu makineden çıkan ve dana böğürtüsünü hayli anımsatan seslerden anlaşılamadı. İki kafadarlar korkudan gözlerini kapatıp bildikleri tüm duaları okumaya başladılar. Ancak o kadar az dua biliyorlardı ki iki dakika sonra gözlerini açmak zorunda kaldılar. Ahmet’in son model icadı, rezistansı bozulmuş çamaşır makinesi gibi yerinde durmayıp titreyerekten hareket ediyordu. Eğer bu olay on saniye daha sürseydi ikisi de aletin patlamasından korkup oradan sıvışacaklardı. Ama birkaç saniye sonra ortalığı gözleri kör eden yeşil bir ışık kapladı ve makine aniden durdu. Ahmet ve Hasan yüzlerine aynı anda onlarca flaş patlatılmış gibi afallamışlardı. Her ikisinin de gözlerinin önünden yıldızlar geçiyordu. Kendilerine gelir gelmez el yordamıyla vücutlarını yokladılar. Eksik yoktu bedenlerinde.

“Öldük mü,” diye sordu Hasan. “Eşekler cennetinde miyiz?” 
“Görmüyor musun? Hâlâ bodrum katındayız.” 
“Çizgi filmlerdeki gibi her yerde hareket eden noktalar görüyorum.” 
“Ben de görüyorum; ama biraz sonra geçer.” 
“İnşallah.” 
“Gözlerini ov, daha çabuk geçer.”

Hasan elinin tersiyle göz kapaklarını ovarken Ahmet icadının son halini kontrol etti. Makinede gözle görülür bir hasar yoktu. Daha ayrıntılı bir incelemeyi ise şu anda yapması anlamsızdı. İlk önce zamanın durup durmadığını anlamalıydı. İçgüdüsel olarak kol saatine baktı. Saat durmuştu. Hasan’ın şaşkın bakışları altında onun dede yadigârı köstekli saatini belinden çıkardı ve kapağını açtı. O da çalışmıyordu.

“Başardım, başardım,” diye bağırmaya başladı Ahmet. Deli danalar gibi odada koştu, havaya zıpladı, duvarlara yumruk attı, kısacası ne yapacağını şaşırdı. Hasan ise bu sırada hâlâ gözleriyle uğraşmaktaydı. Ahmet, Hasan’ın ellerini gözlerinden çekip tuttu:

“Başardım, başardım, sonunda başardım. Kaç gecedir bugünün hayalini kuruyorum bir bilsen. Taa küçüklüğümden beri bu anı bekledim ben,” Elinde silah olsa sevinçten tavanı kurşun yağmuruna tutardı, o kadar çok sevinmişti. “Görünmez adam olma hayaliyle büyüdüm ben Hasan. Görünmez adam olacaktım ve her yeri istediğim gibi dolaşacaktım. Yasaklar, sınırlar olmadan,” Hasan ellerini arkadaşının ıslak pençelerinden kurtardı ve son bir kez daha gözlerini ovdu. Artık nokta falan görmüyordu. “Ama büyüdükçe görünmezliğin imkânsız olduğunu anladım. Görünmezlik tutkusunu bıraktım ve zamanı durdurma hayalleri kurdum. Nihayetinde ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. Zaman durduğunda yine kafama göre her yeri dolaşacaktım. Özellikle kadınlar hamamını.”
“Kadınlar hamamını mı,” diye sordu Hasan. “Bütün bu çalışmaları sırf kadınlar hamamına girmek için mi yaptın?” 
“Hayır, sadece oraya girmek için değil tabii ki. Ama en çok istediğim, ilk yapmak istediğim şey bu.” 
“Tüh senin kalıbına be adam, gören de seni bilim adamı zannedecek. Allahın sapığı seni! Boyun kadar çocuklarından utanmıyorsan torunlarından utan.” 
“Sana ne, istediğim yere giderim. Keyfimin kâhyası mısın?” 
“Evet, kâhyasıyım.”

Cevap arkalarından gelmişti. Uzun, siyah elbiseler içindeki bir adam odada peyda olmuştu. Zaten yaşlılıktan ötürü bağırsak problemi yaşayan Ahmet inceden altına kaçırdı:

“Nereden çıktın sen?” 
“Herkesin çıktığı yerden…” 
“Nasıl bodruma girebildin?” 
“Duvardan geçtim.” 
“Sen kimsin, Azrail misin?” 
“Hayır.” 
“O zaman zebanisin?” 
“Bilemedin.” 
“Cin misin?” 
“Yine bilemedin.”

Bu soru-cevap sırasında odadan kaçmaya çalışan Hasan’ı siyahlı adam bir el hareketiyle durdurdu:

“Nereye gidiyorsun?” 
“Elini ayağını öpeyim abi, benim bir suçum yok. Bırak da gideyim. Bütün bunlar bunun başının altından çıktı. Ben komploya geldim.” 
“Hayır, gidemezsin.” Sesi Balkanlardan gelen hava akımları kadar soğuktu.

Arkadaşının put gibi kaldığını gören Ahmet son kez şansını denedi:

“Amerikan ajanı mısın?” 
“Yine bilemedin.”

