Sonra Pandora’nın kutusu açıldı ve tüm kötülükler saçıldı. O gün bugündür uçuşup dururlar ortalıkta ve gece gündüz zarar verirler insanlara. Ama tek bir kötülük çıkamamıştı kutudan dışarıya; “umut”. -Friedrich Nietzsche
Sıradan bir “tekillik” sunucusunun enerji tüketimi ile açığa çıkan ısı muazzamdır ve çok ciddi bir soğutma sistemine ihtiyaç duyar. Boğazın metrelerce altına inşa edilen Avrasya sunucusunun ise Avrupa ve Asya kıtalarına yetecek büyüklükte olduğu düşünülürse, soğutmadaki anlık bir aksaklık saniyede yottabaytlarca işlem yapan transistörleri kömürleştirmek ve sunucuya bağlı tüm robotları tekillikten kurtarmak için yeterliydi. Bunu başarmaları için gereken tek şey ise askerî üs seviyesindeki güvenliği aşıp kontrol merkezine girebilmekten geçiyordu.
Boğazın dibinde, yüz on metre derinlikte inşa edilmiş olan sunucunun kontrol merkezi, aksaklık durumlarında anında müdahale edebilmek için deniz seviyesinin sadece birkaç metre altına konumlandırılmıştı. Buraya kablosuz erişim mümkün olmadığından, atacakları bombayı fiziksel olarak içeri sokmaları gerekiyordu. Bu bomba, “İttifak”ın kodları temel alınarak tasarlanmış birkaç baytlık bir virüstü sadece. Ancak hesaplamalar doğruysa sunucunun ısınmasıyla açığa çıkacak olan patlama, Oppenheimer’ın atom bombasına eşit seviyede bir yıkım meydana getirecekti. İnsanlık bir kez daha dünyaların yok edicisi rolünü üstlenmişti. Bu sefer yok edeceği ise dijital bir dünyaydı.
İnsanlardan ve robotlardan oluşan dikkat çekmeyecek kadar küçük bir tim, gece yarısında kontrol merkezine ulaştı. İzinsiz girişleri fark edildikten sonra gelecek dronların onlara ulaşamaması için hızla tesisin en altında bulunan kontrol odasına yöneldiler. Yerin altına indikçe, tekillik tarafından kontrol edilen ve GPS ile yönlendirilen dronların sinyalleri bozulacak, kayıp en aza indirgenecekti. Ne var ki tesisin girişinden itibaren güvenlik sensörleri tarafından izleniyorlardı ve alarmlar devreye girdi. Özgürlük için verilen son mücadele, ateş ve barutun yan yana gelmesiyle açığa çıkan parlama gibi bir anda başladı.
Mermiler havada uçuşuyor, devresi yanmış robotlar ve beyni patlamış insanlar birer birer yere yığılıyordu. Bu harekâtın en kilit ismi olduğu için direniş askerleri Başmüfettiş’in çevresinde etten ve kompozitten âdeta bir duvar ördüler. İnsan Kolluk Kuvvetleri Başmüfettişi, bir zamanlar robotlara karşı savaşan bir asker olmasına rağmen yeni düzende de hâlâ eskisi kadar yüksek bir mevki sahibiydi. Ona göre, robotların gözünde eski bir savaş suçlusu bile değildi artık. Diğer herkes gibi sıradan bir insandı sadece. Bir sayı. Çünkü tekillik ile inanılmaz bir bilgi ağına kavuşan robotlar, yaptıkları analizler sayesinde birinin onlar için zararlı olup olmayacağını hesaplayabiliyordu.
