Kucuk-Prens

Küçük Prens Hazretleri | Halil Alpaslan Hamevioğlu (Kısa Öykü)

“Üçüncü Dünya Savaşı’nda hangi silahlar kullanılacak bilmiyorum ama Dördüncü Dünya Savaşı taş ve sopalarla yapılacak.”

Albert Einstein böyle demişti zamanında.

Üçüncü Dünya Savaşı…

Ülkeler arasında değil, insanlık ve koşullar arasında yapıldı. 2023 yılıyla birlikte başlayan gıda krizi, salgınlar, giderek artan yoksulluk derken önce şehirlerde asayiş bozuldu. Elindeki elma için öldürülen bir çocuğun haberi işlerin ne kadar vahim durumda olduğunu gösteriyordu. Bozulan asayişi sağlamak için hükümetler daha sert önlemler alıyor, müdahaleler ve cezalar sertleştikçe toplumsal olaylar da giderek artıyordu. Bu kısır döngüye hapsolan tüm toplumlarsa hızla kaosa sürükleniyordu.

Önce okullar süresiz olarak kapatıldı. Sonra vergi ve tapu daireleri gibi devlet kurumları askıya alındı, ardından da tüm devlet sistemleri çöktü; hükümetler dağıldı. Öyle ya, hükümeti oluşturan insanların da canı vardı. Artık onlar için de gıda ve güvenlik öncelikliydi. Toplum ve devlet için uğraştıkları yeterdi, kendi canlarını kurtaracaklardı.

2040 yılına gelindiğinde, eskiden haritada görülen ülkelerin hiçbiri kalmamıştı. Tüm devletler yıkılmış, toplumlar yeni bir yaşama başlamıştı. Kentler ıssız bölgelere dönmüş; yapılar yosun tutmaya ve sarmaşık bağlamaya başlamıştı. Tüm bu kriz ve kaostan sağ çıkmayı başaran az sayıda insan da yiyecek bulmanın daha kolay olduğu doğaya doğru yola koyulmuştu. 2060 yılına gelindiğinde ise artık insanlık, neredeyse 10 bin yıl önceki avcı ve toplayıcı yaşama gerilemişti.

2063 yılı.

Ateş sabah saatlerinde yine yola çıkmıştı. Ailesine yiyecek bulması gerekiyordu. Yakın çevrede meyve ağaçları ve çalılar vardı ama hem onlardan uzun zamandır meyve topluyordu hem de çevrede yiyecek arayan bir tek o değildi. İki rakibin karşılaşması genelde ölümle sonuçlanıyordu. Baltası vardı belki ama daha yeni baba olmuştu. Riske giremezdi. Biraz daha uzak mesafelere gitmeye karar verdi. Hem yolda oğlunun adını da düşünebilirdi.

Eskiler ne tuhaftı; çocuklarına Ahmet, Mehmet gibi anlamsız kelimeleri ad olarak koymuşlardı. Oysa kendi adı öyle miydi? Doğduğunda annesinin önünde ateş yanıyormuş, adını da Ateş koymuş. Bu kadar basit işte! Gerçi dedesi eski dünya ile ilgili çok garip şeyler anlatırdı. İnsanlar büyük büyük binaların içinde yaşar, tekerleğin üzerinde giden taşıtlara binermiş. Hatta çocuklar, akranlarıyla birlikte okula da gidermiş. Neymiş, okuma öğrenecekmiş. Her bir sesi temsilen bir şekil. Sonra bunları bir araya getirirlermiş. Ne kadar saçma! Anlatmak istediklerini zaten anlatıyorsan şekil çizmene ne gerek var?

Tüm bunları düşünürken uzakta bir mağara gördü. Ancak bu mağara daha önce gördüklerine benzemiyordu. Girişi dörtgen şeklindeydi. Üstelik kapısı da vardı. Mağaraya yaklaştı. Baltasını kapıya doğru savurdu ve bir kırılma sesi geldi. Yerde parlak ve saydam kırıklar ilişti gözüne. Artık okul olmadığı için bilmiyordu ama eskinin insanları buna cam derdi. Eritilmiş kumdan yapılırdı. Elbette artık teknoloji de olmadığı için cam yapan kalmamıştı.

