mars agac

Merhum Emrecan Doğan Anısına | Emrecan Doğan (Kısa Öykü)

Başındaki krem rengi stetson tipi şapkasını düzeltti, ince dudaklarının arasına bir sigara kıstırdı ve gözlerini kısarak ufka doğru baktı. Sonra da okkalı bir tükürüğü ağzından dışarıya, Mars’ın kızıl toprağına savurdu. Buraya geleli çok olmamıştı ama ilk yerleşim grubundandı. Bu hesaba göre henüz on yıl önce falan buradaki koloniye yerleşmiş olmalıydı. Koloniye ilk gelenlerin hepsi memur ya da işçi takımıydı. Aralarında bir tane bile aylak yoktu, herkesin bir işi ve sorumlu olduğu bir alan vardı. Emrecan Doğan da Dünya üzerinde polisti ama yeryüzü çok uzakta kalmıştı. Burada da inşa edilen sınır karakolunun başına koymuşlardı onu, ama teknik olarak oradaki tek memur oydu. İki de robot vardı, yardımcı olmaları için.

Ufku sadece pencerenin kirli camlarının arkasından görmek ona yetmedi. Masasındaki kahvesini de alarak dışarı çıktı. Karakol binası taraçalıydı, taraçanın gölgesinin altına iliştirdiği sallanır sandalyesine kendini bırakıp sallanırken kahvesinden bir yudum aldı. Temiz havadan uzun ve derin bir soluğu içine çekti. Hava burada daha temizdi, Dünya’yı zar zor hatırlıyordu. Son zamanlarında kışları daha soğuk, yazları daha sıcak geçiyordu. İlkbahar aylarında ise bir hafta soğuk, bir hafta sıcak yaşanmasından dolayı mevsimler iyice yalama olmuştu. İlk gruba seçilebilmesi büyük bir şanstı, buna inanıyordu. Şansın ona Mars kurasında güldüğünü düşünürken, gözleri ileride duran yemyeşil ağaçlara takıldı. Aslında yemyeşilliklerine biraz mavi bulaşmış, mavimtırak bir yemyeşil olmuştu. Bu fenomeni oksijen miktarı ve coğrafya açıklıyordu. Ağaçlara bakarken aklı yine kuraya gitti, hâlbuki kurada torpil döndüğü söyleniyordu ama onun ne devlet görevlileriyle ne de devlete çöreklenmiş çetelerle bir bağlantısı vardı. Zaten işi şansa bağlamasının nedeni buydu, tamamen tesadüfen kendini burada bulmuştu. Hani arası Allah’la limonî olmasa, bunun kader olabileceğine kanaat getirecekti.

Çocukken her pazar izlediği kovboy filmlerine burada daha çok özenerek kendini kısmen onlara benzetmişti. Pantolonu tam olarak benzemese de, Mars’ın kızıl toprağıyla uyumluydu. Onu bu yüzden seçmişti. Kovboy ceketi gibi kıyafetleri bulamadığından deri bir ceket ve kırmızı bir tişörtle geçiştirmişti. Ona göre kırmızı ve siyahın uyumu büyüleyiciydi. Bu büyünün farkına Edgar Allan Poe’nun portrelerine bakarken ve kitabını okurken varmıştı. Şimdi kendisi de o büyünün bir parçası olmuştu. Buradaki sınır karakolunun kovboyuydu, karakolda tek görevlinin o olduğu düşünülürse doğru sayılabilirdi. Sınır karakolu Mars kolonilerinin uzağında, kuzey yönündeydi. Olası dış tehditlere karşı buraya konuşulmuştu ilk başta, ama geçen on senenin ardından pek dış tehdit olmayınca görevlisi azaltıla azaltıla tek kişiye kadar indirilmişti. Emrecan’ın içinde bulunduğu sınır karakolu, bir karakol zincirinin parçasıydı. Asıl bina burası olmadığından, onun bulunduğu karakol zaten hiçbir zaman kalabalık bir grup barındırmamıştı. Asıl karakollar kilometrelerce ötede duruyordu. Hayalî Marslılar ile çarpışabilmek için varlardı. Dünya’dayken filmler, kitaplar onları hep koca kafalı, yeşil, makarnavi uzunlara sahip garip ahtapotumsu yaratıklar olarak tasvir ederlerdi. Bugün Mars’ta yaşam vardı ama uzaylılardan hâlâ haber yoktu.

Güvenlik tehdidi geçtikten sonra tek kişiyi buraya ağaçlar için bırakmışlardı. Sallanır sandalyesinde ileri geri sallanmakta olan Emrecan, mavi stetson şapkasının altından, kıstığı yeşil gözleriyle o yöne doğru bakıyordu hâlâ. İnsanlar bu mavimtırak yeşil ağaçları kesip kesip evlerine götürüyorlardı. Çeşitli sebeplerden ötürü. Eski tip yakacak olarak kullananlar, marangoza verip kendisine oyma yaptıranlar ya da oyma yapanlar, başkalarına satanlar ve şu an aklına gelmeyen nice sebep. Mars Federasyonu da ormanların korunmasını emrediyordu, bu yüzden sınır karakolu kaybolup giden güvenlik tehdidine rağmen burada bırakılmıştı.

