Yaşaması için ilk kural neydi hakikaten? Su mu? Hava mı? Yoksa lezzetine bakmadan midesine tıkacağı birkaç lokma yaşam kırıntısı mı?
Gözleri, karşıdan gelen aracın farlarına çevrildi. Göz alıcı bir beyazlıktı tüm gördüğü. Araç, kenardaki çamur birikintisini üzerine sıçratarak yanından geçti gitti, sokağın ötesinde yok oldu. Soğuk ve karanlık ile tekrar birlikte olmuştu şimdi. Feci şekilde titriyordu adam. Adını hatırlamaya çalıştı yattığı yol kenarında. Hatırlayamadı. Donma belirtileri mi baş göstermeye başlamıştı kendisinde acaba? Yoksa arkasına yaslandığı bu binadan intihar etmek için atlamıştı da hafızasını mı yitirmişti?
Karlı bir gecenin örtüsüne bürünmüş bu koca şehir zayıf ışıklar altında titriyordu. Şüphesiz, uzaktan göz kırpan bir yıldız gibiydi. Şehrin her bir köşesinden siren sesleri geliyor, insanların sesleri çıkmıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş birkaç yüzyılın ardından her şey biraz daha iyimsere doğru gidiyormuş gibiydi. Ozon tabakasını ya da amazon ormanlarını kurtaramamıştı insanoğlu ancak yine de üzerinde barınabileceği bir dünya ayırabilmişti kendisine. Tarih, üç binli yılları gösteriyordu ve yine bir aralık sonu yeni yılbaşı öncesiydi.
İş yerinden yeni çıkmıştı. Bir gün müdür olmayı umduğu şirketin B kulesi ile A kulesini bağlayan devasa hole geldi. Mesai arkadaşları binanın otoparkına indi ve araçlarına binerek gözden kayboldu. Her zamanki gibi hava metrosunu kullanacaktı ki birden vazgeçti. Çalıştığı yerin penceresinden görünen o devasa restoran aklına geldi. Yalnız yaşıyordu, davet edeceği bir kimsesi yoktu. Ancak yine de o restoranda akşam yemeğini yemek için içinde müthiş bir istek olduğunu fark etti. Yaklaşık yetmiş beş metre ötedeki alt geçide girdi. İş yerlerinin dağılma vaktiydi ancak alt geçit oldukça ıssız görünüyordu. Geçidin orta yerinde kör bir çocuk kaval çalıyordu. Cep telefonunun melodisine benzer bir melodiydi bu. Yine de dönüp bakmadan yoluna devam etti. Karnının acıktığını hissediyordu, üstelik restoranda yer ayırtmadığı için acele etmeliydi.
Gecenin karanlığında parlak beyaz bir ışık daha yanından hızla geçerken yoldaki birikmiş tüm asitli suyu üstüne boca etmişti. Yüzündeki buz gibi ıslaklıkla kendine geldi adam. Şimdi ismini hatırlayabiliyordu. Adı Aren D. idi. Bugün iş yerinden çıkmış ve nefis bir restoranda yemek yemişti. Üstelik sadece çatal ve bıçak kullanarak koca bir tavuğu midesine götürdüğünü de hatırlıyordu. “Tuhaf,” dedi kendi kendine. Gecenin bir yarısı, şehrin labirenti andıran sayısız dar sokaklarından birinde öylece yatıyordu, yerde. Üstelik üzerinde paltosu yoktu. İş bilgisayarı ve diğer disklerin olduğu çanta da öyle. Öyleyse bu bir intihar değil bir soygundu. Hırsızlığa uğramış olabilirdi.
Aren D. geniş ve koca çerçeveli devasa penceresinden içeri baktı. Restoran hemen hemen dolu görünüyordu. Kapıda durduğunu gören bir garson hemen içeri buyur etti. Aren D. x-ray cihazından geçerek kendisine gösterilen küçük bir masaya oturdu.