İçeri girdi. Kendi kulübesindekilere benzer ama metalden yapılmış raflar ve raflarda da çeşitli büyüklükte cisimler duruyordu. Ne garip bir mağaraydı bu! Cisimlerden birini eline aldı. Değişik bir ses geliyordu. Hışırtı gibi bir ses. Sonra eline başka bir cisim aldı. Bunların içinde bir şeyler vardı. Eskinin insanları bunlara da ambalaj derdi. Biraz zorladı ve ambalaj yırtıldı. İçindekiler yere dağıldı. Yerden dökülenleri aldı, kokladı. Kokusu güzel gibiydi. Ağzına attı bir tanesini.

Yiyecek!

Evet, yiyecekti bu. Tadı da çok güzeldi. Eskiler bunlara şeker derdi. Teker teker tüm ambalajları denemeye başladı. Bazılarının tadı çok kötüydü. Bozulmuşlardı. Bazıları ise hâlâ yenilebilir durumdaydı. Yenilebilir olanları heybesine doldurmaya başladı. Biraz daha baktıktan sonra bir ambalaj daha gördü. Bu ambalaj sertti. İçinde de sanki yiyecek yok gibiydi. Yine de açıp baktı. Drtgen şeklinde garip bir cisim ilişti gözüne. Kokladı, ambalajla aynı kokuya sahipti. Sonra cismin yüzeyine dokundu ve bir anda cisim parlak bir resim çıkarıp konuşmaya başladı.

“Merhaba. Sesli kitaplara hoş geldiniz. Kitabımızı okumaya başlayalım mı? Eğer okumak istiyorsanız evet deyin.”

Dedesi anlatmıştı, eskiden ‘tablet’ dedikleri bir alet vardı. Yüzeyi parlak olur ve konuşurmuş. Bu o olmalıydı. Hatta dedesi oyun oynadıklarını bile söylemişti.

“Evet,” dedi.

Sesli kitap konuşmaya başladı.

“Sesli kitabımız: Küçük Prens.”

“Altı yaşındayken bir gün, balta girmemiş ormanlar üstüne yazılmış “Yaşanmış Öyküler” adlı bir kitapta müthiş bir resim görmüştüm. Bir hayvanı yutan boa yılanını gösteriyordu. Resmin kopyası işte yukarıda.”

Ekranda da masaldaki resim vardı. Ateş hayranlıkla dinledi Küçük Prens masalını. Sonunda masal bitti ve sesli kitap bir daha konuştu.

“Bu masalı bir kez daha dinlemek istiyorsanız, evet deyin.”

“Evet,” dedi ve bir daha dinledi.

Sonra bir daha.

Bir daha.

Bir daha…

Ta ki sesli kitap artık çalışmayana kadar. Ekranı kararmıştı. Ateş bunun nedenini anlayamadı. Anlasaydı, pilinin bittiğini bilirdi. Pilleri ise hemen arka raftaydı.

Mağaranın ağzından giren ışık azalmaya başlamıştı. Meşalesini yaktı ve içeriden biraz daha yiyecek toplayıp heybesine doldurdu. Ardından mağaradan çıktı ve kulübesine doğru yola koyuldu. Çok sevinçliydi. Hem bol bol yiyecek bulmuştu hem de hayatının en etkileyici öyküsünü dinlemişti. Evine gidip karısına anlatmak için sabırsızlanıyordu.

