Uzun zamandır elinde tuttuğu kibrite bakıyordu. Kibrit, ne tuhaf bir araç. Yakmak için kullanılan ilkel bir alet. Küçük bir odun parçasını alıp ucuna yanıcı bir madde yapıştırmışlar ve ortaya kibrit çıkmış. Mikro meşale, minyatür yangın başlatıcı.
Kibrite bakınca aklına Ray Bradbury geliyordu. Yakma Zevki’ni düşündü. Haz alacağından emindi. Alevlerin kızıla ve yer yer maviye çalan bakışlarını hayal etti. Kağıtların eğik bükük halleri kurgusal düzlem dışında da hoştu sanki.
Sonra kendini tarihin akışına bırakmaya karar verdi. Kâğıt deyince İskenderiye’de yanan parşömenleri hayal etti. Çatır çatır yanan yağlı derinin o şehvetli kokusu burnunda tüttü. Medeniyeti yok eden o yangınlar şimdi bir arzu nesnesi halini almıştı.
Sonra İbrahim’in ateşini düşündü. Ateşin içinden ateşi hissederek ama huşuyla oturan bu yüce şahsın duruşunda isyanın en derin anlamı yatmaktaydı. Kendisi alevden, bakışları ve inancı yangındandı. Kimsenin gücü yetmedi söndürmeye.
Kibrite baktı yeniden… Ne kadar ilkel bir aletti böyle. Halbuki çakmak öyle mi? Son derece modern, gösterişli ve işlevsel. Kibrit gibi üzerine masallar yazılmamış gerçi. Küçük kızların satarken donduğu bir alet olmaması ne güzel.
Kibritin çakmaktan sonra icat edilmesi ise ayrı bir ironi. Kim, neden böyle bir şeyi icat etmek istemişti acaba? Saçını karıştırarak baktı: Vasati kırk çöp. Vasatın ne yapacağı sahiden bilinmiyor. İlkel aletlerle Ay’a çıkıyor ama yarım asır sonra buradan öteye geçmek şimdilik imkansız, diyor. Çakmak varken kibrit icat etmelerine şaşırmamak gerek.
Kibrit kutusunun üzerinde yanması için çekilmiş bir şerit var. Bu şeridi görünce sınırları düşündü nedense. Milyarlarca insanı ayıran ve ne zaman birileri sınırları aşmaya çalışsa yakanları anımsadı. Sınırın dışına çıkanlar, sınırı aşanlar, sınırları çizenlere karşı mı gelmeliydi? Yoksa sınırsız bir dünyanın anahtarı bazılarının sınırlandırılmasında mı saklıydı? Bir türlü akıl sır erdiremedi.
Kalktı, yerinden doğrulup duvardaki şeritlere göz gezdirdi. Sonra kibritle yer yer yanmış ama halen görevini ifa eden sofra bezine baktı. İzleriyle zamanı aşan bir şeydi şu kibrit. Zamanı aşıyor, geçmişle gelecek arasında şimdinin bütün sıradanlığını panayıra çeviriyordu: Karnivalesk yangınlar ve hiç sönmeyen Bizans Ateşi’ni söndürme çabaları. Ne kadar trajik!
Neden sonra aklına dank etti. Madem yanmak bu kadar merak uyandıran gizil bir hazdı, kendinde denese ne çıkardı? Acıyı hissetmek istiyor, acının günahını üstlenmek için an kolluyor ve günahsızların adına kendini feda ediyordu. Beşir Fuat’ın bilmem kaçıncı kuşak akrabası olduğunu kurguladı o an.
Gereken özgüveni aldı ve kutuyu açtı. İçinden birini çekti, sürtüp yaktı ve üzerine attı. Ceketi yanarken deri kokusu odayı sarıyordu. Onun aklında ise yanık kokusundan ziyade yalnızca bir sayı dolaşıyordu: Vasati otuz dokuz.
Ölmeden evvel söndürdü ateşi. Yanıklarla paramparça olan, delik deşik ceketini şöyle bir süzdü. Giardano Bruno’yu, Madımak Oteli’ni ve Rönesans’ın ortasında yapılan cadı avlarını anımsadı. Ölüm sandığından daha sıcaktı. Fakat mutasyonu ölmesine bir türlü müsaade etmiyordu. Çabucak iyileşiyor, yepisyeni oluyordu. O vakit bir daha deneyecek mi diye düşündü. İşte orası zamana bağlıydı…