Birden uyandı insan; korku ve telaş içinde. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Etrafına bakındı, neler olduğunu anlamaya çalıştı. Etraf sessiz ve karanlıktı. Fakat üzerindeki uzay kıyafetini rahatlıkla görebiliyordu. Sanki kendisi bir tür ışık kaynağıydı. Ne kıyafetinin ağırlığını, ne bastığı yeri, ne de nefes alıp verdiğini hissedebiliyordu. Bir tür hiçliğe düşmüş gibiydi. Hâlâ neler olduğunu anlayamamışken içine garip bir his girdi. Sanki bu anlam veremediği mekânda yalnız değildi. Ama görebildiği tek şey kendisiydi. Çok garip hissediyordu…
Birden, bembeyaz bir ışık belirdi karşısında. O kadar parlaktı ki, gözlerini kısmak zorunda kaldı. Sanki birisi yüzüne fener tutmuş gibiydi. Işık gittikçe büyüdü ve birden yok oldu. Çok güzeldi. Evinden onlarca ışık yılı uzaklığa seyahat etmesine rağmen, daha önce böyle bir güzellik görmemişti. Kesinlikle orada yalnız değildi. Peki, ama neredeydi? Ölmüş müydü acaba? Hafızası yavaş yavaş yerine geldi ve neler olduğunu hatırlayınca, öldüğünü kabullenmeye başladı. Ya cennetin kapısındaydı ya da olay ufkunun ötesinde…
Birden kalbi hızla çarpmaya, başı aşırı derecede ağrımaya başladı. Dizlerinin üstüne düştü. Bir elini kalbine, diğer elini ise başına götürdü. O an uzay kaskının başında olmadığını fark etti. Ardından, ışık tekrar belirdi. O kadar büyüleyiciydi ki, çektiği tüm acılara rağmen, inanılmaz, diye düşündü. Sakinleşmeye çalıştı. Işıktan gözünü alamamıştı. Kendini toparlayıp, ayağa kalktı ve ışığa doğru yöneldi. İlk adımını atar atmaz, çektiği bütün acılar yok oldu. İçindeki garip hissi iyice anladı ve kabullendi: Orada yalnız değildi. Ekip arkadaşlarının ve (daha da önemlisi) milyarlarca insanın başına gelen, anlam veremediği o korkunç olayın gerçekleşmesine rağmen, içine bir sıcaklık, sevgi ve mutluluk doğdu. İşte tam o an anladı; ışık hissettiği varlıktı. Farkında olmadan gülümsedi, sanki yeniden doğmuş gibiydi. Neden böyle güzel hissetmeye başladığı umurunda bile değildi. Sadece öyle devam etsin istiyordu. Ağzını açtı, konuşmaya çalıştı. Fakat sesini duyamadı, üzerine bir yük binmiş gibi hissetti. Işığa gittikçe yaklaşırken, kesinlikle ölmüşüm ben, diye düşündü.
İnce ve güzel bir ses, ‘’Zavallı ölümlü, aç gözünü,’’ dedi. İnsan duraksadı. Kendi kafasının içinde kendi kendine konuştuğunu sandı. ‘’Durma, yaklaşmaya devam et,’’ dedi ince ses. Işık gittikçe daha da fazla parlamaya başladı ama garip bir şekilde etrafı aydınlatmıyordu. Konuşan ışıktı; sanki insanın aklına girmişti. İnsan, ışığın parlaklığından korunmak için elini suratına doğrultup, tekrar konuşmaya çalıştı, ama sesi yine çıkmadı. Anladı insan; o şey zihnine girmişti resmen. Gözünü kapattı, konsantre olup içinden konuşmaya, daha doğrusu düşünmeye çalıştı. ‘’Sen de nesin böyle, neredeyim ben?’’ diye, merakla sordu insan. Işık, ‘’Anımsa ve anla,’’ diye karşılık verdi.
Ve insan her şeyi anlayabilmek için anımsadı…
Dünya ölüyordu…
İnsanlık, geliştikçe sığınabilecekleri tek yeri; evlerini, yaşamlarını, yani Dünya’yı yok etmişlerdi! Fakat insanlığın doğaya karşı olan mücadeleci ruhu, onları hayatta tutmaya devam etmeliydi. Galaksinin öteki ucunda K tipi bir yıldızın sisteminde, Dünya’yı andıran ufak bir gezegene taşınıyordu insanlık. İlim bir noktadan sonra teknolojiyi iyice ilerletmiş, ilkellikten tamamen çıkılmıştı. Fakat onların hâlâ bilmedikleri o kadar çok şey vardı ki…
Bir yerlerde inanılmaz bir şey keşfedilmeyi bekliyordu.