Ateş’in karısı Yağmur şaşkındı. Kocası bu kez hiç getirmediği kadar çok yiyecek getirmişti. Üstüne üstlük çok da ilginç bir öykü anlatıyordu. Kuş sürüsüne tutunarak dünyadan dünyaya uçan küçük bir çocuk, gittiği her yere iyilik ve güzellik götürmüştü. İnsanların yüreklerine işlemiş ve onlara umut vermişti. Sonunda da dünyamıza gelmiş ve kızgın bir adamla dost olup onu sakinleştirmişti. O adama da iyilik ve güzellik aşılamış, umut vermiş ve sonra da gitmişti. Bir gün geri geleceğini de söylemişti.

Yağmur bu öyküyü hayranlıkla dinledi. Kocası ona hayatında dinlediği belki de en güzel şeyi anlatmıştı.

Ateş ve Yağmur, oğullarının adını Rüzgâr koydu.

Sonraki iki gün boyunca Ateş’in getirdiği yiyecekleri yediler. İkinci günün sonunda yiyecekler azalmaya başladı. Ateş ertesi sabah yeniden yola çıktı. Bu kez nereye gideceğini biliyordu.

Geçen sefer gittiği mağaraya doğru yola koyuldu. Aslında burası, toprak yığınlarının altında kalmış bir benzin istasyonuydu. Pompaların olduğu kısım tamamen kapanmıştı. Market kısmınınsa çatısına kadar üzeri örtülmüş ama kapısı ise eşiğine toprak dolmadığı için açıkta kalmıştı. Bir önceki gidişinde kırdığı kapıdan içeri girdi. Meşalesini yakar yakmaz bir tilki telaşla sağa sola koşturduktan sonra kapıdan dışarı kaçtı. Ateş yine heybesini yiyeceklerle doldurdu ve sesli kitaplara yöneldi.

“Merhaba. Sesli kitaplara hoş geldiniz. Kitabımızı okumaya başlayalım mı? Eğer okumak istiyorsanız evet deyin.”

“Evet.”

“Altı yaşındayken bir gün, balta girmemiş ormanlar üstüne yazılmış “Yaşanmış Öyküler” adlı bir kitapta müthiş bir resim görmüştüm. Bir hayvanı yutan boa yılanını gösteriyordu. Resmin kopyası işte yukarıda.”

Küçük Prens’i bir kez daha hayranlıkla dinledi. Bu kez heybesine bir tane de ambalajı açılmamış bir sesli kitap koydu ve doğruca evine döndü

Karısı Yağmur ve oğlu Rüzgâr evdeydi. Henüz iki haftalık olan oğlunu biraz sevdikten sonra yiyecekleri çıkardı ve karısıyla birlikte yedi. Ardından da markette açtığı sesli kitabı çıkardı. Sesli kitap otomatik ayarı dolayısıyla hareket sensörlüydü. Ele alındığını algılıyor ve kendiliğinden çalışıyordu. Ateş tableti karısına da dinletti.

Yağmur bu kez daha da hayranlıkla dinledi. Sesli kitap kocasından da güzel anlatıyordu öyküyü. Sonra kocasına, “Uçak ne ki?” diye sordu.

“ Ben hiç görmedim ama dedem anlatırdı. Havada uçan, insanların içinde oturduğu kocaman bir kuşmuş. Çok çok uzak mesafeleri bile uçarak gidiyormuşsun.”

“Bu Küçük Prens’i gören adam da o kuşla uçuyormuş o zaman?”

“Öyle olmalı.”

Ateş sesli kitabı bir daha çalıştırdı.

“Ah, Küçük Prens! O küçük gezegendeki mutsuz yaşamını yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. Uzun bir süre için, tek eğlencen güneşin batışını izlemek olmuştu. Bunu tanışmamızın dördüncü sabahında öğrenmiştim.”