“Hoş geldiniz efendim. Yalnız mı geldiniz yoksa bir hanımefendi gelecek mi?”
“Hayır, yalnızım.”
“Peki efendim, menü ister misiniz yoksa günün yemeğini mi sunayım?”
“Günün yemeği nedir?”
“Efendim, önce kaplumbağa çorbası ile başlıyoruz. Ardından fırında kızartılmış çiftlik tavuğu, üzerine hafif acılı domates sosu. Yanına da yüzde seksen oranında saflık içeren patates püresi ve elbette Parma usulü spagetti. Meze olarak naneli yoğurt ile pastörize yoğurt arasında tercih yapabilirsiniz.”
“Günün menüsünden alıyım o zaman. Yoğurt istemiyorum.”
“Harika bir seçim efendim. Hemen getiriyorum.”
Aren D. yerinden doğrularak sırtını taş duvara verdi. Üzerindeki pijamalara bakılırsa eve uğradıktan sonra bir şeyler olmuş ve bu sokağın köşesine kadar gelmişti. Şirkette muhasebe bölümünde çalıştığı hâlde hafızası onu şu an yalnız bırakıyordu. Gecenin bir vakti hiç tanımadığı bu sokağa, üstelik bu soğukta üzerindeki incecik pijamalarla nasıl geldiğini hiç hatırlamıyordu. Etrafına baktı. Hemen yanında süs olarak kaldırıma dikilmiş bir ağaç gördü. Gecenin karanlığında büyükçe bir ağaç olduğunu görebiliyordu. Şehrin sise bulanmış zayıf ışıkları altında bunu görebildiği için şükredebilirdi. Hatta daha iyisi oldu, ağacın üzerindeki barkot numarasını gördü. Yağmur yağmıyordu ancak hafifçe esen rüzgârın verdiği güçle bu koca ağaç bir sağa bir sola sallanıyordu. Yerel yönetimin seçimlerden önce şehri güzelleştirmek adına diktiği yüz binlerce ağaçtan birisiydi. Kötü olan ise gerçek ağaç olmamasıydı. Yapay ağaçtı. Sadece görüntüsü vardı. Bir kokusu ya da etrafa fayda vereceği bir meyvesi yoktu. Yaz, kış yeşil kalan yapraklarının verdiği doğallıktan başka doğallığı yoktu.
Henüz ikinci yemeğine geçmişti ki restoranın duvarlarında bulunan devasa ekranlardan birine takıldı gözü. Adı daha çok çocuk tacizleriyle gündeme gelmiş bir yazarın röportajı vardı. Adamın hayli uzun olan kıvırcık saçları kafasında üst üste toplanmış gibiydi. Ekranda heyecanla konuşurken deliye benziyordu. Yine de birkaç cümlesi içine yer etti Aren D.’nin.
“Hepimiz aynı televizyon programlarıyla büyüdük. Sanki hepimize aynı suni hafıza takılmış… Hepimizin belli başlı hedefleri aynı. Hepimizin korkuları aynı. Gelecek parlak değil… Çok yakında aynı anda aynı şeyleri düşünmeye başlayacağız. Mükemmel bir uyum içinde olacağız. Senkronize. Birleşmiş. Eşit. Kati. Karıncalar gibi. Böcekler gibi. Koyunlar gibi.”
İşi gereği toplantı için Amsterdam’a gitmişti. Orada her şey serbestti ancak yine de mutsuz insanlarla karşılaşabiliyordu. Paris, dünyanın en gelişmiş şehirlerinden birisiydi ancak yine de binlerce evsize ev sahipliği yapıyordu. Tüm keyifler günah, yasak ya da sağlıksız olduğundan herkes cenneti bekliyordu. Ölümlü olan hayatta sonsuzluğu aramaya ne gerek vardı ki? İster karınca ol, ister böcek, isterse koyun. Tüm oyunlar aynı sonla sonlanacaktı, bu dünyadan hiçbirimiz sağ çıkamayacaktık.