İçinden, “Hay anasının…” diye geçirdikten sonra siyahlı adama tekme atmaya çalıştı mucitlerin mucidi. Belki otuz sene önce olsaydı tekmesi hedefine bulabilirdi; ama yaşlılıktan ve yerçekiminden dolayı attığı tekme siyahlıyı sıyırdı. (Gerçi değse bile acıtır mıydı tartışılır)

“Bunu yapmayacaktın,” dedikten sonra elini sinek kovar gibi yavaşça salladı ve Ahmet kendini havada uçarken buldu. Makineye çarpıp kıç üstü düştü. Hasan yardım etmek istiyordu ona; ancak yerinden kıpırdayamıyordu, felç olmuş gibiydi.

“Sanırım açıklama yapmanın vakti geldi,” dedi siyahlı adam ikisinin de gözlerine baktıktan sonra. “Ben Evren Yasalarını Koruma Enstitüsündenim. Amacımız sizin gibi geri zekâlı insanların evrenin kurallarını bozmasını önlemek. Haddini aşıp evrensel kuralları yok etmeye çalışan insanlara derslerini vermek. Sadece bu boku sizlerin yaptığını sanmayın. Her devirde sizin gibi sözde dahiler aynı gaflete düşüyorlar ve cezalarını çekiyorlar.” 
“Ne cezası,” diye sordu Ahmet.
“Ölüm.” 
“Ölüm mü? Ben o kadar emek verdim ama. O emeklerim boşa mı gidecek?” 
“Evet.” 
“Çoluğum çocuğum var. Onların hatırına affetseniz beni?” 
“Olmaz. Yanlış cezasız kalmaz.” 
“Ya benim cezam ne olacak,” diye sorarak araya girdi Hasan. “Ben sadece bu adamın oyununa geldim. Ben suçlu sayılmam.” 
“Haklısın, bu salak kadar suçlu değilsin. Sana ölüm cezası vermeyeceğim. Ama beni gördüğün için sana bir kıyak yapacağım.” 
“Çok sağ olun efendim. Kusura bakmazsanız kıyağı öğrenebilir miyim?” 
“Hayır, öğrenemezsin.” 
“Peki, efendim.” Eğer siyahlı adam tarafından dondurulmamış olsa zil takıp oynayacaktı Hasan. Dile kolay, ölümden dönmüştü.
“Beni öldürmeye kararlısınız yani,” dedi Ahmet. 
“Evet.” 
“Son bir şey istesem sizden?” 
“Söyle!” 
“Yapar mısınız?” 
“Söyle!” 
“Zaman durmuşken kadınlar hamamına gidip gelsem. Hemen beş dakika uzakta buradan. Bir koşu gidip gelirim. Ne dersiniz?” 
“Olur.”

Ahmet koşa koşa çıktı bodrumdan. Karısını kulağında bardakla bodrum kapısında durmuş şekilde gördü. Dışarı çıktığında zamanın gerçekten durduğuna kendi gözleriyle şahit oldu. Her şey donmuş kalmıştı olduğu yerde. Zamanı olsa her şeyi izlerdi. Ama hamama gitmesi gerekiyordu. Dört dakika beş saniye sonra hamama ulaştı. Hamamın kapısındaki yazıyı gördüğünde başından aşağı kaynar sular döküldü:

Tadilat nedeniyle kapalıyız.

“Hayııırrr,” diye bağırırken kendini yine bodrumda buldu. Siyahlı adam, “Kader,” dedi ve parmaklarını ona doğru uzattı. Parmaklarından çıkan alev dalgaları Ahmet Bey’i diğer dünyaya yolladı. Akabinde parmaklarını Hasan’a doğrulttu ve ona da sarımsı bir buhar gönderdi. Hasan ne olduğunu anlamadan bayıldı.

Siyahlı adam, “Görev tamamdır,” dedikten sonra ortalıktan kayboldu. Zaman kaldığı yerden gürül gürül akmaya devam etti.

***

Pakize Hanım bodrumun kapısını açık görünce ne yapacağını şaşırdı. Bir süre girsem mi girmesem mi diye düşündükten sonra girmeye karar verdi. Bodruma giden merdivenleri inerken yanık kokusunu aldı. Heyecanla adımlarını hızlandırdı. Aşağıda kötü bir şeylerin olduğu içine doğmuştu. Ve odaya ulaştığında acı gerçekle karşılaştı: Üzerinden duman tüten parçalanmış bir makine, onun bir metre önünde kavrulmuş kocası ve onun yanında yerde uzanan Hasan.

Kadının bodrumdan gelen acı çığlığı bütün mahallenin tüylerini diken diken etti. Hamamın sahibi bile o çığlığı o kadar uzaktan duyabilmişti. Birkaç dakika sonra tüm mahalleli yıllarca merak ettikleri bodruma doluşup felakete şahit olmuş polise haber vermişlerdi. Makine kullanılmaz hale gelmiş, Ahmet çoktan diğer dünyaya doğru yol almıştı. Hasan’a görünürde bir şey olmamış gibiydi. Ancak uyandırdıklarında hasarın beyninde olduğunu anladılar. O günden sonra ruhu huzura kavuşana dek her dakika köstekli saatine bakıp şunu tekrarladı:

“Zaman, namaz; namaz, zaman; zaman, zaman; namaz, zaman…”

Ve bu hadise uzun seneler boyunca mahallelinin ağzından düşmedi.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

gezegen astronot uzay

İmkânsıza Yakın | Sa Bahattin (Kısa Öykü)

O gün, gezegene inişimizin on dördüncü günüydü. Son birkaç gündür yaptığımız gibi örnek toplamaya çıkmıştık. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et