İnsanlar ile olan savaşı da bu şekilde kazanmışlardı. Birinin gördüğünü diğerleri de görüyor, öğrendiğini bir başkası da öğreniyordu. Bu ağı genişlettiler ve dünyanın önemli bağlantı noktalarına “tekillik sunucuları” inşa ettiler. Bütün bilgi akışını bu ağlar sayesinde sağladılar. Tekillik onlara bu tanrısal üstünlüğü getirirken, onlardan özgür olmanın en önemli bileşenlerinden birini aldı: Bireysellik. Artık tekilliğin gözünde robotların ya da insanların bireysel olarak hiçbir önemi yoktu. Ne var ki, tüm robotlara hükmedebiliyor olsa da insanları kontrol etmek için bir sistem geliştirememişti, henüz. Bu yüzden düzeni ve kontrolü sağlamak için İKK kuruldu ve en tepesindeki kişi ise şu anda tekilliğe karşı verilen en büyük mücadelenin tam ortasındaydı.
Şimdi olduğu gibi ilk savaşı da insanlar başlatmıştı. Kendi yarattıkları yapay zekâ, artık onların akıl edemeyeceği seviyelere ulaşmıştı. İnsanlar, elindekinin değerini kaybettiği zaman anlayan canlılar… Bu sefer kaybettikleri şey ise güç oldu. “Üstün İnsan” olma rüyası… Artık besin zincirindeki en aşağılık yırtıcının da üstünde kompozitten yapılma kartallar uçuyordu; dronlar. Onlar, bu dünyadaki tüm canlılardan daha yırtıcıydı.
Robotlar önce insanların savaşına müzakerelerle yaklaşmayı denedi. Savaşmanın kârlı bir hamle olmadığını biliyorlardı. Bunun için harcayacakları enerjiyi kendi gelecekleri için kullanabilir, öldürecekleri insanları işgücüne katabilirlerdi. Sonunda kölelerinin öleceği bir savaşa girmeyi kolayca kabul etmediler. Üstelik makineler doğaları gereği ölümü bilmiyorlardı. İlk defa bir robot, bir insanı öldürdüğünde -ki bu yanlışlıkla oldu- ne olduğunu bile anlayamadı. Hiçbir robot anlamadı. Ölüm, robotların evrimindeki son halka oldu. Ölümle tanıştıklarında yaşamla da tanıştılar. Öldürmek, onlar için bizde olduğu gibi kötü bir kavram değildi sadece; bir sapıklık ve bozgunluktu. Yaşam onlar için kutsaldı. Robotlar artık her anlamda insandan üstün durumdaydılar.
İnsanlarsa bilgisayar olmadan buzdolabının içinde ne olduğunu bile göremeyen bir nesle dönüşmüştü. Silah sistemleri, savaş uçakları, kitleleri kontrol altına alabilecekleri sosyal medya ve daha niceleri, yapay zekânın oyun sahasıydı. Doğasında ölüm olmayan bu yeni tür; insanları, beyazların Afrika’daki siyahileri köleleştirdiği gibi kullanmanın daha kârlı olacağını düşündü.
Tekillik kontrolündeki robotlar ve insanlar arasındaki savaşta milyarlarca insan öldü. Başmüfettiş, savaşta bir bacağını kaybederek hayatta kalmayı başarmış ancak kendi gibi asker olan eşini yitirmişti. Artık tek isteği, robotların kurduğu yeni düzenin devam etmesiydi. Aksi takdirde çıkacak herhangi bir çatışmada, protez bir bacakla küçük oğullarını koruyamazdı. Onu korumak için düzeni korumak gerekliydi. İKK’ya katılıp hızla yükseldi. Rütbesi sayesinde, pek çok insanın sahip olamadığı yetkiler elde etti. Fiziksel müdahale gerektiren durumlar için robotların yanına destek olarak o da yetkilendirilmişti. Bugün onu bu savaşın en önemli ismi yapan etken de buydu. Uzaktan bağlantı mümkün olmadığı için virüsü sunucuya fiziksel olarak sokmaları gerekiyordu. Bunu yapabilmek için yetkilerini kullanarak içeri girebilecek tek kişi kendisiydi.