Ateş ve Yağmur, Küçük Prens’i defalarca dinledi. Ta ki sesli kitap bir daha çalışmayana kadar…

Aradan yine iki gün geçti ve Ateş yiyecekleri azalmaya başladığı için bir kez daha o markete gitti. Yeniden içeride meşalesini yaktı. Raflarda kalan yiyecekleri toplamaya başladı. Yiyecekler iyice azalmıştı. Bir daha buraya gelmesine gerek kalmayacaktı. Raflarda iki tane daha sesli kitap vardı. Onları da heybesine koydu. Ardından da arkasından bir ses duydu. Geçenki tilki olmalı, diye düşündü. Baltasını yavaşça çıkardı ve tilkinin kafasına indirmek üzere aniden döndü. Ancak karşısındaki tilki değil bir ayı yavrusuydu. Yavru buradaysa annesi de yakınlardadır, diye düşündü.

Haklıydı da. Annesi de oradaydı. Bir adamın yavrusuna tehditkâr bir hamle yaptığını görünce aniden saldırıya geçti. Tek hamlede Ateş’i altına aldı. Can havliyle kolunu ayının ağzına veren Ateş, heybetli yaratıkla boğuşmaya başladı. Bir yandan ayının sert ısırıklarına dayanmaya çalışıyor, bir yandan da postuna bıçak darbeleri indiriyordu. Ayı Ateş’i hızla savurdu. Ardından da karnına bir pençe darbesi indirdi. O arada Ateş de baltasını kaldırdı ve ayının tam ensesine indirdi.

Ayı ölmüştü.

Ağır yaralı Ateş, kanlar içinde evine gitti. Heybesini de geride bırakmamıştı. Karısı günlerce Ateş’i iyileştirmeye çalıştı. Ne var ki dördüncü gün Ateş öldü. Yağmur, Ateş’i kulübelerinin yakınında bir yere gömdü.

2080 yılı:

Rüzgâr delikanlıydı artık. Annesi ona çok iyi baktı ve o da bayağı azman ve güçlü bir genç oldu. Çocukluğu hiç hatırlamadığı babasının öykülerini dinleyerek geçti. Elbette Küçük Prens’i de. Babasının son iki market macerasında getirdiği toplam beş sesli kitabı defalarca dinledi. Küçük Prens masalını artık ezbere biliyordu. Yiyecek ve yakacak toplama işi artık Rüzgar’a geçmişti. Annesi bu işi yıllarca yaptı ama artık kendisi yapmalıydı.

Rüzgâr, o sabah yine ormanda avlanırken iki kişi gördü. Evlerine birilerinin bu kadar yaklaşması hayra alamet değildi. Babasının yadigârı baltasını kaldırdığı gibi ikiliye saldırıya geçti! Ancak yanından geçtiği çalıların içinden aniden bir kişi çıktı ve kollarını bacaklarına dolayarak Rüzgâr’ı düşürdü. Beklemediği bu hamleye karşılık veremeyen Rüzgâr, tam sırt üstü dönüp karşılık verecekken diğer ikisi de üzerine çullandı. Ellerini bağladılar ve o sırada bir kişi daha geldi. Rüzgâr’ı iyice inceledi.

“Bu iyiymiş, güçlü kuvvetli. Buna iyi ödeme yaparlar.”

Rüzgâr köle tüccarlarının eline düşmüştü ve annesi ile evini bu sabah son kez gördüğü gerçeğini kabul etti.

Vadi kasabasına girdiler. Yıllar sonra insanların bir sistem kurduğu ilk yerleşim yeriydi. Başında da bir vali vardı ama şu günlerde otoritesi sallantıdaydı. Aldığı bazı kararlar kasabalının hoşuna gitmiyordu. Rüzgâr’ı yakalayan ekip, onu kölelerin konulduğu kafese kapattı.

Ertesi gün, Rüzgâr kafesteyken yanına bir çocuk geldi.

“Adın ne senin köle?”

“Rüzgar.”

“Benimki de Kaplan.”

“Küçük Prens kaplanları hiç sevmez. Güllerine saldırıyorlar.”

“Küçük Prens kim?”

“Bir kuş sürüsüyle birlikte gezegenden gezegene uçan bir kurtarıcı. Sana öyküsünü anlatayım mı?”

“Anlat.”

