İstanbul Hyperloop İstasyonu ve Dinlenme Tesisleri’nin dillere destan manzarasına karşı, 2059 üretimi Avustralya şaraplarını yudumlayan Polonyalı çift, yirmi ikinci yüzyıla birkaç gün önce girmiş olmaktan kaynaklanan hayretlerini birbirlerine süslü cümlelerle anlatmakta, zamanın ne de hızlı geçtiğinden dem vurmak suretiyle flört etmekteydiler. Adam, kadının kulak memesini boş görünce meraklı bir ifadeyle kaşlarını çattı. Kadın gülümsedi: “ee-Ring’im Zürih’te yola çıktıktan sonra arızalandı. Varınca servise vereceğim.”
“Ne talihsizlik. Nesi bozulmuş?”
“Kimlik doğrulamasında problem var. Birkaç ufak tefek sorun daha işte.”
“Onsuz nasıl durabiliyorsun?”
“Neden? Sen duramaz mıydın?”
“Mümkün değil. Şu cihazlar çıkmadan önce ne yapıyorduk anlayamıyorum.”
Kadın yine gülümsedi. Biraz daha soğukça. “Bağımlısı olmuşsun sen. Ayrıca biliyorsun, sadece B sınıfı üstü insanlar bunlara sahip olabiliyor. Gerisi belki adını bile duymadı. Onlar nasıl yaşıyor sence?”“Sen de mi sınıfsal sisteme hoş bakmayıp yine de nimetlerinden faydalanmaktan geri durmayan şu tuhaf insanlardan oldun yoksa?” dedi adam.
Gözlerini hafifçe kısmıştı.
“Pek değil. Ben etliye sütlüye karışmıyorum. Yine de ne bileyim…”
“Yanlış anlama ama şu ikiyüzlülüğü sevmiyorum ben. Ne yaparsak yapalım değiştiremeyeceğimiz bir sistem için neden kendimizi üzüyoruz ki? Her gün bu dediklerini bir yerlerden işitiyorum ama ben bireysel olarak ne yapabilirim yani? Tadını çıkaralım gitsin işte.”
Şarabının son yudumunu alırken zoraki başını salladı kadın.
Uzun boylu, siyahî bir adam gelip Hyperloop’un beş dakika içerisinde hareket edeceğini restorandakilere tek tek bildirdi. Yolcular pencereden son kez Boğaz manzarasına bakıp kibar vücut hareketleriyle yerlerinden kalktılar ve kendilerine ait bölümlere dağıldılar. Bir sonraki istasyon Tahran’dı. Sonuncusu ise Dubai. Kadın, Hyperloop hareket ettikten sonra, arızalı ee-Ring’ini hiçbir yerde bulamadığını fark etti. Kompartımanında bıraktığına emindi oysa. Rulo bilgisayarından Dubai’de eline geçmesi için şık ama abartısız bir ee-Ring siparişi verdi. İhtiyaçlarını karşılasa yeterdi.
* * *
Onur, birkaç parça giysi ve terli avucunun içindeki tuhaf küpe dışında hiçbir şey bulamamış olmanın burukluğuyla kanalizasyon tüneli boyunca koşturuyordu. Ne pis koku, ne etraftaki fareler, ne de tekinsiz karanlık rahatsız ediyordu onu. On dokuz yaşındaki hemen her F insanı gibi, bunlara alışkındı. Peşine düşen bir güvenlik dronu olmadığından emin olunca hızını azalttı. Birkaç kilometre daha yolu vardı ve enerjisini boşa harcamak istemiyordu. Zaten son zamanlarda kendini sıkça yorgun hissediyordu. Keşke biraz da yiyecek bulabilseydim, diye düşündü. Biraz dondurma ya da cips mesela. Kakao rezervleri tükenme noktasına geldiği için aşırı değerlenen çikolata adlı şu efsanevi şeyden bile tadabileceğini düşünmüştü.
Saçmalama lan, dedi kafasındaki bir diğer ses. Sen kendi sınıfında, bir Hyperloop’a girebilmiş ilk insan olabilirsin! Sen, aylardır bunun hayalini kurmuş, planlarını yapmış, istasyon restoranının kanalizasyon sistemini adı gibi ezberlemiş ve sonuç olarak başarıya ulaşmış birisin! Mahallede herkesin hayranlığını kazanacaksın. Artık sana saygı duyacaklar. Yetişkin olacaksın gözlerinde. Belki yiyeceklerden biraz daha fazla pay alacaksın. Sert oyunlarına, mahalleler arası çatışmalara seni de dâhil edecekler. Nesilden nesle aktaracaklar bu maceranı. Hatta en önemlisi, bir ihtimal Melisa da fark edecek seni.