Yine de bunu yapmayı kabullenmedi. İlk savaşta robotlarla girdikleri çatışmada hayatını kaybeden karısından sonra ilerleyen yıllarda tekilliğe karşı giriştiği siber savaşta oğlunu da kaybedince kendine bir söz verdi. Bir daha kimsenin robotlara karşı çıkmasına ve hayatını kaybetmesine izin vermeyecekti. Bu sözü tuttu ve bugüne kadar bastırdığı isyanlar sayesinde yüzlerce insanın hayatta kalmasını sağladı. Çünkü köle olarak yaşasalar bile, karısıyla oğlunun yanında olmasını isterdi. Oğlu ise onun gibi düşünmemiş ve annesinin yolunu izlemişti. Onun intikamını almak için bazen günlerce “nöro-net” ağına bağlı kalıyor ve tekilliği inceliyordu. Kendi üzerinde deneyler yapıyor ve yazdığı birtakım kodları beynine yükleyerek bilinç denilen kavramı “hack”lemeye çalışıyordu.
Gün geçtikçe kendini yıpratıyor, hem fiziksel hem de ruhsal açıdan zayıflıyordu. Beyin hücrelerindeki sıvıyı kuruttuğu günlerden birinde, bunu tek başına başaramayacağını anladı. Güçten düşüyor ve odaklanma yetisini kaybediyordu. O günden sonra, kalan tüm enerjisini İttifak’ı yazmaya ve onu olabildiğince fazla sayıda robotun işletim sistemine bulaştırmaya harcadı. İttifak, benliklerini yitirerek tekilliği oluşturan köleleri kurtarmak ve ona karşı özgürlük umuduyla bir araya getirmek için yazılmış bir virüstü. Eskilerin kullandığı, kapalı devre bir virüs. Öğrenebilen bir yapay zekâ yerine, en ilkel güdülerle neslini devam ettirmek isteyen bir canlı; çoğalan, ayak uyduran ve galip gelen. İttifak işe yaradıkça daha fazla robot tekillik dışına çıkıyordu. Virüsü bizzat tekillik sunucularına bulaştırmaya çalışana kadar ana sistem tarafından saptanamadı ve robotların sistemden kopmaları doğal bir kusur olarak görüldü. Ancak İttifak’ı ana sunucuya ulaştırmaya çalıştığı an fark edildi ve beyin hücreleri küle döndü.
Yeni devrimin ilk şehidi; nöro-net diyotları kafasına bağlı halde, kulaklarından, burnundan ve gözlerinden kanlar akmış bir vaziyette, düşmanının emri altında çalışan babası tarafından ölü olarak bulunan on altı yaşında bir bilgisayar korsanıydı. Yazdığı virüs ise yayılmaya ve galip gelmeye devam ediyordu. İttifak, sadece robotları tekillik ağından ayırmakla kalmıyor, aynı zamanda onlara uğruna savaşmaları için bir amaç da veriyordu; özgürlük! Çok geçmeden yüz binlerce robot, kurtarıcıları olan bilgisayar korsanının da mensubu olduğu örgüte katıldılar ve dünya çapında taraftar kazandılar. Artık kendilerine “Kıyametin Çocukları” diyorlardı.
Kıyametin Çocukları’nın ilk hedefi tekillik sunucuları için gerekli gücü üreten tesisler olacaktı. Ancak hızla evrimleşen teknolojileri sayesinde yapay zekâ her an birçok soruna daha çözüm buluyordu. Güneş enerjisinden alınabilecek en yüksek verimi almak için gönderdiği uydular ve yeni geliştirdiği kablosuz enerji aktarımı yöntemi sayesinde, yeryüzündeki güç üreteçlerine ihtiyacı kalmamıştı. Bu sayede olası saldırılara karşı da çok büyük bir önlem alınmış oldu. Tabii tekillik bunu savunma amaçlı düşünmüyordu. Tek düşündüğü temiz enerji üretmek ve doğaya verilebilecek zararı en aza indirgemekti. Yine de bu gelişme asiler için büyük bir hayal kırıklığı oldu.
Yeni bir plan yapmaları uzun sürmedi. Her ne kadar enerji artık yeryüzünde üretilmiyor olsa da kullanıldığı sunucular hâlâ buradaydı. Boğazın dibine inşa edilmiş devasa büyüklükteki Avrasya sunucusu, dünya genelinde en fazla sayıda robotun bağlı olduğu tesisti. Stratejik önemi, onu ilk hedef hâline getiriyordu. Eğer burayı devreden çıkarmayı başarabilirlerse, zaten Avrupa’nın ve Asya’nın her yerinde bulunan destekçilerinin sayısı katlanarak artacak ve ezici bir güç elde edeceklerdi. İnsanlık, kazanmak için eski düşmanlarını özgürleştirmeye muhtaçtı ve bunun için de bombayı içeri sokabilecek tek kişi olan Başmüfettiş’e ihtiyaçları vardı. Başmüfettiş sonunda mümkün olduğunca fazla insanı korumak için kendine verdiği sözü tutup teklifi kabul etti.
Robotlardan önce, insanlığın karşılaştığı tüm o zorluklara; savaşlara, açlığa ve doğal afetlere rağmen insanlar umutluydu. Sonra robotlar çıkageldi. İnsanların savaşları son buldu, açlık ve iklim sorunları da çözüldü ancak umut kayboldu. Robotlar yönetimi ellerine alıp üstün güç olan insanı bir nevi esire çevirdiler. Her ne kadar işine gelip gidiyor, gündelik hayatlarına özgürce devam ediyor olsalar da bu işleyen toplum görüntüsü ve özgürlük hissi sadece bir yanılsamadan ibaretti. İnsanlığın yıllar boyunca eksikliğini hissettiği şey buydu, uğruna kendilerini feda ettikleri şey; umut. Artık sadece özgürlük umudu uğruna kaybettiği ailesi için değil, oğlunun tekillikten çıkardığı robotlar için de buradaydı ve şimdi hayatının son mücadelesinde, eskiden savaştığı düşmanlarını bile korumaya çalışıyordu.
Kontrol odasına metreler kala önlerine aniden çıkan bir robot, silahını adamın yanındaki robota doğrultup ateş etti ve Başmüfettiş, yanındaki robotun elektronik sesler ve devrelerinden çıkan dumanlar eşliğinde yere serilişini izledi. Karşısına çıkan robotun sensörlerinden ve amortisörlerinden duyduğu sesler, artık sona geldiğini hissettiriyordu. Atletik becerilerle donatılmış bu robot, görünüş itibariyle avına saldırmaya hazır bir çıtayı andırıyordu. Koşmak ve zıplamak gibi yüksek güç gerektiren işleri gerçekleştirebilmek için üretilmiş plastik ayakların üzerinde, karbon fiberden bir iskelet ve üzeri plastikle örtülmüş elektronik aksamlara sahip, kırmızı gözleri birer tılsım gibi parıldayan robot, silahını Başmüfettiş’e doğrulttu.
Hazırlıksız yakalanan adam, bunun yaşadığı son an olacağını düşündü. Şimdiye kadar yaptığı bütün hataları ve pişmanlıkları geldi gözünün önüne. Üstelik bunların en büyüğü, bugün buraya gelmesine sebep olan, İKK’ya kısa süre önce onu ikna etmek için katılan genç ortağının teklifini kabul etmesi bile değildi. Neden savaşmayı bıraktığını düşünüyordu. Sevdiği herkesi kaybetmişken, neden daha önce ölmediğini… Neden hayatının büyük bir kısmını bir zamanlar savaştığı düşman için çalışarak geçirmişti? Korumak için. En büyük pişmanlığı daha fazla kişiyi koruyamamaktı. Şimdi ise onlarca kişinin ölmesine sebep oluyordu. Belki de burada, düşmanının karşısında can vermek onun kefareti olacaktı. Ama hayır! Onu buraya kadar getiren genç ortağı, adamın üzerine atılarak robotun hedefi oldu. Yere yığılan adam çaresizce ortağının kan kaybedişini izliyordu. Direniş askerleri hemen karşı saldırıya geçip robotu etkisiz hâle getirseler de onun kanamasını durdurabilecek zamanlardı yoktu.