“İşte böyle,” dedi fısıldayarak, hâlâ sandalyede sallanıyordu. Bir de beline taktığı bir şok tabancasını belinden çıkararak elinde sallamaya başladı. Kendince eğleniyordu. Kuru  dudaklarını ıslatarak ıslık çalmaya başladı, ama ıslıklarının arasına aniden derinden gelen bir uğultu sesi girince ıslığı sönen bir lamba gibi yavaş yavaş gücünü kaybetti ve yalnızlığının içinde yitip gitti. Tabancasını elinde çevirmeyi bırakıp doğru düzgün tuttu, elini tetiğe dayadı. Hazır olduğunda çekecekti. Sıradan bir şok tabancası olsa da, insana erişti mi kemiklerine kadar yüksek voltajla yakıp geçerdi.

“Kimsin?” dedi tedirginliğini bastırmaya çalışan bir sesle. Görevini ifa ederken ziyaretçisi gelmediğinden yabancı seslere karşı alışkın değildi. Gözlerini kısarak etrafını dikkatlice taradı. Her şey normal görünüyordu, karakol kulübesinin çevresi temizdi. Biraz olsun rahatlayacak gibi olurken aynı uğursuz uğultuyu bir daha duydu. “Kimsin dedim lan?” Kontrolünü kaybettiğinin farkına varıp toparlandı. “Eğer on saniye içinde kendini göstermezsen seni vurma yetkisine sahibim. Son şansın yani, bence kullanmak isteyebilirsin.” Sesine biraz da alaycılık katarak karşısındakini sınırını bozmak istiyordu. Kendi bozulan sinirlerini biraz olsun yatıştırabilmek adına keskin bir gülümseme takındı. İçinden de ona kadar sayıyordu ama işi ağırdan alıyordu. Bir yandan da ani bir saldırının gelmesi olasılığına karşılık gözleri çevresinde fıldır fıldır dönüyordu ama nafile, her yer boştu, kimse yoktu. İç sesi son sayıya geldiğinde saymayı sürüncemede bırakıp bir’in r’sini uzattıkça uzattı. Oldum olasıya r harfine dili zor dönerdi. Sayması bittikten sonra yere tükürdü. Etrafına baktığında ortaya çıkan kimsenin olmadığını gördü. On saniyenin bittiğini görünmez düşmanına da bildirmenin adilane bir davranış olacağına karar verip boşluğa doğru bağırdı.

“On saniyen bitti. Çık dışarı!”

Uğultu birden yükseldi. Karşısındaki her kim ya da her neyse sanki saymasının bitmesini bekleyip sessiz kalmıştı. Şimdi de onunla alay eder gibi ortaya çıkıp sesini duyuruyordu. Emrecan’ın sabrı tükenmek üzereydi. Ancak uğultular anbean yaklaşıyor ve yaklaştıkça daha çirkin bir tona bürünüyordu. Nihayet duyulmaya tahammül edilemeyecek kadar çirkin bir sese dönüştüğünde ise sustu. Çünkü artık esrarengiz düşman kendini göstermişti. Bu o kadar garip bir “şeydi” ki, Emrecan nasıl tepki vereceğini bilemiyordu. Sanki onu hem algılayabiliyor hem de algılayamıyordu. Şeklinin ne olduğunu çıkaramasa da, ilk çıktığında onu kısa bir an için baykuşa benzetti.

Esrarengiz düşman hiçbir ses çıkarmadan ya da karşısındakine yaklaşmaya çalışmadan adamın gözlerinin içine bakmaya başladı. Gözleri büyülü gibiydi, Emrecan onlara bakarken bir çift gökyüzü manzarasına bakıyor gibiydi. Hatta gece göğü bile denebilirdi buna.

“Nesin sen?” diye sordu cevap almayı gerçekten bekleyerek, ama karşısındaki bilinçli bir canlıdan çok bilinçsiz bir hayvan gibiydi. Gözlere bakarak adeta hipnotize olmuş, bir saniye içinde bulunduğu mekânı ve öz varlığını unutmuştu. Sorusunun cevabını bir ses verdi, ancak bu ses nereden geliyordu emin olamadı. Karşısındaki yaratık mı ona cevap veriyordu, yoksa etrafta başka biri vardı da onunla mı konuşuyordu? Bunu bilmiyordu ama sorgulayacak zihinsel duruma da sahip değildi. Sesin sahibini ve nereden geldiğini sorgulamak yerine kulak verip söylediklerini dikkatle dinlemeye çalıştı.

“Peçesiz İsis! Peçesiz İsis! Peçesiz İsis! Üzerine şehirler inşa ettiğiniz toprakların yegâne ve asıl sahibi! Topraklarımı kirleten şehirlerinizden ve ağaçlardan kurtulacağım!”

“Ağaçlar mı? Onlar da topraktan çıkarak yetişiyor, yani senin bir parçan. Onları niye yok edeceksin?” Bunu söyledikten sonra bir an içinde bir yerlerde bu olup bitenlerin arasında bir tek bunu mu sorgulamaya lâyık bulduğuna dair alaycı bir his belirdi ama sadece bir an içindi. Hemen yok olup giden bu düşüncenin arkası gelmedi.

“Onlar benden değil!” diye kükredi ses, sanki dışarıdaki bir kaynaktan değil de zihninin içinden geliyor ve yine zihninde yankılanıp duruyordu. “Onları siz kendi dünyanızdan getirdiniz, yıllar önce orayı ziyaret etmiştim. Uzun zaman önce! Ve şimdi sen o ağaçları yok etmeme yardımcı bir köle olacaksın!” Bu cümleden sonra ses sustu ve etrafı keskin bir sessizlik doldurdu.  Karşısında duran ve hayvan olduğunu tahmin ettiği şey hâlâ ona bakıyordu. Konuşma bittikten sonra yine göz göze geldiler. Uzun bir süre geçtikten sonra hayvan arkasını dönerek ağaçların olduğu tarafa doğru yürümeye başladı.

Emrecan da hiç düşünmeden taraçanın altında duvara dayalı olarak dikey konulmuş bir baltayı eline alıp arkasına seğirtti. Hareketlerinin kontrolü artık onun elinde değilmiş gibi görünüyordu, zihninin içinde bir yerlerde bilinci hâlen duruyordu ama bu bilinç orada seyirciydi. Olan biteni, bedeninin yaptığı her hareketi seyretmekle yetiniyordu. Müdahale etmeye ise ne kudreti ne de isteği vardı. Ölü yerindeydi. Ağaçlar, sınır karakoluna kilometrelerce uzaktılar. Emrecan ise ne olduğunu bilmediği şeklin arkasından o kilometreleri yorulmadan yürüdü. Yolun yarısına kadar geldiklerinde karakolda yardımcı olarak bırakılan robotlar arkalarından bakıp, izlediler. Sanki onlar da Emrecan gibi hipnotize olmuşlardı ama onların bu pasif tutumlarının sebebi dâhil oldukları programda yanına verildikleri görevliye müdahale etmemeleri yazmasıydı. Müdahale için öncelikli şart başkası tarafından zorlanmasıydı ama robotların görebildiği kadarıyla ortada ikinci birisi yoktu. Emrecan onlar için tek başına yürüyordu çünkü diğer yaratığın varlığını algılayamamışlardı.

Robotlar orada dikilip zavallı adamın gidişini seyrederken illerdekiler ağaçlara ulaştılar. İlk ağacın önüne geldiğinde hiç beklemeden baltayı kalın gövdeye doğru savurdu. Balta ilk darbede ancak bir santim kadar gövdeden alıp götürebilmişti. Çıtırtılardan sonra kolları tekrar geriye doğru gitti ve bu sefer daha kuvvetli bir şekilde ağacın gövdesine indi. Baltayı her havaya kaldırıp tekrar indirilişinde sanki daha çok kuvvetle doluyormuş gibi hızlanıyordu. Ağacı yıkılacak kadar kesmesi ancak üç saati bulmuştu. Gün batıyor, mavi renkleriyle Mars toprağına ışık düşüren Güneş gidiyordu. Emrecan önce giden Güneş’e baktı, sonra düzgün bir şekle sahip olmayan yaratığa.

“Vur!” diye emretti yaratık, adamın zihninin içinde yankılanan sesiyle.

Adam da öncekilerden daha kuvvetli bir şekilde baltayı ağacın gövdesine indirdi. En başta hiçbir şey olmamış gibiydi, ama bir an sonra çıtırdamalar duyuldu. Ve kesik gövdeden yukarısı sol tarafa doğru hareketlenmeye başladı. Tam da Emrecan’a doğru… Her şey birkaç saniye içinde gerçekleşti. Biraz önce orada duran adam, biraz sonra ağacın  altında kalmıştı. Kaçmamıştı çünkü yaratığın etkisindeydi. Aslında ağacı gören gözlerinin arkasındaki bilinci çığlık çığlığa zihninde kaçmasını haykırmıştı ama ayakları ona itaat etmemişti. Bedeninin kontrolü kendisinde değildi. Bedenini kontrol eden yaratık ise bir ağaca bir de altında can vermiş olan Emrecan’a baktı. Sonra kayıtsızca oradan yok oldu. Geldiği gibi, aniden.

İşte kovboy şapkalarına, kovboy filmlerine ve siyah kırmızı renklerine düşkün sınır polisi Emrecan Doğan böyle öldü. Anısına…

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

depresyon

Depresyon | Erkan Ceylan (Kısa Öykü)

Dr. Zeynep Altın, psikiyatri kariyerinin beşinci yılında mesleğinin sınırlarını zorlayacak bir vaka ile yüzleşmek üzereydi. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin