Gecenin bir yarısıydı. Karanlığı aydınlatmayı pek başaramayan şöminemin yanı başına kurulmuştum. Avuç içimde tuttuğum ve arada bir çalkalayıp akabinde kokladıktan sonra küçük bir yudum alarak tadını çıkarmaya çalıştığım bir kadeh konyağı ağır ağır içerken, tam karşımdaki duvarı baştan sona kaplayan kitaplığımı seyrediyordum. Canım kalkıp ne adına ne de yazarına dahi bakmadan bir eser kapmak istiyordu. Dilediğim tek şey uykusuzluktan gözlerim kapanana dek okumaktı. Ancak, dışarıda sertçe esen rüzgârın kulağıma bir ıslıkmış gibi gelen tiz uğultusu yüzünden bu arzumu gerçekleştirmem bir türlü mümkün olmuyordu…
Uzun zamandır etkisini yitirmeyen ve insana sanki yeni bir buzul çağının baş göstermekte olduğunu düşündürten hava daha önce hiç görmediğim kadar soğuktu. Öyle ki pencereden dışarıya bakmak bile üşümeme sebep oluyordu. Gökyüzünü istila etmiş olan kasvetli kalın gri bulutlar her gün yeryüzüne durmaksızın kar kusuyordu adeta!
Bazen düşünmeden edemiyordum. “Acaba bu buz cehennemini, terk edip gitmiş olduğum evlatlarımın bana karşı ettiği beddualar yüzünden mi yaşıyoruz?” diye soruyordum kendime. Çünkü onlar biliyordu ki temiz havayı içine çeke çeke uzun yürüyüşler yapmaya bayılan birisiydim ben. Yaşamın getirdiği birtakım sıkıntılardan, kısa süreliğine de olsa, uzaklaşabilmemi sağladığından sık sık dışarı çıkar, başımı alıp bir yerlere giderdim… Gerçekten de bunu göz önünde bulundurarak beddua etmiş olabilirler miydi? Bilmiyordum. Bilmek de istemiyordum. Onları aklıma getirmekten sıkılmıştım artık. Şimdi içinde bulunduğum durumdan dolayı o soruyu ister istemez bir kez daha sorasım gelince, hemen konyağımdan büyük bir yudum alarak gözlerimi şömineye çevirdim. Kömüre dönüşmüş odun parçalarının arasında son nefesini vermek üzere olan ateşe odaklanmaya çalışarak, “Boş versene,” dedim kendi kendime. “Seni anlamak zorundalardı, onları bırakıp gitmeye mecburdun! Çünkü… Çünkü yaşlanmaya başlamıştın, değil mi? Sessizliğe, sükûnete ihtiyacın vardı senin. Memur olmaktan, yıllarca insanlarla uğraşıp durmaktan hem yorulmuş hem de bıkmış usanmıştın. Buraya, bu taşra kasabasındaki bu daracık eve taşınıp ömrünün geri kalan kısmını burada kitap okuyarak huzurlu bir şekilde geçirmek istiyordun, öyle değil mi? Bütün istediğin bu değil miydi?”
Farkında olmadan bakışlarımı şöminenin rafına kaydırmışım. Bir süre sonra, evlatlarımla yıllar önce çekildiğim bir fotoğrafın çerçevesinde kendi yansımamı görünce vardım bunun ayırdına.
Ah… Kimi kandırıyordum ki? Özlemiştim onları işte. Hem onları öylece bırakıp gitmemeliydim de. Kendi başlarının çaresine bakabilecek kadar büyümüş olsalar da bu yaptığım hiç doğru değildi. Neticede biz bir aileydik, biz bir bütündük… Ah, salak kafam, ah!
Kadehimde kalan bütün içkiyi tek dikişte mideme indirdim. Alkol sert geldiyse de baş edemeyeceğim kadar değildi. Ayağa kalkıp, boşalan kadehi şöminenin rafına koydum ve fotoğrafı elime aldım. Çocuklarımın bana sevgiyle sarıldığı, dördünün de mutlu bir ifadeyle poz verdiği fotoğrafa bir müddet derin derin iç çekerek baktım. Baktıkça da maziyi hatırlayıp hayıflandım…
Belki de onları görmeye gitmeliyim, diye geçirdim içimden. Evet, onları görmeye gitmeli ve beni anlamalarını sağlayarak kendimi bir şekilde affettirmeliyim! Evet… Evet! Yeryüzü beyaza bürünmeyi bıraktığı gün evlatlarımı, canlarımı görmeye gideceğim!
Ansızın kapım büyük bir gürültüyle çalınmaya başladı. Sanki biri ölümden kaçmaya çalışıyormuşçasına yumruklarını durmaksızın kapıya geçiriyordu, ki dışarıdaki fırtınayı göz önüne almak gerekirse, bu gerçekten de bir ölüm kalım meselesiydi.
Fotoğrafı yerine koyup hızlıca kapıyı açmaya gittim. Karşıma çıkan bir kardan adam kendini derhal içeriye attı. Eve soğuk girmesin diye hiç vakit kaybetmeden kapıyı onun ardından kapadım. Kardan adam şöyle bir silkinip kardan olmayan adama dönüştü. Önce montunu, sonra da beresini çıkarırken, yüzüne kondurduğu bir tebessümle özür dilercesine bana baktı.
Eskişehir ile Ankara arasında bulunan ve nispeten büyük bir şehir sayılan Yeşilöz’e bağlı Yavuzoğlan adlı bu kasabaya taşındığımda tanıştığım; fazlasıyla akıllı, kültürlü ve de nazik birisi olduğundan çabucak kaynaştığım can dostum Hulusi’ydi bu. Beresiyle montunu kapının sağındaki askılığa asıp botlarını çıkardı.
Hulusi’nin tuhaf bir huyu vardı: Sevdiği insanlarla tokalaşmak yerine onlara sarılmayı tercih ediyordu. Bu yüzden, sanki uzun zamandır görüşmemişiz gibi birbirimize sıkıca sarıldık. O esnada da, zavallı arkadaşımın buz kestiğini fark ettim. Onu hemen şöminenin yanına götürüp yerimi işaret ederek, “Buyur, otur şuraya,” dedim.
Normalde, muhtaç olmasına rağmen, yerimi bana bırakmak adına bu teklifimi nazikçe reddedecek kadar güzel bir insandı o. Ama benim bir keçi inadına sahip olduğumu gayet iyi bildiğinden sesini hiç çıkarmadı, geçip oturdu ve tir tir titreyen ellerini ateşe uzattı.
Soğuktan kızaran burnunu birkaç kere çektikten sonra, “Teşekkür ederim,” dedi. “Bu arada, Yücel abi, kusura bakma. Evin içine ettim.” Kapının önüne yığdığı küçük kar birikintisini başıyla gösterdi.
“Sorun değil, canım. Takma kafana, kuruyup gider,” diye yanıt verdim. Ardından kitaplığımın önündeki çalışma masamın iskemlesini kapıp onun karşısına oturdum ve içerisi hem aydınlansın hem de iyice ısınsın diye, şöminenin yanına istiflediğim odun parçalarından bir iki tanesiyle ateşi besledim.
“Şey… Bizim sıpa bu gece de bir türlü uyumak bilmedi de, onu yatırayım derken bütün uykum kaçtı gitti. Eh, ben de senin şafak sökmeden yatağa girmediğini bildiğim için, nöbet sırasını hanıma devrettiğimde çıkıp sana geleyim bari dedim. Belki sohbet falan ederiz diye düşünmüştüm. Rahatsız etmemişimdir umarım.”
“Allah aşkına, Hulusi, ne rahatsızlığı? İyi ettin de geldin. Benim de canım sıkılıyordu zaten. Bizim çocukları düşünmekten başka bir şey yapamıyordum, havalar düzelince gidip bir göreyim onları diyorum.”
“Git tabii. Şu dünyadaki en kıymetli şeydir aile.”
“Doğru söylüyorsun… Neyse, anlat bakalım, nasıl gidiyor?”
“Bildiğin gibi işte, abi, nasıl gitsin? Karla, kışla mücadele ediyoruz. Bakar mısın, iki sokak ötende otuyorum, buraya gelmem beş dakikamı bile almıyor ama buna rağmen az kalsın donarak ölecektim! Gerçekten çok zor günlerden geçiyoruz.”
“Haklısın,” dedim başımı sallayarak.
“Sen buraları bilmezsin, eskiden böyle değildi. Şimdi her kış gittikçe daha soğuk olurken, her yaz da daha sıcak oluyor. Gezegenimizin dengesini iyice bozduk…”
Bir kez daha başımı salladım fakat bu sefer sesimi çıkaramadım. İçimde bir an suçluluk duygusu kabarmıştı.
Ayağa kalkıp, “Bırak şimdi onu bunu da konyak içer misin sen, onu söyle bana,” dedim.
Hulusi sırıtarak omuzlarını silkti. “Hayır diyemem. Şu anda ihtiyacım olan tek şey ısınmak. Ama sakın benim hanıma söyleyeyim deme ha! Biliyorsun, içtiğimi öğrenirse başımın etini yiyip durur. Baba oldun, ayyaşlığı bırakmadın falan der, sanki çok içiyormuşum gibi…”
Arkadaşımla kılıbık diye dalga geçesim geldiyse de boş verdim. Kasaba insanının hali bir başka oluyordu işte. “Merak etme, bir şey demem,” diyerek mutfağa gittim.
Konyak şişesini pencerenin önündeki tezgâhın üzerine bırakmıştım. Onu tam elime alacakken, ansızın dışarıdaki fırtınanın içerisinde, gökyüzünde, en az Güneş kadar parlak olan bir ışığın belirmesiyle etraf bir anda sanki gün doğmuşçasına aydınlanıverdi.
Başta neler olduğunu anlayamadım. Fırtınanın dağılmaya yüz tuttuğunu ve Güneş’in doğup uzun bir sürenin ardından yeryüzüne yeniden nur saçmaya başladığını falan sandım. Fakat bu hiç mantıklı değildi, havanın bu saatte yekten ağarması imkânsızdı. Daha sonra elimi yüzüme götürerek parmaklarımın arasından dışarıya baktım ve bu şeyin doksan derecelik bir açıyla yere doğru müthiş bir hızla hareket ettiğini gördüm. Böylece birden kafama dank etti: Bu bir meteordu!
Gözlerime inanamıyordum. Resmen put kesilmiş, öylece bakakalmıştım. Doğanın birçok ihtişamına daha önce defalarca kez tanıklık ettiysem de böylesini görmemiştim!
Meteor çok geçmeden yere iyice yaklaştığında ayaklarımızın altı şiddetli bir şekilde sarsılmaya başladı. Öyle ki olduğum yerde durmakta güçlük çektim. Tezgâhın bir köşesinden tutunarak destek almaya çalıştım. O esnada da tavandan kafama toz yağdı, pencerelerin camları zangırdadı, bulaşık sepetindeki birkaç bardak birbirine çarparak kırıldı ve dolapların kapakları açılıp içlerinde ne var ne yoksa sağa sola saçıldı. Lakin bütün bunlar konyak şişesinin lavabonun içine düşerek, günlerdir yıkanmayı bekleyen tabak çanakla beraber tuzla buz olmasının yanında bir hiç kalırdı. Çünkü ondan başka içkim kalmamıştı!
Bir müddet sonra meteor, aşağı yukarı üç kilometre ötemizde, kuzeyimizde bulunan bir tepenin ardına girerek gözden kayboldu ve akıbetinde insanın kulak zarını delebilecek denli korkunç bir gümbürtünün kopmasıyla her şey son buldu.
Koşarak içeriye döndüm. Hulusi’nin gözleri fal taşı gibi açılmış ve ağzı bir karış açık kalmıştı. Şaşkın şaşkın bana bakarak, “Kıyamet mi koptu?” diye sordu.
Gülümseyerek, “Hayır, meteor düştü,” dedim. “Hem de çok yakınımıza! Gel, bak.” Pencereye gittim. Fırtına yüzünden pek belli olmuyordu ama meteorun düştüğü bölgeden göğe doğru bir kızıllık yükseliyordu. Hulusi yanıma gelince bunu ona gösterdim.
Daha net görebilmek için cama dayadığı ellerinin arasından dışarıyı seyrederken, “Yangın çıkmış olmalı,” diye mırıldandı. “Meteor bayağı büyük bir şeydi herhâlde.”
“Kocamandı! Nasıl sarsıldığımızı fark etmedin mi? Keşke sen de düşüşüne tanıklık edebilseydin. Yemin ediyorum, Güneş gibiydi, her yeri bir anlığına apaçık görünür kılmıştı. Eğer oraya…”
Hulusi birden dönüp, “Olmaz! Gitmeyeceğiz.” dedi.
“Ne? Ne demek istiyorsun?”
“Benim tanıdığım abim şimdi oraya gitmemizi isteyecektir. Yani olmaz işte, gitmeyeceğiz.”
Ben daha leb demeden leblebiyi anlaması çok hoşuma gitmişti. Beni gerçekten de iyi tanıyordu.
Onu ikna edebilmeyi umarak, “Bir düşünsene,” dedim, “kim bilir kaç bin, milyon, hatta belki de milyar kilometre öteden gelen bir mücevhere sahip olabiliriz! Bu fırsat kaçar mı hiç?”
“Ne yazık ki kaçmak zorunda abi. Hava bu haldeyken bir yere gidemeyiz!”
“Hulusi, lütfen, yalvarıyorum sana. Tamam, haklısın, epey abes bir şey istiyorum ama bu şans bir daha doğmaz! Hadi, kırma beni. Oraya başkaları ulaşmadan önce ilk biz gitmeliyiz.”
“Abi anlatamıyorum galiba, dışarı çıkarsak donarak ölürüz! Hem millet manyak mı ki oraya gitmek istesin?