* * *
Küçük taşıma şirketlerine ait kamyon, minibüs, otobüs gibi ağır taşıtların bakımlarının yapıldığı, bazen de çalıntı araba parçalarının el değiştirdiği bir mahallede oturan E sınıfı bir aileydi Çetin ailesi. Önceki yıl D sınıfına geçiş başvurusu yapmış ama henüz yanıt alamamışlardı. Baba Zeki Çetin, mahallenin temizlik ve fiziki düzeninden sorumlu müfettiş olarak on beş sene önce atanmış ve adeta buraya kök salmıştı. Karısı, üç kızı ve yaşlı annesiyle kalıyor, devletten aldığı memurluk maaşıyla ailesini geçindirmeye çalışıyordu. Ara sıra mahallede rastladığı ufak tefek illegallikleri görmezden gelme karşılığında elde ettiği rüşvet geliri olmasa işi zordu. Özellikle okumak için deli divane olan ortanca kızı Melisa’nın kitap masrafıyla baş edemezdi.
Melisa, Zeki’yi hem gururlandırıyor, hem de korkutuyordu. Mahallenin delikanlılarının etrafında fır dönmesine sebep olan duru bir güzelliği vardı. Zayıf, atletik, neşeli ve cıvıl cıvıldı. Bu özellikleri de onu çamurdaki mücevher haline getiriyordu. Ama o genelde bireysel basit konularla değil, üst düzey bilgi ve felsefeyle haşır neşir olduğundan bu tip şeyleri pek umursamıyordu. Melisa’yı evinden çıkarabilecek ender şeylerden biri o akşamki “Onur, Hyperloop’a girmiş. Birazdan köşe kahvede başına gelenleri anlatacak,” söylentisiydi. Hyperloop’un ne olduğunu biliyordu ama onu gerçekten görebilmiş birini dinlemek Melisa’yı müthiş cezbetti. Gecenin o vakti, genç ve savunmasız bir kız oluşuna umursamadan evden fırladı. Söylenti doğruydu ve Onur, -yüzüne aşinaydı ama şahsen tanımıyordu- macerasını anlatmaya yeni başlamıştı.
* * *
Melisa’yı görünce kendini kaybetti Onur. İçinden başka biri çıktı. Zihnindeki ilk kişilik otomatiğe bağlamışçasına, Hyperloop’a girebilmek için yaptığı planları, oradaki insanların kendilerini adeta dokunulmaz zannettikleri için doğru dürüst bir koruma ihtiyacı duymayışlarından nasıl faydalandığını, kompartımanları nasıl tek tek gezdiğini, birkaç saniyeliğine de olsa görmeyi başardığı Boğaz manzarasını ve mahalleye geri dönüşünü ayrıntılarıyla anlatırken, ikinci Onur dikkatini tamamen Melisa’ya vermişti. Sıra kompartımanlardan arakladığı eşyaları göstermeye geldiğinde iki Onur tekrardan birleşti. Önce giysileri gösterdi hızlıca. Tuhaf küpeyi cebinden çıkarırken doğrudan Melisa’ya baktı.
“Bu küpeyi, zengin bir kadının kompartımanında buldum. Lüks bir şeydir herhalde. Burada beni dinleme lütfunda bulunan tek bayana hediye etmek istiyorum, eğer kabul ederse.”
Melisa’ya doğru hızlı adımlarla yürüdü. Tüm gözlerin onda olduğunun farkında olan kız utangaçça küpeyi aldı ve teşekkür etti. Herkes eve dönüp yataklarıyla buluştuğunda Onur, kızın o mahcup ve eşsiz güzellikteki yüzünü, Melisa ise elinde çevirip durduğu küpemsi aygıtın nasıl bir işlevi olduğunu düşünüyordu. Henüz kulağına takmamıştı, gündüz gözüyle deneyecekti.
* * *
Sabah küpeyi kulağına değdirdiği an, hayatının o ana kadarki en inanılmaz deneyimine yelken açmış oldu Melisa. Önce kulağında bir acı, sonra beyninin her yanına yayılan hafif bir sızı hissetti. Ardından kafasının tam ortasından gelen bir ses duydu. Çok net, nazik bir kadın konuşuyordu: “ee-Ring’e hoş geldiniz. Lütfen kişisel ayarlarınızın yapılabilmesi için sessiz, rahat bir ortama geçiniz ve gözlerinizi kapayınız.”
Melisa diğer yataklardaki iki kız kardeşine baktı. Kıpırtısızca uyuyorlardı. Gözlerini yumdu.
“Kan izinizden, hayatınızda ilk kez çevrimiçi olduğunuz anlaşılıyor. Sizin için yeni bir hesap açıldı ve taslak bir profil oluşturuldu. Lütfen eksikleri doldurarak kişisel bilgilerinizi onaylayınız.”
O anda, gözünü açmadığı halde görebilir hale geldi. Ama gördüğü şey dışarısı değildi. Açık mavi bir fon üzerinde kendisinin üç boyutlu bir fotoğrafı, isim, soyisim, kimlik numarası, aile ve eğitim bilgileri vardı. İnternete hayatında hiç girmemiş olduğundan muhtemelen bu bilgileri devletin senelik olarak güncellediği vatandaşlık belgelerinden alıyordu cihaz. Daha sonra ise soru işaretli kısımlar geliyordu. İlişki durumu, daha önce gezdiği mekânlar, kişisel fotoğraflar, eski sevgililer, sevdiği filmler, içkiler, yemekler gibi daha özel şeyler… Zihniyle ekranı aşağı kaydırdıkça madde sayısı artıyordu. Şimdilik bunları doldurmak istemediğine karar verdi.
“Bilgilerinizi onaylıyorsanız hafifçe başınızı sallayınız,” dedi kadın. Melisa başını salladı.
“Kan örneğiniz üzerinden başlatılan sağlık taraması az sonra tamamlanacak. Bu esnada dilerseniz multimedya özelliklerini kullanarak müzik dinleyebilir, haberlere bakabilir, sosyal medyadaki gelişmeleri inceleyebilirsiniz.”
Melisa ekrandaki nota simgesine odaklandı. Önünde yeni bir menü açıldı. Popüler şarkılar, türlere göre ayrımlar, son yayınlananlar, ruh haline göre parçalar gibi onlarca seçenek belirdi. Rastgele bir şarkı açtı. O çalarken menüye geri döndü. Haberlere göz attı. Magazin, siyaset ve spor haberlerini atlayarak bilim kategorisine yöneldi. ESA’nın önceki senelerde Ay’da inşa ettiği dev parçacık hızlandırıcıdan yine ilginç bilgiler gelmişti. Kuiper Kuşağı’nı inceleyen uzay aracı çok yüksek çözünürlüklü fotoğraflar göndermişti. Kanserin alt edilmesine yönelik deneyler halen devam ediyordu. Asteroit Madenciliği Şirketleri Birliği, dünyaya ilk büyük çaplı maden transferinin önümüzdeki sene içerisinde gerçekleşeceğini duyurmuştu. Dünyanın üçüncü füzyon reaktörü Güney Afrika’ya kurulacaktı.
Melisa haberler içinde kaybolmuşken kadının sesi tekrar duyuldu. “Temel sağlık taramanız gerçekleştirildi. Sonuçları şimdi görmek isterseniz başınızı hafifçe sallayın.”
Melisa başını salladı. Hemen bir değerler ve analiz ekranı göründü. Çoğu normal aralıktaydı ama B ve D vitamini eksikliği söz konusuydu. Demir de sınıra yakındı. Ancak bunların hiçbiri aciliyet arz eden sorunlar değildi. Eksiklikleri gidermek için yapılması gerekenler cihaz tarafından listelendi. Yenebilecek yiyecekler, günde kaç dakika güneşlenmek gerektiği, kullanılabilecek ilaçlar önüne seriliydi. Melisa isterse şu an cihaz aracılığıyla bir program yapabilirdi. Belli saatlerde güneşe çıkması için alarm kurabilir, yediklerinin besin değerlerinin hesaplanabilmesi için gerekli ayarı etkinleştirebilirdi. Bunları sonraya bırakmaya karar verdi. Daha ayrıntılı bir kan taraması ya da DNA testi de yaptırabilirdi. Bunları da şimdilik istemedi. Dijital kadın, cihazın diğer onlarca özelliğini arka arkaya sıraladı. Diğer insanlarla iletişim kurmak için pek çok uygulamadan birini kullanabilir, fotoğraf ya da video çekip paylaşabilir, varsa öteki cihazlarıyla senkronizasyon sağlayabilir, oyunlar oynayabilir, sanal seks yapabilir, herhangi bir şey sipariş edebilir, dünyanın ve güneş sisteminin herhangi bir yerine zihinsel bir gezintiye çıkabilirdi. İlk gün için kaldırabileceğinden fazla gelmişti bunlar. Nihayet kadın cihaz kurulumunun ve demosunun başarıyla tamamlandığını duyurdu.
O anda, ekranda mavi bir daire belirdi ve kısa bir bip sesi duyuldu. Kadın, “bir mesajınız var, bundan sonra mesaj aldığınızda bu şekilde bilgilendirileceksiniz. Bildirim ayarlarınızı değiştirmek için ayarlar menüsünü kullanabilirsiniz,” dedi.
Melisa mesajı açtı. Gönderen Onur’du.
* * *
Melisa merhaba. Ben Onur. Şu an beni tanımıyorsun ama bu küpeyi sana verdiğimde artık tanıyor olacaksın. Herhalde öyle olursun yani. Ben seni çoktandır tanıyorum. Bir keresinde annen bir tamir meselesi için beni çağırmıştı, seni ilk öyle görmüştüm. Okula gitmek için çıkıyordun evden. Odanda bir sürü kitap vardı. Biri karadeliklerle ilgiliydi. Şu an o kitap bende. Kitaplığından çok kitap çalıp iade ettim ama karadelik kelimesi aklıma gözlerini getiriyor, o yüzden bunu geri veremedim.
Merak ediyorsundur bu mesajı nasıl attım diye. Küpeyi aslında geçen hafta çalmıştım Hyperloop’tan. Senden önce ben denedim. Mesajı da oradan gönderdim. Hesabın aktif değildi ama olunca sana ulaşacakmış. Umarım sonuna kadar dinlersin. Beş parasız bir adamım ben, biliyorsun. Güneş altında çalışmaktan simsiyah olmuşum. Arabaların motorlarıyla uğraşmaktan ellerim nasır bağlamış. Ama eksikliğini duyduğum şey para değil. İstersem çalabilirim. Daha önce çok çaldım. Başka bir şey istiyordum ben. Ömrüm boyunca sağa sola yayılmış, maddi, manevi tüm arzularım artık tek bir noktada birleşmişti Melisa. Bu arzu, bir karadeliğin etrafındaki her şeyi yakalayıp içine çekmesi misali tüm minik arzularımı tüketiyor, küçültüyor, emiyordu. Fotonların bile kaçamayışı gibi, hayatımda en ufak bir umut ışığı bırakmıyordu.
Bu dayanılmaz arzu, bana sonsuz bir ilgi besleyen, harici bir varlığın özleminden başka bir şey değildi. Sevgi yani. Etrafımdaki her türlü insana bu beklentiyle yaklaşıyordum ama bulamıyordum. Karadeliğin çekiminin yakınına bile yaklaşamıyorlardı. Bunların kimi evli, kimi çocuklu, kimi nişanlı, kimi sevgilili oluyordu. Öyle olmasalar bile onları cezbedecek hiçbir şey yoktu bende. Dolayısıyla ilgilerinin küçük bir miktarını bile elde etmem için muazzam bir çaba sarf etmem gerekiyordu.
Bir aşka ihtiyacım vardı. Sebep ne sosyal baskılar, ne cinsellik, ne de başkalarına hava atma isteğiydi. Başka bir varlığın beni sevmesiydi işte. Beni o kadar çok sevmesi ki, başka her şeyin önemsizleşmesi. Dünyayı bu karşılıklı sevginin yaratacağı yeni çerçeveden görebilmem. Taze bir bakış açısı kazanmam. Renk spektrumuma yeni bir tonun eklenmesi. Ama gerçek hayatta böyle olmuyor. Karşındaki kişi, senin onu sevdiğin kadar sevemiyor seni. Kurgu eserlerdeki, âşık olacağı kadını yaratan yazarlar, bilim adamları, şairler, filozoflar ve tanrılar da muhtemelen işte bu sonsuz sevgi arzusunun sancısıyla kıvranıp duruyorlar. Nihai aşk belki de bu. Hiçliğe duyulan arzu. İmkânsıza duyulan hasret. Belki Yunus Emre de işte buna âşıktı. Tanrı diye kastettiği şey bu erişilemeyen ve var olduğundan bile emin olunamayan sonsuz ilgi ve sevgi kaynağından -bu karadelikten- başka bir şey değildi.
Yine de sana yaklaşamadım Melisa. Olay ufkunun sınırlarında dönüp durdum. Belki kendi utangaçlığımı gizlemek için uydurduğum bir kılıftır bu ama gerçek şu ki, sana erişememek bana bir amaç verdi ve hep seninle olmanın hayalini kurdum. Daha doğrusu, senin idealleştirilmiş haliyle.
Şu an… Sana henüz hiç erişememişken bile özlüyorum seni Melisa. Ne kadar saçma… İçinde en ufak bir üzüntü ya da acıma hissi duyduysan hemen at o düşünceyi kafandan. Ben bu hikâyenin zavallı aşığı değil, kötü adamıyım. D sınıfına yükseldiğinize dair size gelen mektupları ben çalıyorum aylardır. Sırf sen gitme diye. Ama artık gerek kalmadı. Sabah, mektuplar kapınızın önünde olacak. Kendine iyi bak. D sınıfı mahalleleri çok güzelmiş diye duydum.
* * *
Cümleler henüz bitmişken kapının çalındığını duydu Melisa. Mektuplar geldi aklına. Ama az sonra bir kadının İngilizce olarak hızlı hızlı konuştuğunu, annesinin ise kem küm ettiğini duyunca başka bir şeyin döndüğünü anladı. Nitekim bir dakika sonra odasının kapısı açıldı ve annesi “kızım kadın zorla girdi içeri, ne diyor anlamıyorum,” dedi. Kadın içeri atıldı. Çok güzel, çok temiz, pırıl pırıl görünüyordu. Melisa’nın çıkarmaya fırsat bulamadığı ee-Ring’e baktı. “Melisa sensin değil mi?” dedi yine İngilizce.
“Evet?”
“Onur,” dedi panikle, “ötenazi kliniğinde.”
“Ötenazi mi?”
“ee-Ring… Kanında bir şeyler buldu. Doktora gitti. Ölümcül bir şeyi varmış… Hastalığı…”
Melisa’nın gözleri büyüdü, konuşamadı.
“F sınıfıysan ölümcül hastalıklarda sana tek bir çözüm sunuyorlar Melisa. Ötenazi.”
“Ama…”
“Para sorun değil. Ben tedavi ettirebilirim. Sizin için ölümcül olan hastalıkların çözümü aslında mümkün olabiliyor. Bana şu an sadece C sınıfının altında biri lazım. Hastaneye girip ona ulaşabilmek için. D-E-F sınıfı hastanelere bizim girmemiz yasak. Mikroplarımız bile farklı olduğundan sanırım, bilmiyorum.”
Melisa ayağa fırladı, kadının peşinden dışarı çıktı ve havayla çalışan lüks otomobile atladı.
Yola koyuluşlarından bir süre sonra “Peki nasıl anladınız?” diye sordu.
“Hastanenin çevrimiçi ötenazi listesinde ismi görünüyor Onur’un. Yarım saat sonrası için. Öncesini soruyorsan… O ee-Ring benimdi,” dedi kadın. Çantasından rulo şeklinde bir kâğıt çıkarıp açtı ve üzerindeki ekranı işaret etti. “Çalınma ya da kaybolma gibi durumlar için uzaktan erişimim var. Her şeyi takip edebiliyorum.”
Ekranda birkaç noktayı tıkladı. Ee-Ring Hesap İşlemleri’ne girip eeR201EW model, 2441-2234-1114-37 ID’li cihazı seçti. Sahipliği Bırak seçeneğine dokundu. Önceki ekranda listelenmiş tüm aktiviteler kayboldu. “Daha doğrusu edebiliyordum. Artık senin.” Melisa ne diyeceğini bilemedi. Bulabildiği teşekkür sözcüklerini sıralayacaktı ki “artık ikiyüzlü olmayacağım,” diye mırıldandı kadın.
“Efendim?”
“Önemli değil. İşte geldik, gidip bir hayat kurtaralım.”