Hesabı ödemek için masadaki okutucuya parmağını bastı. Küçük mavi ekrana “şifrenizi girin” yazısı çıktığında altı haneli rakamı kodladı. Birkaç saniye içerisinde yemeğin fişi masaya yazdırılmıştı. Fişi alarak yerinden kalktı ve bir nüshasını girişteki garsona verdi.
Garson, “Afiyet olsun efendim, tekrar bekleriz. İyi günler,” diyerek Aren D.’yi uğurladı. Akşam olmuştu ancak hava hâlâ biraz aydınlık gibiydi. Geldiği yoldan geri dönerek hava metrosuna binecekti. Alt geçide girdiği zaman, geçidin orta yerinde kaval çalan çocuğu gördü. Ancak çocuktan ses gelmiyordu. Yere yığılmış bir şekilde yatıyordu. Ölmüş olduğunu düşündü. Yanına geldiğinde fark etti, çocuğun ağzında köpükler vardı ve titriyordu. Gözleri donuk bir şekilde boşluğa bakıyordu. Aldırış etmeden yoluna devam etti. Elindeki çantayı gasp etmek ya da organlarını çalmak için numara yapıyor olabilirdi. Üstelik alt geçidi kullanan sayısız insandan birisi ona yardım edebilirdi. Yerde yatan çocuğa hiç bakmadı ve hava metrosuna yetişerek evine doğru yola koyuldu.
Şimdi, gecenin bir vakti ölmek üzereydi. Kaldırımın bir köşesinde soğuktan titriyordu. Üstelik buraya nasıl geldiğini de hatırlamıyordu. Son düşüncesi içini cız etti Aren D.’nin. Yerde yatan kavalcı çocuğun durumuna düşmüştü aslında. Şu anda birisi onu bu hâlde görse, hırsız damgası yemesi içten bile değildi. Zaten göz kapakları da yavaş yavaş kapanıyordu. Ölüm, yakın ve ucuz gelmişti kendisine. O koca gökdelende müdür olmayı hayal etmenin bir faydası yoktu. İşte, ölüm vakti gelmişti. Vücudu hafifçe sağa doğru kayarken sokağa bir araç daha girmişti. Aren D.’nin başı kaldırımdaki soğuk griliğe dayandığında araç önünde durdu. Tepesindeki sirenlere bakılırsa bu bir ambulans olabilirdi. Dişlerinin takırtısı arasında iki kelime çıktı Aren D’nin ağzından:
“Yardım edin…”
Gözlerini açtığında yatakta olduğunu gördü. Koluna takılmış birkaç hortumun ucu, yanındaki bilgisayara bağlanıyordu. Etrafa bakılırsa acil serviste değildi. İki yanındaki perdelerin arkasından başka insan sesleri geliyordu. Karşıdaki duvarda ise bulunduğu hastanenin reklamları dönüyordu. Aren D. rahat bir nefes aldı. Biri ya da birileri hayatını kurtarmıştı. Onunla tanışmayı çok isterdi. Gerçi her şey iyi, güzel, hoştu ama neden o sokağın bir köşesinde olduğunu bir türlü hatırlamıyordu. Ya gerçekten intihar etmek için oraya kendi gittiyse? Yaşamaya değmez bir hayatı olduğunu düşündüyse? Bu düşüncesine güldü Aren D. Zaten bu devirde kim yaşıyordu ki?
Nöbetçi doktor hasta odasına girmiş ve sırayla hastaları kontrol ediyordu. Sıra Aren D.’ye geldiğinde gülümseyerek söze başladı.
“Merhaba. Adım T.J. Dilo. Nasılsın bakalım?”
“Sağ olun, iyiyim. Şey acaba…”
“Buraya nasıl geldiğini mi merak ediyorsun?”
“Şey, evet.”