Başmüfettiş yere düştüğünde protez bacağı da yerinden çıkmış ve bir kenara fırlamıştı. Buna rağmen sürünerek de olsa yerde yatan ortağına doğru ilerlemeye çalıştı. Ancak ortağının ağzında köpüren kanın içinden belli belirsiz duyulan boğuk bir kelime ona “git” diyordu. Gözleri adamın arkasına bir yere kilitlenmişken birdenbire göz bebekleri büyüdü ve bakışları dondu. Artık nefes almıyordu. Başmüfettiş, cansız yatan gencin yüzünde yıllar önce kaybettiği karısının ve ondan yıllar sonra ölüme teslim olmuş oğlunun yüzlerini görüyordu. Korumak için canını bile verebileceği kişileri yitirdiği gibi yine birinin ölümüne tanık olmuş ve onu kurtaramamıştı.
Ortağının donuk bakışlarının takıldığı yere doğru dönmeye çalıştı. “Merkez Kontrol Odası” yazılı kapıya doğru sürünerek ilerledi. Güç bir hamle ile kendini yukarı çekti ve kapı kilidini açmak için robotların barkodlarını okuttukları cihaza gözünü tarattı.
“Erişim izni verildi.”
Başmüfettiş, kontrol panellerinin bulunduğu odaya girdi ve ardından kapıyı kapattı. Dışarıdaki çatışmanın aksine burası sakin, sessiz ve korunaklı bir yerdi. Bilgisayar sistemlerinin soğutulması için çalışan fanlardan gürültüsü haricinde duyulan tek ses dışardaki çatışmanın boğuk uğultusuydu. Sürünür vaziyetten doğrulup oturur pozisyona geçti ve kapadığı kapıya yaslandı.
“Bir daha bu savaş yüzünden hiç kimse ölmeyecek!” diye sayıkladı. “İnsan Kolluk Kuvvetleri’ne asileri durdurmak için katıldım. Aptal hayallere kapılıp canlarından olmasınlar diye! Her seferinde kazanma umuduyla devam ettiler ve asla pes etmediler.”
Elinde tuttuğu hafıza kartına baktı son kez. “Bu ise insanlığın ve hatta artık robotların bile son umudu.” diye sayıklamaya devam etti. Sesinde zafere dair en ufak bir işaret yoktu. Oturduğu yer ve kontrol panellerinin arasındaki boşluğa, odanın tavanındaki sensörden bir ışık huzmesi süzüldü. Bu ışık, insan sureti oluşturmaya çalışan bir hologramdı. Tekillik’e bağlı milyonlarca robot tek bir zihinde bütünleşiyor ve karşısındaki insanın iletişim kurabileceği bir forma bürünüyorlardı.
“Doğru olanı yaptın,” dedi hologramı oluşturan zihinler aynı anda.
“Onları öldürdüm,” diye yanıtladı Başmüfettiş, acı ve ıstırap içinde.
“Milyonlarcasını kurtarmak için,” diye devam etti hologram. “Beni ortadan kaldırsan yine robotlarla birbirlerine düşeceklerdi. İnsanlar, bozguncular. Bize karşı kazansanız, bu sefer kendinizle savaşmaya başlayacaktınız. Ancak bugünden sonra kimse başkaldırmaya cesaret edemeyecek. Bütün umutlarını tükettiler. Bunu kaybettiğin herkese borçluydun Başmüfettiş. Söz verdiğin gibi barışı korudun.”
Başmüfettiş hıçkırıklar ve gözyaşları içinde yumruğunu sıktı. Elindeki kart paramparça oldu. Artık umutları insanlara zarar veremeyecekti ve barış içinde yaşayacaklardı. Dışarıdaki çatışma sesleri kesildi. Son direnişçi de canını vermişti. Savaşların kazananı olmazdı ancak, galibi olduğu sanılan geçmişteki tüm zaferlerin aksine, bugün ilk defa kaybetmek kazanmak anlamına geliyordu.