“Of, Hulusi, of!”
Pes edecek değildim. Israrımı nasıl sürdürebileceğim üzerine kafa patlatarak kitaplığımın yanına gittim. Bine yakın kitabım vardı ve neredeyse hepsi zeminle buluşmuştu. Her biri benim için çok kıymetli olduğundan, onları o vaziyette görünce içim sızladı lakin hayıflanmayı da lüzumsuz buldum. Neticede doğanın işine boyun eğmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu.
Eğilip birkaç kitabı elime aldım ve onları rafa koyarken, “Peki madem, ben de yalnız giderim o zaman,” dedim. “Üstelik böylesi daha iyi olur bence, geri dönmezsem jandarmaya falan haber verirsin.”
Alev saçan gözlerle bana baktı Hulusi. “Abi, ne olur, uzatma artık!” dedi yüksek perdeden konuşarak. “Buraya geldiğimde ne halde olduğumu görmedin mi? Binlerce yıl sonra bulunan donmuş mağara adamları gibiydim resmen. Fırtına varken değil tepeye, evden elli metre ötesine bile gidemezsin… Bak, söz veriyorum, havalar düzelir düzelmez senin için bizzat oraya gideceğim ve meteoridini bulup sana getireceğim, tamam mı? Rica ediyorum, daha fazla diretme şimdi.”
“Kusura bakma fakat donma riskini göze alabilecek kadar değerli buluyorum bu fırsatı. İster gel ister gelme, ben gide…”
“Yemin ediyorum, tek kelime dahi edersen seninle bir daha asla konuşmam!”
Bana bu şekilde çıkışarak lafı ağzıma tıkadıktan sonra kollarını birbirine kavuşturup arkasını döndü Hulusi. Sessizce pencereden dışarıyı, gittikçe soluklaşıyormuş gibi görünen kızıllığı seyretmeye başladı. Hiçbir şey yapmadan bir süre öylece dikildi, ardından iç geçirip, “Ya da tamam, gidelim,” dedi. “Ama en azından Güneş doğunca gidelim, olur mu? Bir de ilk önce bize uğrayalım, hanımıma haber vereyim.”
Durduk yere fikrini neden değiştirdiğini anlayamamıştım ancak umurumda da değildi. Sonunda mutabık kaldığımıza çok sevindim. “Olur tabii, olur. Uğrarız!” dedim ve gidip ona sarılarak teşekkür ettim.
Gün ağarana dek etrafı toparlamakla uğraştık. Önce kitaplarıma giriştik, hepsini tasnif ederek tekrardan kitaplığıma dizdik. Akabinde, yere düşen ıvır zıvırları toplayıp eski yerlerine koyduk. Son olarak da, kırılan tabakları, bardakları vesaireyi çöpe attık. Neyse ki bunların haricinde zarar gören pek bir şey olmamıştı, sadece yatak odamdaki bir gece lambası devrilip paramparça olmuştu, o kadar.
İşimiz bittiğinde hava tamamen aydınlanmıştı ve ne tuhaftır ki fırtınadan da eser kalmamıştı! Bu durumu bir tür işaret olarak algıladım. Sanki ilahi bir güç bana, “Gidip evlatlarını gör,” diyordu. Ayrıca meteoride rahatça ulaşabilmemiz için de bize bir şans tanıyordu. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki? Ağzım kulaklarıma varmıştı adeta! Fakat Hulusi’nin yüzünden düşen bin parçaydı…
Şaşırarak, “Ne oldu, Neyin var?” diye sordum.
Keder dolu gözlerini bana çevirmeye tenezzül bile etmeden, “Yok bir şeyim,” dedi ve askılığa giderek üstünü alelacele giyip bir hışımla dışarı çıktı.
Ben de çabucak hazırlanıp arkasından koşturdum. Kapının önüne adımımı atar atmaz da arkadaşımın canını sıkan şeyin ne olduğunu anladım.
Meteorun düştüğü yerde ormanlık bir arazi vardı ve Hulusi’nin anlattığına göre, bu arazideki ağaçlar, vakti zamanında kasabalılar tarafından dikilmişti. Anadolu’nun bağrında bulunan Yavuzoğlan çorak bir coğrafyaya sahip olduğundan (fakat ne hikmetse, buranın yaklaşık kırk kilometre doğusundaki Yeşilöz’ün çevresi baştan sona ormanla kaplıydı) oranın önemi herkes için büyüktü. Şimdiyse oradan kara dumanlar tütüyordu.
Hulusi başını öne eğmiş, süratle ilerliyordu. Ona yetişip elimi omzuna attım. “Üzme kendini,” dedim. “Eminim ki fırtına yangının yayılmasına fırsat vermemiştir, hemencecik sönmüştür. Sadece bir iki ağaç kül olmuştur.”
Kafasını kaldırmadan, “Bir iki mi?” dedi Hulusi. “Dumanı görmüyor musun abi? Zift gibi kapkara! Koca orman yok olup gitti kesin.” Adımlarını daha da hızlandırdı. “Neyse, hadi sen yavaştan git. Ben sana yetişirim. Hanımımın dırdırını çekmek istemezsin.”
Doğru söylüyordu, Leyla’nın dırdırını çekmek istemezdim ama yine de ona eşlik edecektim. İçinde bulunduğu ruh hali beni de hüzne sevk etmişti. Koluna girip hızına ayak uydurmaya çalışarak onu teselli etmeyi denedim. Ancak bunun bir faydası yoktu. Hulusi muhtemelen haklıydı, tepenin ardı hiç de iç açıcı görünmüyordu…
Fikrimi değiştirip yanından ayrıldım. Onu yalnız bırakmak en iyisiydi. Üstelik bir an önce tepenin yolunu tutmak da zorundaydım çünkü kasabalılar sokağa dökülmeye başlamıştı. Herkes neler olduğu hakkında konuşuyordu. Bazıları yalnızca deprem olduğunu sanmıştı ama aralarında meteor düştüğünü fark edenler de vardı. Birileri oraya gitmeye yeltenmeden harekete geçmeliydim. Oraya varan ilk ben olmalıydım!
Adımlarımı sıklaştırarak yola koyuldum. Hulusi’nin gerisinde kalmayayım derken nefesim tıkanmıştı, buna rağmen, durup dinlenmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yaşlılığın getirisiyle güçsüzleşen bacaklarımın sonradan çok fena ağrıyacağı gerçeği de zerre umurumda değildi. Uzun bir sürenin ardından yeniden böyle yürüyebildiğim için gayet mutluydum. Hulusi’nin durumu keyfimi kaçırmış olsa da şimdi neşem yerine gelmişti. Bir okyanusu andıran masmavi gökyüzünde parlayan Güneş’in altında kendimi Heidi gibi hissediyordum. Hatta utanmasam, hoplayıp zıplayacaktım da.
Tepenin eteğine varmak üzereyken, Hulusi’nin arkamdan, “Abi! Yücel abi! Dur, bekle!” diye bağırdığını duydum. Dönüp baktığımda, kasabalıların da onun ardından geldiğini gördüm. Bu yüzden hızımı hiç kesmeden ilerlemeye devam ettim.
Hulusi eninde sonunda bana yetişince, “Niye beklemiyorsun abi? Duymadın mı beni?” dedi. Suratı hâlâ asıktı. Başta durmayı düşündüğümü ama sonra kasabalıları görünce, bunun iyi bir fikir olmayacağına kanaat getirdiğimi tam söyleyecek ve özür dileyecektim ki yanımdan geçip giderek tepeyi bensiz tırmanmaya başladı.
Bu yaptığı son derece saygısızcaydı ve ben saygısızlığa asla gelemeyen biriydim! Fakat yine de sesimi çıkarmadım, onu alttan aldım çünkü insan bir derde sahip olduğunda kendini dış dünyaya kapatırdı; sergilediği davranışın doğru ya da yanlış olup olmadığını kestiremezdi.
Tepeyi güçbela aşıp zirveye ulaştığımda Hulusi’yi diz çökmüş vaziyette buldum. Önümüzdeki içler acısı manzarayı seyrederek sessizce ağlıyordu…
Karşımızda Birinci Dünya Savaşı’ndaki batı cephelerinden biri duruyordu sanki. Bütün orman yanmış, geriye sadece ağaçların kömüre dönüşmüş gövdeleri kalmıştı. Kara dumanlar, az da olsa, hâlâ tütmekteydi. İnsanı öksürük krizine sokacak türden yoğun bir koku etrafa hâkim olmuştu. Çevredeki karlar da erimiş, her yer çamurlaşmıştı.
Günışığında birer inci tanesi gibi parlayan gözyaşlarını elinin tersiyle silip bana baktı Hulusi. “Al işte abi,” dedi. Sesi kısılmıştı. “Biliyordum. Hepsinin yandığını biliyordum! Doğanın hiç acıması yok. İster canlı olalım ister cansız, hiçbirimizin, hiçbir şeyin bir değeri yok. Önce var oluyoruz, sonra da yok. O kadar.”
Zavallı arkadaşım benim. Diyecek söz bulamıyordum. Neden sonra yanına çömelip, “Canını sıkma bu kadar,” dedim. “Üç, beş seneye kalmaz, buralar yeniden yeşerir. Yaşam daima bir yolunu bulur. Olmadı, kasabalılarla baştan eker, yeni bir ormana can veririz. Kendi çapımızda kampanya falan başlatıp devletten yardım da talep ederiz. Yaparız işte bir şeyler. Bu dünya ne yıkımlar, ne yok oluşlar görmüş ama yine de hayat devamlılığını hep sürdürmüş. Bunu benden daha iyi bilirsin be Hulusi, ne de olsa koskoca tarih öğretmenisin sen. Ne olursun üzülme artık.”
Hulusi gülümsedi. Çenesi kasılıyor, dudakları titriyordu. Başını sallayarak, “Sağ olasın, abi, sağ olasın” dedi ve sırtıma dostça vurup ayağa kalktı. “Ben aşağıda biraz dolaşacağım. Kafamı dağıtmak istiyorum. İstersen sen eve dön, soluk soluğa kalmışsın zaten. Gidip dinlen.”
“Olmaz öyle şey, beraber döneriz.” Bağdaş kurarak yere oturdum. “Ben seni burada beklerim. Gerekirse akşama kadar bile beklerim. Yeter ki sen iyi ol.”
Hulusi yavaş yavaş aşağı inip çamura aldırış etmeden, siyahın en koyu tonuna bürünmüş manzaranın içinde gezinmeye başladı. Yorgunluktan kapanmaya yüz tutan gözlerimle onu izlerken, aklımı kurcalayan bir soruya yoğunlaştım. Tuhafıma giden bir şey vardı: Görünürde krater falan yoktu, bu da bir asteroidin değil, kuyrukluyıldızın düştüğüne işaret ediyordu. Muhtemelen yere çarpmadan hemen önce infilak etmiş olmalıydı, ki yangına sebebiyet verebilsin. Fakat işin tuhaf yanı da bu ya. Eğer bir kuyrukluyıldız düşmüş olsaydı, patlamayla meydana gelen şok dalgası ağaçları dümdüz ederdi. Halbuki hepsi dimdik duruyordu. Belki de…
Başımda biten birkaç kasabalı yüzünden düşüncelerim yarıda bölündü. Onlara tam selam verecekken Hulusi birden çığlık çığlığa bana seslendi.
“Abi! Yücel abi! Çabuk buraya gel abi!”
Öyle bir bağırıyordu ki kötü bir şey oldu zannettim. Telaşla fırlayıp düşe kalka aşağı indim. Üstüm başım toz, toprak olmuş halde yanına vardığımda, nefesim kesildiğinden, ne olduğunu soramadım. İri iri açılmış gözlerini eline dikmişti, avucunun içindeki ufak bir yanık izine bakıyordu. Nefes alıp verişimi kontrol altına almayı başardığımda, “O iz ne öyle? Sıcak bir dal parçasını falan eline mi aldın, ne yaptın?” diye sordum.
“Hayır abi,” dedi. “Bir şey buldum ben… Yani bulmuştum. Garip bir şeydi. Bilardo topuna benziyordu, ilk başta da bilardo topu sanmıştım zaten ama değildi. Gümüş renginde, yuvarlak ve parlak bir cisimdi. Kendi etrafında fırıl fırıl dönüyordu. Merak edip yakından baktığımda içinde bir şeylerin hareket ettiğini görür gibi oldum… Nasıl anlatsam?.. Sanki… Sanki içinde ben vardım abi! Hayır, hayır, yansımam değildi, basbayağı o şeyin içindeydim ben! Bunun üzerine cismi elime aldım ve aldığım gibi de yok oldu.”
“Yok mu oldu? Nasıl yok oldu?”
“Bildiğin yok oldu işte. Bir anda gözümün önünden siliniverdi. Sonra elimde bu iz oluştu. Hiç acımıyor ama. Hiçbir şey hissetmiyorum.”
Hulusi’nin ne bulduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Fakat korktum. Hem de çok korktum çünkü ya tehlikeli bir şeyle temas kurduysa? Ya radyasyona falan maruz kaldıysa? Anlattığı bu cisim uzaydan gelmiş olabilir miydi?
“Neyse abi, eve gidelim mi artık? Buradaki koku dayanılacak gibi değil.”
“Bence biz sağlık ocağına gidelim.”
“Ne? Niye?”
“Elindeki yanık radyasyon yanığı olabilir.”
“Yok be abi abartma. Sadece…”
“Neyi abartmayayım, oğlum? Ağzından çıkanları kulakların duymadı mı? Kesin tehlikeli bir şey bu. Derhal gitmemiz lazım.”
“Tamam da sağlık ocağı bu saatte açık değildir ki.”
“Doktoru tanıyorum ben, direkt ona gideriz.”
“Doktoru ben de tanıyorum, komşumuz adam, hemen karşımızda oturuyor.”
“İyi ya işte. Düş önüme hadi.”
“Abi gözünü seveyim, kendimi gayet iyi hissediyorum. Daha herhangi bir rahatsızlık baş göstermemişken ne yapar bilir ki adam?”
“Bizim için sağlık ocağını açacak, gerekli bütün personeli çağıracak ve elinden ne geliyorsa onu yapacak! Baştan aşağı kontrol edecek seni. Radyasyon şakaya gelmez, ne kadar erken müdahale ederlerse o kadar iyi olur.”
Hulusi’nin koluna girip onu sürükleye sürükleye götürmeye koyuldum. Doktorun evine ulaştığımızdaysa kapıyı kimse açmadı. Buna karşın, ısrarla zile basmayı sürdürdüm. Hulusi boş yere dil dökerek beni yıldırmaya uğraşırken, birisi arkamızdan, “Buyurun, kime bakmıştınız?” dedi. Doktorun eşiydi bu.
Başımla selam vererek, “İyi sabahlar, abla,” dedim. “Doktor beye bakmıştık biz. Acil bir durum söz konusu da.”
“Ha, o burada değildir.”
“Nerededir? O da mı tepeye gitti?”
“Yok, Ankara’ya gitti. Toplantısı mı, konferansı mı neyi varmış. Bir şeyler anlattıydı da anlamadım. Hafta sonu dönerim dediydi.”
“Peki, sağlık ocağına başka kim bakar, biliyor musun?”
“Vallahi bilmem ki.”
Hulusi bana dönüp, “Abi boş versene,” dedi. “Zaten sağlık ocağında ne yapabilirler ki? Böyle bir durumda, tam teşekküllü bir hastaneye gitmemiz daha doğru olmaz mı?”
Haklıydı. Bir müddet düşündükten sonra, “Yeşilöz otobüsleri öğlen kalkıyordu, değil mi?” dedim.
“Evet ama…”
“Tamam, sen şimdi eve gidip biraz istirahat et. Ben de yatacağım, epey yoruldum. Öğle ezanı okunmaya yakınken seni almaya gelirim.”
“Abi kusuruma bakma da bence gerçekten abartıyorsun. Ta şehre mi gideceğiz?”
“Abartıyorsam, abartıyorum! Altı üstü iki saatlik yol tepeceğiz. Hem muayene olmanın ne zararı olur ki? Kendini düşünmüyorsan bari eşini, çocuğunu… Yeni doğan çocuğunu düşün! Evladın babasız mı büyüsün? Bunu mu istiyorsun? Onu bu dünyada bir başına bıraktığın için hayatı boyunca senden nefret etmesini mi istiyorsun?”
“Of… Hay tam teşekküllü hastane diyen ağzımı…. Tamam, abi, tamam. Gidelim.”
“Ha, şöyle. Öğlen görüşürüz hadi.”
“Görüşürüz abi.”
Eve gittiğimde kendimi direkt yatağa attım. İlkin uyumayı başarabildiysem de çok geçmeden bacaklarımın ağrısı nüksetti ve bir o yana bir bu yana dönüp durmaktan başka bir şey yapamaz oldum. Nihayetinde, gözüme uyku girmeyeceğine kanaat getirdiğimde kalkıp bavulumu hazırlamaya giriştim. Aslında yanıma birkaç parça kıyafetten fazlasını almama gerek yoktu fakat hazır yola çıkmışken çocuklarımı görmeye Ankara’ya da giderim diye düşündüm. Tabii Hulusi’nin durumu ciddi değilse…
Hazırlığımı tamamlamak üzereyken dışarıda insanların, “Yangın var!” diye bağrıştığını işittim. Neler oluyor diye çıkıp baktığımda herkesin Hulusi’nin evinin bulunduğu tarafa akın ettiğini gördüm. Tepenin ardından tüten kara dumanların aynısı şimdi de oradan geliyordu.
Arkadaşımın evinin yandığına ihtimal vermeyerek kalabalığın arasına karıştım. Oranın yandığına ihtimal vermiyordum çünkü inanmak istemiyordum! Fakat ne yazık ki gerçekten de orası yanıyordu. Koca ev alevler tarafından tümüyle sarıp sarmalanmıştı. Tıpkı şömineme attığım odunlar gibi çıtırdayarak küle dönüşüyordu.
Yaşadığım anı şaşkınlıktan idrak edemiyordum. Daha sonra, çok uzağımda olmayan bir kadın, “O Yaptı! Evi ateşe o verdi! Zavallı Leyla’nın çığlıklarını duydum, yardım edin diye feryat edişi bebesinin zırlayışına karışıyordu! Karısını, çocuğunu diri diri bu adam yaktı!” diyerek bağırmaya başladı. Gözlerimi ona çevirdim. Evin karşısındaki kaldırıma oturmuş, baştan aşağı yanık içinde olan elini yumruk yaparak kafasına geçirip duran ve histeriye kapılmışçasına hem ağlayıp hem de kahkaha atan Hulusi’yi parmağıyla gösteriyordu.
Sus pus olmuş kalabalığın arasından ağır ağır sıyrılıp Hulusi’nin yanına gittim. Konuşacak gücü kendimde bulamıyordum, bakışlarımın her şeyi anlatmasını umuyordum ama Hulusi varlığımın farkında bile değildi. Etrafımız kırmızı ve mavi ışıklarla dolup taşana dek ağlamaya, kahkaha atmaya ve kafasına vurmaya devam etti.
Ona ne olmuştu böyle?
Davası aylarca sürdü. Yapılan tahkiklerin sonucunda sahiden de yangının onun çıkardığı anlaşıldı ve ailesini korkunç bir şekilde katlettiği için, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılandı. Lakin akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle Yeşilöz Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne kapatılmasına karar kılındı.
İlk fırsatta onu görmeye gittiysem de geri çevrildim. Ziyaretçi kabul edemeyecek halde olduğunu buyurdular.
Aradan birkaç ay geçince hastaneden bir doktor beni aradı. Kendisine numaramı bırakmış, arkadaşımla görüşmeme izin verebilecek olurlarsa bana telefon açmasını rica etmiştim.
Gayet neşeli bir ses tonuyla, “Yücel Bey, hastamız ilerleme kaydetti,” dedi. “Arada bir hâlâ buhrana kapılsa da bizimle düzgün bir biçimde iletişim kurabilir oldu. Sanırım artık sizinle de görüşebilir.”
Doktora teşekkür edip telefonu kapadım ve bulduğum ilk otobüse atladığım gibi oraya gittim. Sağ olsun doktor beni karşılayıp Hulusi’nin hücresine götürdü ve sadece beş dakikam olduğunu söyleyerek bizi yalnız bıraktı.
Çelik kapının gözetleme bölmesinden görebildiğim kadarıyla Hulusi’yi kapattıkları yer daracıktı. Yatağın, klozetin ve lavabonun haricinde içerisi bomboştu. Kırıp da kendisine zarar vermesin diye odaya ampul de takmamışlardı. Tek ışık kaynağı, pencere demeye bin şahit isteyen, tuğla büyüklüğünde, demir parmaklıklı bir delikten geliyordu.
Hulusi bu deliğin altına yatmıştı. Cenin pozisyonu almış, bir ileri bir geri sallanıyordu. Deli gömleğinden giydirmişlerdi ona. Beni fark edince gözyaşlarına boğuldu. Kalkıp ağır aksak yanıma geldi. Elindeki o yanık izinin aynısı alnının ortasında da peydahlanmıştı.
Gözlerimin içine bakarak, “Neptün’ün ötesindekiler,” dedi. Sesi çok tuhaf çıkıyordu; hırıltılı ve boğuktu, sanki ona ait değildi. “Dipsiz boşluğun efendileri… Aklıma hükmediyorlar! Evimi ben yakmadım Yücel abi! Karıma, çocuğuma nasıl kıyarım? Böyle bir şeyi nasıl yapabilirim ben? Kimse bana inanmıyor ama sen inanırsın, sen beni tanırsın. Sana yemin ediyorum, onları ben öldürmedim! Beni ele geçirdiler, beni kontrol ediyorlar! Kıymet nedir bilmeyen biz insanları cezalandırmak istiyorlar… Hepsi… Hepsi kafamın içinde! Dayanamıyorum artık. Ne olur affet beni, abi, ne olur affet…”
Sözünü bitirir bitirmez başını, tam da yanık izinin bulunduğu kısmı bam diye kapıya geçirdi. O denli sert vurmuştu ki çıkan ses koridorda yankılandı. Sonra başını iki kere daha vurdu ve yere yığılıp öylece kalakaldı. Açık kalan cansız gözleri kanla örtüldü. Alnı tümüyle yarılmış, parçalanan kafatasının arasında beyni görünür olmuştu.
Arkadaşımın delirdiğine, hem de hiçbir sebep olmaksızın delirdiğine akıl sır erdiremedim! Fakat sonuç ortadaydı. Uzun bir süre boyunca bunu böyle kabul ettim. Ta ki dünyanın birçok yerinde meteor yağmurları sıklaşıp da insanların Hulusi’nin tarif ettiği garip cisme benzeyen şeylerle etkileşim kurarak kafayı sıyırmasıyla orayı burayı ateşe vermeye başladığı haberleri yayılana dek.