Artık ışık hızına ulaşılmıştı ama bu yıldızlararası yolculuk için yeterli değildi. Ötesine geçilmeliydi. 2147 yılında, Güneş’ten 11.4 ışık yılı uzaklıkta daha önce keşfedilmemiş (nedendir bilinmez) A tipi yeni ölmüş bir yıldız, arkasında bir kara delik bırakmıştı. Bazen, bazı yok oluşlar yeni başlangıçlar doğururdu. İnsanlığın geliştirdiği teknoloji sayesinde, Kara deliğin kütle çekim gücü kullanılarak ışık hızı aşılıp, yeni eve ulaşmak planlanıyordu. Ama insanlığın peşindeki ölüm ve onun korkusu, bazı şeylerin hesaba katılmasına engel olmuştu…
İnsan, milyarlarca insanın son umudu olan Yggdrasil’in kaptanıydı. Neredeyse on bir buçuk yıl süren uykunun ardından, kara deliğe nihayet varılmıştı. Kara deliğin oluşturduğu kütle çekimsel merceklenme, insanın hayatında gördüğü en güzel şeydi… Şimdilik.
Uzay makarna gibi uzuyordu resmen.
Yörüngeye girildi, yıldızlararası yolculuk için son hazırlıklar tamamlanmak üzereydi. Tüm insanlığın kaderi burada ikiye ayrılıyordu: Ya ölüme ya da yıldızlara… Ama düşünememişti insanlık, uzayın büküldüğü yerde kütle ve enerjinin de büküldüğünü. Teknoloji her şey demek değildi. Yıldızlararası yolculuk için kütle çekim sapan atışı tam gerçekleştirilecekti ki, yoğunluk birden artmaya ve Yggdrasil’in yörüngesi daralmaya başladı. Düşme hızları her geçen saniye artıyordu. Kara deliğin oluşturduğu merceklenme artık daha net görülebiliyordu. Yörüngeye tekrar düzgün bir şekilde oturmak için şansları yoktu, yoğunluk o kadar fazlaydı ki kurtuluş yoktu. Yıldızlar arası yolculuk başlatıldı ve…
BUM!
Alevler karanlığı aydınlattı ve hemen söndü. Gemi parçalara ayrılmış, tüm insan ırkı saniyeler içinde yok olmuştu. Peki, doğanın adaleti ve yaşamın anlamı neredeydi? Bu yaratıklar ne uğruna yaşamıştı? Neden var olup yok olmuşlardı? Her şey bitmişti artık. Demek ki ölmüştü insan… İnsan, karşısındaki şeyin ne olduğuna dair tahmin yürüttü ve emin olmak için sordu: ‘’Sen… sen Tanrı mısın?’’
Işığın parlaklığı hafifledi ve ‘’Kimileri öyle zanneder, kimileri ise öyle olduğumuza inanır,’’ diye cevap verdi.
‘’Olduğunuza mı? Senden başkaları da mı var?’’ diye sordu insan, şaşkınlıkla.
‘’Ben her şeyin parçasıyım ve her şey benim parçamdır.’’
İnsan anlayamıyordu. Gözlerini açtı ve ışığa baktı. Işık ona, Dünya atmosferinin çok kalın olmadığı zamanlarda
Güneş’in nasıl göründüğünü hatırlattı. İçindeki sevgi ve merak kabardıkça kabarıyordu. Tekrar gözlerini kapattı ve ‘’Anlayamıyorum, açık cevaplara ihtiyacım var. Ben öldüm mü? Taşıdığım onca insan yok mu oldu? Buraya kadar mıydı? Lütfen bana cevap ver,’’ dedi. Işık yeniden aydınlandı, o kadar parlaktı ki insan, gözlerini kapatmasına rağmen ışıktan rahatsız olup arkasına döndü.
‘’Herkes öldü, her şey ölecek, ama benim varlığım sürdükçe, var olmaya devam edecekler.’’
İnsanın içindeki sevgi birden yok oldu, yerine acı ve öfke doldu. Görünüşe göre artık türünün tek örneğiydi. Belki de bu şey, insan neslini yok etmişti. Ne ironiktir ki, tıpkı insanlığın dünyadaki yaşamı yok etmesi gibi… İnsan o şeyin ne olduğunu bilemiyordu. Tanrı ya da uzaylı olsun, cennet ya da başka bir boyutta olsun, fark etmezdi, bu egoist varlığa çok sinirlenmişti. Gözlerini açtı ve ışığa döndü, parlaklıktan korunmak için kolunu önüne tuttu ve hızlı adımlarla ışığa doğru yürümeye başlarken diğer yandan, ‘’Onlara yeni bir umut veriyordum! Onlar hayattan bunu beklememişlerdi!’’ diye söylenirken, birden ışık sanki patlamış gibi aydınlandı ve insanı birkaç metre geriye uçurdu.
‘’Hayattan hiçbir şey bekleyemezsin, seni bencil yaratık! Çünkü her zaman o senden bir şey bekler! Hayatta isen hayata hizmet ediyorsun demektir. Size verileni yok ettiniz, hiçbir şeyin farkına varamadınız. Ben verir, ben alırım, ben var olmuş, var olan ve var olacak her şeyim! Ben Doğayım!’’
Ve uyandı insan, kara deliğin yörüngesinde, tek başına süzülürken. Yüksek kütle çekiminden dolayı oluşan foton kümesi çok güzel ve kafa karıştırıcı görünüyordu. Ve yumdu gözlerini insan, aydınlığın karşısında, öğrenebilmek için, karanlığa doğru giderken…