Doktor elindeki bilgisayara bakarak sözlerine devam etti.
“Hımm! Pardon, seni karıştırmışım sanırım. Sen d-batch olmuşsun.”
Aren D.’nin kafası karışmıştı. İstemeyerek sordu.
“Bu ne demek doktor bey?”
Doktorun yüzü bu defa gülmüyordu. Yanındaki pembe üniformalı hemşireye, “Çabuk git oda bin dört yüz biri hazırla. Adem’e de söyle, d-batch için hazır olsun. İki kişiyi de hasta nakli için buraya çağır,” talimatı verdi.
“Hemen doktor bey.”
Aren D. bu olan biteni anlamakta güçlük çekiyordu. Ciddi bir durum olduğunu görüyordu ancak fikir yürütme mekanizması tamamen durmuştu. Kendisini en kötüsüne hazırlıyordu.
“İsmin Aren D. öyle mi?”
“Evet.”
“Bak, bunu başka şekilde söylemenin yolu yok. O yüzden hemen söyleyeceğim. Sen şu anda ölüsün Aren D.”
“Ne?”
“Ne yazık ki seni bulduklarında donmuşsun. Buraya daha erken gelebilseydin belki kalbini çalıştırabilirdik ama son aşamayı da geçmişsin. Üzgünüm.”
“Ama nasıl… Yani ben… Tanrım!”
“Şu an yanındaki tüpe bağlısın ve geçici bir süre seni yaşatmaya devam ediyoruz.”
“İyi de neden?”
“Güzel soru. Bunu sana ben değil, benden daha yaşlı doktorumuz Adem söyleyecek.”
Bu sırada iki hasta bakıcı gelerek Aren D.’nin yatağını ve yanındaki cihazı aldılar. Uzunca bir koridor geçerek camdan asansöre bindiler. Hastanenin yirmi dördüncü katından tüm şehir görünüyordu ancak bir on kat daha aşağı inmeleri gerekiyordu. Saniyeler içerisinde on dördüncü kata geldiler. Koridorun başındaki kapıda beyaz saçlı ve top sakallı bir doktor kendilerini bekliyordu. Hemşire kapıyı açtı. Aren D. korku dolu gözlerle etrafına bakıyordu. Kapıdaki beyaz saçlı doktor güler yüzle seslendi.
“Hoş geldin Aren D. Ben doktor Adem.”
“Neredeyim ben?”
Doktor, eliyle sus işareti yaparak sevecen ve tatlı bir tonda sözlerine devam etti.
“Tüm soruların yanıtlanacak, merak etme.”
Bu sırada yeşil renkli bir odaya geçtiler. Yatağı odanın bir kenarına koyan hasta bakıcılar selam vererek oradan çıktı. Az önceki hemşire ise elindeki iğneyi Aren D.’nin koluna enjekte ederek yerine geçti. Şimdi Aren D.’nin korkusu biraz daha geçmiş gibiydi. Nefes alış verişi normale dönmüştü. Doktor Adem hastasının karşısına oturdu ve elindeki bilgisayarı açarak sözlerine başladı.
“Bunu kayıt altına almak için soruyorum; ismin Aren D.’ydi değil mi?”
“Evet.”
“99 Westwood ikinci cadde, Multimark D bloğunda kalıyorsun öyle mi?”
“Sanırım, evet.”
“Peki öldüğünü haber etmemiz gereken iş yerin dışında bir aile, tanıdık veya akraban var mı?”
“Hayır, yok.”
“Güzel. Şimdi, sana organ bağışının ne kadar önemli olduğundan bahsetmeyeceğim. Okumuş insansın, ölümle burun burunasın. Bunu anlayacağını düşünüyorum. Hangi dindensin?”
“Tanrıya inanmıyorum.”
“Tuhaf. Ölmeden önce yardım isterken ‘tanrım’ diye inlediğini kayıt etmişler buraya.”
“Herkes korktuğunda ‘anne’ der, bu çok normal.”
“Haklısın, peki. Bak, bunları şu yüzden soruyorum: Şu an ölüsün, daha doğrusu şu gördüğün tüp bittiğinde ya da biz cihazı kapattığımızda öleceksin. Ek tüp takamıyoruz çünkü fazla ilaç seni bu defa kalıcı olarak öldürecektir, o yüzden kısıtlı zamanımız var. Olay şu: İçinde canlı organların var ve eğer bağışlamayı kabul edersen bizler de…”
“Alabilirsiniz doktor bey. Sorun yok.”
Doktor Adem’in yüzü biraz daha gülümsedi. Elindeki bilgisayara birkaç giriş daha yaptıktan sonra sözlerine devam etti.
“Buraya kadar her şey güzel. Son bir prosedür kaldı o zaman.”
“Tamam, onu da halledelim ve fişimi çekin artık.”
“Kendini gergin mi hissediyorsun?”
“Bilmiyorum… Sanırım verdiğiniz şu ilaç beni hayli sakin tutuyor. Kendime bile şaşıyorum şu an bunları konuştuğum için.”
Doktor gülümseyerek, “Anlıyorum,” dedi. “Son olayımız şu: Sizin insan olup olmadığınızı da test ettikten sonra organlarınızı almaya başlayabiliriz.”
“Nasıl yani? Benim insan olmadığımı mı düşünüyorsunuz?”
“Hayır, yapay insan olup olmadığınızı soruyorum. Bunu test edeceğiz.”
Bu sırada hemşire büyük bir göze benzeyen bir cihaz daha getirip hastanın baş hizasına kadar çekti. Cihazdan çıkan kabloları Aren D.’nin göğsüne, başına ve bileklerine yapıştırdıktan sonra tekrar masasına döndü. Aren D.’nin aklında yeni sorular birikmişti şimdi. Söze ilk o girdi.
“Yapay insan mı?”
“Evet. Gerçi insanlar onlara “andorid” diyorlar ama biz yapay insan tanımlamasını daha uygun buluyoruz.”
“Ne yani şimdi benim içimde makine mi var? Ben robot muyum?”
“Hayır, hayır! Yapay insan derken bunu kastetmedim. Televizyonlarda görmüş olmanız gerek, yapay insan modelleri. Türlü işlerimiz için insana çok benzeyen…”
“Onu anlıyorum doktor bey ama benim yapay olup olmadığımı sanırım ameliyatla öğrenebilirsiniz değil mi? Kıçımı keser bakarsınız, kablolar varsa hurdaya atarsınız. Bu kadar basit.”
“Üzgünüm ama bu işlem taze organlara zarar verebiliyor. Yapay da olsalar onların birer organı var ve gerçeğinden ayırt etmek için test örnekleri gerekli. Bu da organ için riskli.”
Aren D. o an yapay olup olmadığından çok bunun gerçek olup olmadığını sorguluyordu. Yanındaki göz şeklinde duran cihaza baktı ve doktora seslendi.
“Bununla mı anlayacaksınız benim yapay olup olmadığımı?”
“Evet. Sana birkaç soru soracağım. Cevapların senin yapay olup olmadığını kanıtlayacak bize.”
“Aptalca felsefe soruları mı? IQ testi gibi mi yani?”
“Hayır, sıradan sorular. Senin ve vücudunun verdiği tepkiler yapay insan ile normal insan arasında değişim gösteriyor. Biz de bunlara bakacağız zaten. Hazırsan başlayalım mı?”
Aren D.’nin gözü, odadaki diğer canlıya, pembe üniformalı hemşireye takıldı. Acaba yapay insan mıydı? Öyle olmasa bile, buradan kurtulduktan sonra kendisiyle bir ilişki şansı doğar mıydı kendisine?
“Hazırım.”
Doktor Adem, elindeki bilgisayardan soruları açtı. Bir yandan da hastaya bağlı olan o büyük göze benzer cihaza bağlanmış, hastasının kalp atışı, solunum hızı ve göz bebeğindeki kasılmaları ölçüyordu. Sorular bir süre devam etti. Aren D. son soruyu yanıtsız bırakmayı tercih etmişti. Çünkü yapay olduğu konusunda ciddi şüpheler uyanmıştı içinde. Bunu doktorun yüzünde de görebiliyordu. Onun gerçekten bir insan olduğunu düşünüyordu.
“Sorularım bu kadar. Cevapladığın için teşekkür ederim.
“Başka şansım var mıydı?”
“Her zaman başka şansımız vardır. Gerçi geç kalınmış bir söz ama yine de söylemekte fayda var.”
“Ben yapayım, değil mi doktor?”
Doktor Adem yerinde kalkarak cihazı kapattı. Kenarda duran hemşire de gelerek doktora yardım ediyordu. Bu sırada doktor sözlerine devam etti.
“Bana kalırsa donma hissini beyninize siz yansıtmışsınız. Normalde eksi kırk beş derecedeki hava şartlarında bile donmamanız gerekir ama siz üşüyeceğinizi telkin etmişsiniz kendinize. Tıpkı yalnızlık gibi. Yalnız kaldığınızı telkin ederek kendinizi strese sokmuş olabilirsiniz. Yemekten sonra aç kaldığını düşünerek açlıktan ölmek gibi bir şey bu. Her şeyi kendi kafanızda kurgulayıp vücudunuzu da o yönde hareket ettirmişsiniz. Hâlbuki her şeyi olağan şekliyle kabul etmeniz gerekir. Yanlışları ve doğrularıyla. Kader bu yüzden vardır ve sen inandıkça var olmaya devam edecektir. Ölüm korkusu taşımak tanrıya inanmamanın bir gölgesidir.”
Bir süre ara verdi, ardından devam etti.
“Bu, her şeye uyuyor şimdi. Senin ölüm nedenin ölmek istemendir. Başka da bir sözüm yok sana.”
Aren D. bu sözleri kafasında bir süre çözümlemeye çalıştı. Bu sırada hemşire, hastanın fişini çekecekti ki ufak bir ses duyuldu odada.
“Fişi çekmeyin lütfen.”
Doktor Adem hastasına baktı ve “Çekmek zorundayız, buna ihtiyacın kalmadı Aren D.” dedi.
“Fişi çekersen ve eğer ben insansam ölürüm değil mi?”
Doktor ve hemşire bir süre durdu. Ardından doktor Adem, “Evet,” diye yanıtladı.
Aren D. sözlerine devam etti.
“O zaman bir şans daha istiyorum. Bir soru daha sorun lütfen. Ben yapay değilim, bunu ispatlayacağım size. En azından başkalarında yaşamaya devam ederim.”
Doktor Adem bir süre düşündü ve hemşireye baktı. Onun yapay olduğunu bildiği için gözlerinde fazla oyalanmadı ve sandalyesine dönerken cevap verdi.
“Pekâlâ, son bir soru daha soracağım sana. Beni yanıltmaya çalışma çünkü fişi çektikten sonra dönüşü yok bu işin. Aklına gelen ilk cevabı ver bana.”
“Peki doktor bey, ben hazırım.”
“Bir çöldesin, tek başına kumda yürüyorsun. Sonra birden aşağıya bakıyorsun ve bir tosbağa görüyorsun. Önünüzde ilerliyor. Eğilip tosbağayı sırtının üstüne çeviriyorsun. Tosbağa sırt üstü yatıyor, karnı kızgın güneşten yanıyor, kendini düzeltmek için ayaklarını çırpıyor ama dönemiyor. Yardımın olmadan dönemez. Ama sen yardım etmiyorsun? Neden yardım etmiyorsun?
Sessizlik…