Rüzgâr tüm gün boyunca Kaplan’a Küçük Prens’i anlattı. Masalı hayranlıkla dinleyen Kaplan, Rüzgâr’ın yanından ayrıldı ve evine gitti. O da akşam evde ebeveynlerine anlattı. Ertesi gün Rüzgâr’ın kafesinin önünde beş kişi vardı. Küçük Prens’i dinlediler. Sonraki gün yirmi kişi, ardından yüz kişi… İnsanlar göklerden gelecek bir kurtarıcıyı duydu ve belki de yüz yıl sonra ilk kez içlerine umut ışığı doğdu. Rüzgâr bir anda kasabanın en gözde kişisi oldu.

Sonunda kasabanın valisi de bunu duydu. Göklerden gelecek bir kurtarıcının öyküsünü anlatan bu köleyi merak etti. Vali de kafese gitti.

“Köle! Şu öyküyü bir de bana anlat.”

Rüzgâr öyküyü anlattı. Öyküyü dikkatle dinleyen vali adamlarına döndü.

“Anlattıkları saçmalık. Öldürün şunu.”

Adamları kafesin kapısını açıp Rüzgâr’ı çıkardı. Bir tanesi Rüzgâr’ı dizlerinin üzerine çökertti ve tam kellesini uçuracakken kafasına gelen bir taşla kanlar içinde yere yığıldı. Kasabalı galeyana geldi. Kurtarıcılarının müjdesini getiren bu peygamberi öldüreceklerdi. izin veremezlerdi. Adamları valinin önünde etten duvar ördü ama kasabalı iyice galeyana geldi. Vali bağırmaya başladı.

“Kesin şunu! Sakin olun! Size emrediyorum.”

Rüzgâr çok zeki bir adamdı. Anlattığı öykünün kasabalının üzerinde nasıl bir etki yarattığını gördü. Ayağa kalktı ve yüksek sesle konuşmaya başladı.

“Emirler, yerine getirilebilir şeyler olmalıdır. Otoritenin temeli mantıktır.”

Kalabalıktan bir kişi aniden bağırmaya başladı:

“Evet, kral böyle dedi Küçük Prens’e!”

Rüzgâr konuşmaya devam etti.

“İnsanlara kendilerini denize atmalarını emretmek, bir devrime yol açmak demektir.”

Başka bir kasabalı haykırdı.

“Bilge kralın Küçük Prens’e bir başka sözü!”

Vali bir anda Rüzgâr’a dönüp bağırdı.

“Sen yargılanacaksın ve en ağır cezayı alacaksın! Tebaamı bana karşı kışkırtmanın cezasını çekeceksin!”

Rüzgar konuşmayı sürdürdü.

“Kendini yargılamak, diğer insanları yargılamaktan çok daha zordur. Kendini gerektiği gibi yargılayabilirsen, çok adilsin demektir.“

Kasabalı huşu içinde ‘ah’ çekmeye başladı. Rüzgâr ise konuşmasına devam etti.

“Yönetici adil olmalıdır. Yönetici adil olduğu zaman da tebaa yöneticiye biat etmelidir. Kral mantıklı emirler verdiği sürece Küçük Prens kralın emrinden çıkmadı. Ey Vadi Kasabası halkı! Valiniz şimdi mantıklı bir emir verecek ve beni serbest bırakacak. Siz de sükûnet içinde dağılacaksınız. Vali makul ve mantıklı olduğu sürece ona isyan etmeyin. Bu çok günahtır ve Küçük Prens bunu asla affetmez. Gezegenimize bir daha asla gelmez!”

Kasabalı korku içinde hep bir ağızdan bağırmaya başladı.

“Sakın! Küçük Prens gelsin! Bizleri kurtarsın! Bizleri yeniden iyiye ve doğruya götürsün. Valimizin emri başımız üstündedir.”

Ardından meydandaki öfkeli kalabalık dağıldı.

