Bu kadar uzaktan bakınca şehrin ışıkları bir neon yangınıydı.
Demirden bir çöl gibi. Aralarda kuraklıktan açılmış birkaç derin yarık, uçuruma dönmüşler ve volkanik nehirlerle dolmuşlar. Tek farkı buranın volkanı pembe, mor ve yeşil akıyor.
Şehrin üstündeki gün batımı ona çocukluğunun yazlarını hatırlattı, ön cebinden sigarasını çıkarırken sağ elinin üzerine işlenmiş nanoteknolojik mürekkep yüzünü yeni göstermiş ay ışığının altında floresan gibi parladı. Dalgalanan ay yıldızlı bayrak.
Şehrin beş farklı çıkış noktasının beşincisinde, bir BM kontrol noktasındalardı ve yarım saat sonra gelecek kargoyu bekliyorlardı. Son zamanlarda şehre giren çıkan her şey hakkında yeni düzenlemeler getiriliyordu. Komutanı bu durumun yeni türeyen kültistlerle alakalı olduğunu söylemişti. Tertiplerinin söylediğine göre siyasi bir düzenlemeydi ve geçiciydi. Babası ortalığın karışık olduğundan bahsetmişti.
Önden birkaç BM jeti geçti. Art yakıcılarından turkuaz alevler püskürterek sessizce gökyüzünde uçan karaltılar. Sonra dronlar ve hoverlar geldi. Asfaltın tozunu attırıp konvoyun güvenliğini sağlamak için. Sonra BM zırhlı araçları. Yüz tonluk silahlı tanklar; radarları, lazerleri, kalın titanyum plakaları ve paletli tekerlekleri ile dev makineler. En son tırlar geldi. Mavi beyaz konteynerleri ile BM personeli için malzeme taşıyorlar.
Tırların art yakıcıları azalarak söndü, çelik amortisörlü tekerlekleri yaylanarak asfalta indi, aşağı dönük türbinleri sustu ve arka kapakları bir bir açıldı. Türk askeri bej rengi dijital kamuflajı ile tırların arkasına yol aldı. Bir ordu personeli elindeki tablete not alırken iki er konteynerleri geziyordu.
Sigarasını botuyla ezdikten sonra o da bir tıra tırmandı ve metal kutuların kilitlerini çözmeye başladı. Yeşil kasaların üstünde UN-TUR yazıyordu ve kalın kabartmalarla desenlenmişlerdi. Tertibinin “Teknolojik ekipman,” dediğini duydu. “Ekipman… ekipman… yapı… yedek parça…” Tırın kapısında bekleyen erbaş elindeki holo-tablete not alıyordu. Kendisi de kutuları bir bir açtı ve içindekileri söyledi. Parlak android yedek parçaları, kurulacak kuleler için getirilen geniş metal plakalar, yapı malzemeleri, BM personeli için teknolojik ekipmanlar. Son kasaya kadar her şey normaldi ve aklında o akşam birliğinde yiyeceği yemek vardı. Salı günleri et çıkardı. Öyle sentetik olanlardan değil, gerçek, taze et. Sulu, baharatlı, leziz.
Son kasayı açtığı an nöroprotezinden gelen dijital yükleme sesini bir tek kendisi duydu. Ufak bir yanık kokusu burnuna geldi. Gözleri dalmıştı. Geçen yaz askere giderken onu nasıl uğurladıklarını hatırladı. Anası ve yareni. Gözlerinin önünde. Kasanın içine baktı ve hissiz suratları gördü. İncecik iki göz açıklığı ve duygusuz ağızlar. Beyaz renkli polimer maskeler. Birini aldı ve altını çevirdi. Bilgisayar devreleri ve kablolar ile kaplı iç yüzünde onlarca sinyalci vardı. Tekrar gözü daldı. Nöroprotezi bir sürü bilgi işledi. Yanık kokusu arttı. Maskeyi yerine bıraktı. Holo-tablete bilgileri yazan erbaşa döndü ve “Yapı malzemesi,” dedi.
Bir dakika sonra bir sigara daha yakmıştı. Elindeki ay yıldızlı dövme ortaya doğru büküldü, bir noktadan dışarı uzayan sekiz oka dönüştü. Son on dakika ise nöroprotezinde yoktu.
***
Nörozehirden aldığı bir doz ona tanrıları göstermeye yetti.
Isırdığı sentetik derinin plastik tadı ağzında. Renkler ve fraktallar. Dönen bir sürü şekil ve çok fazla ışık. Tanrıları gördüğünü düşünürken aslında baktığı şeyler oda arkadaşının aptal biblolarıydı. Eski bir fiziksel kitaptan tasarlanmış irili ufaklı plastik şeyler. Antik teknoloji.
Elini ensesine götürünce ince kabloları çoktan taktığını hatırladı. Çünkü nörozehri vurduğu anda ellerini kontrol etmek zorlaşırdı. Çenesi bir mengene gibi kasılırdı. İlk atağı geçirince sentetik deriyi yere tükürdü ve bir sakız çiğnemeye başladı. Gözlerini kapattı ve başka bir dünyaya uçtu. Nöroprotezine işli Nvidia marka görsel jeneratörler Darknet’in bir yağmur gibi başlayan çizgilerini birbiri ile birleştirdi ve titrek zemin ayakları altından kaydı.
Darknet. Yeni nesil arka sokaklar. Tekinsiz mahalleler ve girilmemesi gereken kuytular. Hepsi artık internetin tek bir köşesinde sizi bekliyor. Darknet’i ilk kez Amerikan hükümetinin askeri bir biriminin çıkardığını duymuştu. Tamamen isimsiz ve nerede olduğun bilinmeden haberleşilecek bir sistem. Ama insanlar bunu neden kullansın? Hükümet bizi bununla gözetleyecek, diye paranoya içindelermiş. Bu yüzden hükümet doğrudan ağ sistemini halka açmış. Anonimliği yani. Ve gizli servisler o zaman ortaya çıkmış. Kendi yaptıkları silah kendilerini vurmuş ve Darknet bambaşka bir şeye dönüşmüş. Kiralık katiller, silah ve uyuşturucu marketleri, kadın ticareti, işkence ve çocuk pornosu… En çok da yine kendilerine yaramış çünkü hükümet ajanları anonimliğe bir terörist kadar fazla ihtiyaç duyuyorlarmış. İroninin de bu kadarı.
Şimdilerde ise Darknet anonim yaşamanın yollarından biriydi. Banka hesapları, dijital pasaportlar ve yeni kimlikler. Sistemin dışında kalmak isteyenler için yeni seçenekler. Bütün bunlar nasıl cep telefonları nöroprotezlerle birleştiyse öyle evrildiler. Çünkü evrim sadece canlılara özgü bir şey değildi. Evrim her şey içindi.
Avatarı yüzlerce yasadışı dükkânın üzerinde uçarken üstünde pembe havai fişekler patlayan bir binanın önüne indi. Onu bizzat mekânın sahibi karşıladı, gerçek hayatta bir sokak serserisi olsa bile orada şehrin en zenginlerinden biri sayılırdı. Parıltılı koridorlardan geçti, gerçekten farkı olmayan dijital kadınların dans ettikleri yolları yürüdü. En sonunda bir odaya girdi ve bir kanepeye oturdu. Deri koltuk gerçek deriden daha gerçekti. Ve düşününce, gerçek neydi ki? Gerçek buydu işte. Tam da buydu. Sonra kızlar geldi. Sarışın ve esmer, büyük ve küçük memeli, etine dolgun ve zayıf, gülüyorlar ve dans ediyorlar. Hepsinin ortak noktası eğlenmeyi sevmeleri ve olabildiğince salak olmaları. Onlarla dans etti, nörozehrin dozunu artırdı; onların arasında cennetteydi. Sonra birden gözleri daldı. Darknet’te bu mümkün mü? Belki. Pembe odası yeterince sıcaktı ama daha da ısındı. Kızların sesleri kulaklarında patladı ve ayağa kalktı. İlk önüne gelen kıza bir yumruk attı. Kız dijital bir çığlık eşliğinde yere düştü. Diğerleri ona baktı. “Böyle mi oynamak istiyorsun bebeğim,” dedi biri. “Vur hadi. Tokatla. Yaramaz bir kızım ben.”
“Arkanı dön,” dedi kıza. “Sen de.” Ötekini gösterdi. İlk vurduğu kızın avatarı aynı döngüde kalmış, yerden kalkma animasyonunda takılmıştı. Diğer ikisi kıvrılarak arkalarını döndüğünde önüne yeni bir pencere açtı. Bir forum sayfası.
Gözleri üç boyutlu bir yazıcı gibi hızlı hızlı ilerledi.
Yeni gönderi. +
Başlık: Boyun Eğme!
Gönderi: Kim bize neye inanacağımızı söyleyebilir ki? Onlar söyledi diye kendi benliğimizden vaz mı geçeceğiz? Kim olduğumuzu ve neye inanacağımızı söylemek için bugün 19:00’da meydanda buluşuyoruz.
Sayfa değişti, bambaşka bir forumun bambaşka arayüzü. Burnu yanık kokusuyla dolu.
Yeni gönderi. +
Başlık: Karşıyız!
Gönderi: Memleketimizde yalan inançlar ve toplumumuzun düzenini bozacak düşünceler istemiyoruz. BM tarafından yasaklanmış her şey için regülasyonların katılaşmasını istiyoruz. Düşüncelerimizi herkese duyurmak için bu akşam yedide meydandayız.
İki farklı forum sayfasında iki farklı başlık. Karşı görüşler ve dezenformasyon. Ve gönder tuşuna bastığı anda gözlerinin önünde ona doğru uzanmış iki koca kıç gördü. Ellerine baktı, sağ elinin orta parmağındaki yılan dövmesi kendi etrafında dönüp sekiz oklu bir daireye dönüştü. Nöroprotezinden gelen dijital yüklenme sesi kulağına doldu. Gözleri karardı, ensesindeki kabloyu söküp attı ve dar odasının metal çöpünü beyaz ve fosforlu bir kusmukla doldurdu.
***
Helikopterin pervaneleri havayı keserek dönerken kuru rüzgârın suratına vuruşunun tadını çıkardı. Üstünden geçtikleri kum tepelerinin arasında taş yapıların kalıntılarını görmüştü. Onları piramitlere benzetmişti. Şehirdeki cam piramitlere değil, antik olanlar. Çünkü sadece taş kalır, demişti babası. Ne beton ne çelik ne plastik… bir süre sonra yalnızca taş kalır geriye. Taşla başladı, taşla bitecek.
Helikopterin içindeki arkadaşları gülüştüler. Paralı askerler aslında. Her biri birkaç savaş atlatmış karanlık tipler. Gözlerden anlarsın. Çünkü gerçek insanla yapay olanını ayırmanın da yegâne yolu budur. Gözler. Çünkü yaşanmışlıkla implantın arasındaki çizgi gözlerde yatar. Gözlere bakınca anlarsın.
Vücut zırhının daralan boyun kısmını öne doğru çekti, çenesinin altını kaşıdı. Birkaç santim altında bir kurukafa dövmesi. Ve arkadaşlarının gülüşmesi. Altındaki kızıl çöl bir deniz gibi uzanıyor. Helikopter bir kum fırtınası yaratarak iniş yapıyor. Göğsündeki zırhın mavi beyaz işlemeleri yanıyor. BM paralı askerleri helikopterlerden birer birer iniyor. Adları Barış Koruyucuları. Ama bir zamanlar yalnızca gönüllü birliklerden oluşurken şimdilerde BM’nin çıkarı için çalışıyorlar.
Zırhının metal ayaklarını kuma gömerek yürüdü. Şimdilik sessiz kalıyorlardı. Sırtındaki art yakıcıları çalıştırmanın zamanı kaos başladıktan sonraydı. Uçsuz bucaksız görünen çölde, ileriye bakınca toprağın titreştiğini gördü. Bir serap belki. Birkaç palmiye ve ılık suyuyla çöl vahası. Vahanın gerçek olmadığını anlaması uzun sürmedi. Zira baktığı taş yıkıntıların arasından uçan bir füze on metre ötesindeki zenci bir askerin göğsünde patladı. Kum, kan ve paslanmaz çelik gözüyle tayin edebileceği parçalar halinde gökyüzüne savruldu. Elindeki düğmeye basınca art yakıcıları büyük bir gürültü ile çalıştı.
“Pusu! Pusu! Dağıl!”
Alçak uçuşla ilerlerken önlerine doğru birkaç sis bombası gönderdi. Ardından vizörüne bağlı termal görüntüyü açtı. Siyah beyaz, akışkan görüntü sarı ve kırmızıya değişti. Sonra yeşil ve en son gri bir ekranda üç boyutlu bir görüntüye geçti. Kendi nefesinin sesini başlığının içinde duyabiliyordu. Yıkıntıların arasında hareket eden pikseller gördü. Yüzleri sarılmış ve koşuşturan birkaç adam. Kolunu ileri doğru uzatınca zırhına monte edilmiş mitralyöz dönmeye başladı. Sonra taşın tozu çölün tozuna karıştı. Kan sıcak havanın altında ve kumun üzerinde siyah ve katıydı.
Yıkıntıların içine doğru uçarken etrafında bombaların patladığını duyuyordu. Zırhlı askerlerden biri boynuna gelen bir mermi ile iki büklüm oldu, seken mermiden kopan yeşil izleyici gökyüzüne uçtu. Birkaç tane daha mermi kuma saplandı ve o, art yakıcılarını hızlandırdı. Şimdi gölge bir alanda, nispeten sessiz bir yere gelmiş, bir mevzi bulmaya çalışıyordu. Kırık taşları itti, kumun içindeki plastik kasaları ve torbaları sürükledi. Bir yayın kopmasına benzer bir ses duydu ve birkaç mermi vücut zırhından sekti. Sonra gözleri ateşle doldu. Birkaç metre ötesinde patlayan roket, zırhının arka kısmını iki parçaya ayırdı. Kumların arasına düşerken kemerini son anda çözdü. Belindeki revolveri çıkarıp tozun arasından birkaç kez tetiği çekti.
Ve sonra koşuyordu. Sadece koşuyordu. Çöl kumu genzini yakarken bata çıka koşuyordu. Bir kuytu görünce oraya daldı ve merdivenlerden aşağı yuvarlandı. İnleyerek birkaç dakika düştüğü yerde kaldı. Hava burada temiz ve soğuk sayılırdı.
Gözlerini açtığında cılız ışıklar gördü, etrafına bakındı. Duvarlarda koyun postları asılıydı. Üstlerinde bilgisayar devrelerini andıran işlemeleri olan toprak vazolar yerde diziliydi. Birkaç kablo yumağı ve metal konsol aksamı bir duvara yığılmıştı.
Ayağa kalktı ve postlara doğru uzandı. Birini üzerine alabilmek için. Elindeki yüzündeki kanı ve teri silebilmek için. Ama titreyen elleri postların içinden geçip toprak duvara dokundu. Hologramlar.
Sağ elini bir duvara dayadı ve öteki elinde revolveriyle karanlığın içinde ilerledi. Ayaklarının altındaki toz bir süre sonra azaldı, ayak sesleri taş duvarlarda yankılanmaya başladı. Uzun ve kısır yankılar. Lastik botlarını çıkarıp çıplak ayak yürümeye devam etti. Revolverini tutarken titriyordu.
Ve gözleri artık daha fazla ışık almadığı zaman fenerini yaktı. Önünde tahta bir kapı gördü. Gerçek olup olmadığını bir an bilemedi. Yine bir hologram belki. Bu sefer elini değil silahını uzattı. Kapı gıcırtıyla açıldı. Revolverine bağlı fenerin güçlü ışığı karşıdaki duvara üç gölge düşürdü.
Bir adam, bir kadın ve bir çocuk. Korkuyorlar ve titriyorlar. Adam diğerlerinin önüne geçiyor. Ellerini ileri uzatıp yabancı dilde bir şeyler söylüyor. Nöroprotezi bunu çevirmiyor. Ve babasının arkasına saklanan kız çocuğunun yeşil gözlerindeki korkuyu görüyor. Revolverin gül ağacı kabzasını sıkarken “Size zarar vermeyeceğim,” diyor demesine ama aklı allak bullak. Fırtınanın içinde bir balıkçı teknesi ve alabora olmasına bir dalga kaldı. Nöroprotezinden gelen dijital yüklenme sesiyle gözleri daldı, bütün vücudu sarsıldı. Ve silahın tetiğini üç kere çekti. Gözlerinden yaşlar akıyordu ve revolverini şakağına dayayıp bir kez daha tetiği çekti. Ama hayat onu olduğu şeyle sınamıştı. Mermisi bitmiş.
Kendine geldiğinde küçük kızın yeşil gözlerinin kanla dolduğunu gördü. Karanlıkta akan kızıl kan yolunu bulmaya çalışan bir yılan gibi zemindeki çatlakları doldurdu. Göğsündeki nanoteknolojik mürekkep kendi etrafında döndü. Bir noktadan sekiz farklı noktaya uzanan oklar. Kaosun sembolü.
Çünkü gözlerden anlardın. Ve onların gözleri, kamera lensleri gibi suni hareketlerle kasılıp büyüyen robotların gözlerinden daha yapaydı şimdi. Çünkü ölüm onların gerçekliklerini sonlandırdı ve geriye sadece antik çağlardan kalan taşlar gibi soğuyan yıkık dökük bedenleri kaldı.