Akşam, Vali ve Rüzgâr baş başa yemek yiyordu. Rüzgar, “Otoritenin çok da sağlam olmadığını gördüm,” dedi Vali’ye.

Vali başını kaldırmadan yarım ağızla konuştu.

“Su tedariki konusunda sıkıntı yaşıyoruz. Yakınlardan geçen bir dere vardı ama nedendir bilinmez, kurudu. Kasabalı da isyanlarda. Asayişi sağlamak zorlaşıyor. İtiraf edeyim ki, konuşmaya başlamasaydın halk beni ve adamlarımı linç ederdi.”

“O zaman sana bir teklifim var.”

“Nedir?”

“Sen bana burada yüksek mertebede bir konum ver. Ben de sana yeniden, hem de bu kez sarsılmaz bir otorite sağlayayım. Kelimelerimin gücünü gördün.”

“Kabul ediyorum.”

Vadi kasabasında, Vali’nin evinden sonraki en görkemli ev artık Rüzgâr’ın eviydi. Emrine köleler ve cariyeler verildi. Kasabalı her gün evine en güzel yemekleri getiriyordu. O da karşılığında onlara vaazlar veriyor ve Küçük Prens’in maceralarını anlatıyordu. Bunlar elbette Vali’yi rahatlatan vaazlardı.

“Ne acıkıyor, ne de susuyor. İstediği tek şey biraz gün ışığı… Güneş kadar büyük bir nimet var mı? Sakın yiyecek kıtlığı var diye, su kıtlığı var diye isyan etmeyin! Bu güneşin altında yaşamamızı sağlayan Küçük Prens’e hamdolsun! Bize bu kasabayı sağlayan valimiz var olsun!”

Bütün kasabalı hep bir ağızdan, “Valimiz var olsun!” diye haykırdı.

Ardından kasabada, susuzluk giderici olduğu söylenen küçük ahşap parçalar satılmaya başlandı. Kasabanın tüccarına özel vaaz veren Rüzgâr, Küçük Prens’in karşılaştığı susuzluk giderici tablet satan satıcıyı anlattı. Ardından da tüccar bu işe girdi. Elbette Rüzgâr’a da yüklü payını vermeyi ihmal etmiyordu. Rüzgâr gücüne güç ve servetine servet kattı.

Bir süre sonra Rüzgâr’ın aklına yeni bir fikir geldi ve kasabalı çocukları eğitmeye başladı. Bu kasabada kendisini ilk dinleyen de bir çocuktu ne de olsa! Böylece, yaklaşık iki yüz yıl sonra dünyada yeniden bir manastır açıldı: Küçük Prens Manastırı.

2200 yılı.

Yüz yirmi yıl önce bir kasabada ortaya çıkan Küçük Prens dini, Vadi Kasabası Manastırı’nın yetiştirdiği rahipler ve keşişler aracılığıyla bütün dünyaya yayıldı. Bu dinin bir araya getirdiği insanlar yavaş yavaş yeniden uygarlık kurmaya başladı. İnsanlık, şehir devletleri düzeyine ulaşmıştı bile. Eskilerin “İlk Çağ” dedikleri dönem yeniden yaşanıyordu.

Aradan geçen bu zamanda Küçük Prens öyküsü keşişler ve rahipler aracılığıyla ağızdan ağıza yayıldı. Elbette öykünün ilk haliyle neredeyse hiçbir ilgisi kalmadı. Öykünün iskeleti aynen korunsa da her devlet, her otorite, her erk sahibi Küçük Prens’in öyküsünü kendi çıkarlarına göre düzenledi. Gül artık tüm dünyada kutsaldı. Gül koparmanın cezası idamdı. Gülü yalnızca dini kurumlar satabiliyordu ve çok pahalıydı. Her evde olması zorunluydu. Bu sayede Küçük Prens Kiliseleri büyük bir servet kazandı.

Eski insanların Hindistan dediği topraklardaki Altın Tepe Devleti, Komşu Mavi Göl Devleti ile savaşa girmek üzereydi. Bu, yaklaşık bin yıl sonraki ilk mezhep savaşı olacaktı. Savaşa neden olan anlaşmazlık ise bir hayli ilginçti. Altın Tepe Devleti Kilisesi’ne göre Küçük Prens, güllerini bir fanus ile korurdu. Mavi Göl Devleti Kilisesi’ne göreyse önüne ahşap bir paravan çekerek. İki devletin rahipleri sayısız kez bu konuda istikşafı görüşmeler yapmış ama bir sonuca ulaşamamıştı. Sonunda da birbirini kâfir ilan etmişler, kozlarını savaş meydanında paylaşmaya karar vermişlerdi.

Aslında bu bir mezhep savaşı değildi. Mezhep savaşı görünümlü bir ekonomi ve çıkar savaşıydı. Altın Tepe Devleti, camı yeniden keşfetmiş ve kullanmaya başlamıştı. Elbette fanus da yapılan ürünler arasındaydı. Mavi Göl Devleti ise ahşap işlerinde çok iyiydi ve elbette paravan da yapıyorlardı. Her iki devletteki bu inanç, birbirleriyle daha az ithalat/ihracat yapmalarına neden oluyordu. Mesele fanus veya paravan meselesi değildi, yeniden icat edilen para meselesiydi.

Mavi Göl Devleti’nin en büyük tüccarlarından biri keresteci Uluk Bey’di. Uluk, o devletin dilinde ‘ağaç gövdesi’ anlamına geliyordu. Kendisi de adına yakışır şekilde kereste tüccarıydı. Ayrıca mobilya ve kilise için paravan üretimleri de yapıyordu. Kilisenin başrahibi kendisini çağırtmıştı. Hayra alamet olamaz, diye düşünerek kiliseye gitti ve başrahibin huzuruna çıktı. Başrahip, “Yakında Altın Tepe kâfirleriyle savaşa giriyoruz,” dedi.

“Haberim var. Oğlum da askere yazıldı. Kâfir kanı dökmek için sabırsızlanıyor.”

“Güzel. Savaş demek yüklü masraf demektir. Kilise olarak sana büyük servet kazandırdık. Bu savaşımıza maddi destek sağlamanı istiyorum.”

“Memnuniyetle, kutsal efendim. Ancak benim de bir ricam var.”

“Dinliyorum.”

“Uzun zamandır ağaç kesecek adam bulamadığım için stoklarım yok denecek düzeye geldi.”

“Ödediğin maaşlar da yok denecek düzeyde. Bu yüzden kimse seninle çalışmak istemiyor.”

“İşte bu yüzden sizden bir fetva vermenizi rica ediyorum.”

“Ne fetvası?”

“Tepenin arkası baobap ormanıyla dolu. Küçük Prens baobap ağaçlarını sevmez. Bu haftaki ayinde baobap kesmek sevaptır diye fetva verin de insanlar bana gönüllü olarak ve sevinçle çalışsın.”

Başrahip sırıttı.

“Sen az uyanık değilsin.”

Ardından da arkasına yaslandı ve ellerini karnının üzerinde birleştirdi.

“Ancak bu savaşa büyük, çok büyük bir yardımda bulunman gerekecek.”

Uluk başrahibin önünde eğildi.

“Hayhay, kutsal efendim.”

“Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de perşembe benim için harika bir gündür.”

Tilki böyle demişti Küçük Prens’e. Küçük Prens dininde kutsal gün perşembeydi. Ayinlerde kadın ve erkekler çiftler halinde ve ilahiler eşliğinde dans eder, ardından da başrahip kürsüye çıkar ve vaazını verirdi. O perşembe de öyle oldu. Çiftlerin dansından sonra başrahip kürsüye çıktı ve dizlerinin üzerine çöküp ellerini havaya kaldırarak konuşmaya başladı.

“Gelecek! O gelecek! Küçük Prens Hazretleri gelecek! Hepimizi kurtarmaya gelecek! ‘Tembel bir adamın gezegeninin baobaplar tarafından istila edildiğini biliyorum ben’ demiştir Küçük Prens Hazretleri. Ancak, hemen arkamızdaki tepenin ardında kocaman bir baobap ormanı var. Küçük Prens Hazretleri’nin bu derece nefret ettiği ağaçlar burnumuzun dibindeyken onu nasıl bekleyebiliriz? Ondan ülkemizi teşrif etmesini nasıl isteyebiliriz? Onun yüzüne nasıl bakarız?

Ayağa kalktı ve tüm gücüyle bağırdı.

“Baobapları kesin! Küçük Prens Hazretleri’ne layık olun!”

Tüm şehir halkı olanca gücüyle bağırdı, kalabalıklar toplandı. İnsanlar ellerinde balta ve kamalarla baobap ormanına daldı. Tam iki gün iki gece süren kesim işlemi sonucunda orman yok edildi. Uluk’un yüzündeki sırıtış görülmeye değerdi. Elbette kilise de çok çok yüklü bir bağış aldı.

Sonunda kilise ordusunu topladı ve ‘paravancı’ Mavi Göl şehir devleti ordusu büyük bir zafer kazandı. Aradan geçen yıllarda, kutsal paravan üreticisi bir devlet olarak diğer devletleri de ya fethetti ya da kendisine bağladı ve sonunda da bir süper güç haline geldi.

2500 yılı.

Mavi Göl Devleti’nde arkeoloji yeniden başlamıştı. Eski dünyanın kitapları bulunmuş ve dilleri çözülmüştü. Üç arkeolog haftalardır devam eden kazı çalışmaları sonucunda eski insanların alışveriş merkezi dedikleri binanın bazı dükkânlarına girmeyi başarmıştı.

İçeride adeta bir hazine vardı. Eskinin insanları bu gibi yerlere “elektronik eşya dükkânı” diyordu. Arkeologlardan en genci Tupa adında bir kızdı. Eski insanların Türkçe dediği dili iyi bilirdi. Bulduğu nesnelerden birinin kutusunu açtı ve kutudan çıkan alet bir anda çalıştı.

“Merhaba. Sesli kitaplara hoş geldiniz. Kitabımızı okumaya başlayalım mı? Eğer okumak istiyorsanız evet deyin.”

“Evet,” dedi.

Sesli kitap konuşmaya başladı.

“Sesli kitabımız: Küçük Prens.”

Tupa, öykü ilerledikçe irkildi. Çok dindar bir insandı.

Şimdiye kadar…

Yazar: Halil Alpaslan Hamevioğlu

1980 Polatlı doğumluyum. 80'ler ve 90'lar kuşağında yetişmiş bir bireyim. O devrin her bireyi gibi ben de bilimkurguyu video kasetlerden tanıdım. Sonra özel kanallar geldi. Hayal dünyam iyice genişledi. Eh, gerçek yaşamda da dünyanın içinden geçtiği dönüşümü gördüm. Sovyetler'in bitişini, Berlin Duvarı'nın yıkılışını, popüler kültürün tüm dünyayı etkisi altına alışını... Bir gün okulum bitti ve hem gördüklerimi hem de yaşadıklarımı yeni nesillere aktarayım dedim. Öğretim görevlisi oldum. Gazi Üniversitesi’nde başlayan, Başkent Üniversitesi’nde devam eden öğreticiliğimde ülke sınırlarını aştım ve kendimi Amsterdam Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde buldum. Oldum olası yazmayı sevmişimdir. Âşık olduğum bilimkurguyu ve yazma hobimi de burada birleştireyim dedim. Şimdiden iyi okumalar.

İlginizi Çekebilir

kisa oyku

Kaplumbağalar ve İnsanlar | Erhan Yıldırım (Kısa Öykü)

Yaşaması için ilk kural neydi hakikaten? Su mu? Hava mı? Yoksa lezzetine bakmadan midesine tıkacağı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin