Burada ölümün rengi yeşil. Kokusu portakal, dokusu tuhaf. Elinizi belli bir yöne doğru sürterseniz yağ gibi kayar, ama aynısını ters yöne yaparsanız ufacık dişler rende misali derinizin altına girerek sıyırıp atar. Acısı da uzun süre geçmez. Bzıbolardan bahsediyorum. Mahsur kaldığım bu gezegenin yeşil renkli, portakal kokulu, tuhaf dokulu katillerinden.
İlk görüntüler elimize ulaştığında burasının ne kadar dostane geldiğini hatırlıyorum. Yeşillikler içinde bir dünya. Sıcacık. Bizi kucaklamaya hazır.
Yaşam bulduğumuz kesinleşince atmosferinin hemen dışındaki gemimizde Sema’yla öpüşmüştük sevinçten. Sonra da bu yasak coşku ânını kimseye söylememeye yemin etmiştik. Dünyada eşlerimiz, çoluk çocuğumuz vardı neticede. Şimdi böyle şeylerin hiçbir önemi kalmadı. Bizi bırakıp gittiniz ve dönüp bu yazdıklarımı bulmanız bile çok düşük ihtimal. Yani aslında kendim için yazıyorum. Hani bir yazar demiş ya, ‘yazmasaydım delirirdim’ diye. Ben de onun gibi zihnimi delirme belirtilerinden uzaklaştırmaya çalışıyorum.
Hava karanlık. Bzıbolar henüz ortada değiller, yer altına çekilmiş durumdalar. İkinci yıldız yakında doğar ve ortalığı az da olsa aydınlatır. O zaman baş gösterirler. Bu kez teslim olacağım. Sema’yı aldıkları gibi beni de alsınlar ve bitsin bu işkence. Ayrıca aklım henüz yerindeyken ölmeyi yeğlerim. Yoksa hikâyem yarım kalmış gibi gelir.
Sema… İki kişilik görevimizin komutanı. Astronot olacağı isminden belliymiş. Yeşil uzantılar tüm vücuduna dolanıp onu yerin derinliklerine çekerken attığı çığlıklar yine yankılanıyor mağarada. Ya da kafamda.
Ellerinden tutmuştum. Evet hatırlıyorum, tuttum, ama kurtarmaya gücüm yetmedi.
Ve siz beni burada terk ettiniz. O kadar bağırdım, ağladım, ‘beni al’ dedim PIM’e. Asansörü bir kez daha salsaydı yeterli olurdu ama o yapay zekânız o güzel gemimizi alıp gitti. Kızıl bulutların arasından ortadan kaybolurken peşinden bakakaldım.
Zaman mevhumumu çoktan yitirdim, ama kaynaklarım yeni tükendiğine göre bir haftayı geçmiş olmalı. Ne tuhaf… Kayalık bir tepenin eteğindeki bir mağarada minik bir çubukla duvarı kazıyarak yazıyorum. Atalarımızın sanatı.
Duvar diyorum ama kaya gibi sert değil, aksine kadife bir dokusu var ve ben kazıdıkça altından kırmızı bir sıvı sızıyor.
Her harften kan akıyor ve birkaç saniyede kuruyor. Pıhtılaşıyor.
Tadına baktım. Kanla alakası yok.
Yere çok yaklaştım. Yazım bozulmaya başladı. Yan tarafa geçeceğim.
* * *
İkinci sayfa. Mağaranın çıkışına bir adım daha yakınım. İkinci Yıldız’ın ilk ışıkları bir yerlerden sızıyor. Az öncekinden biraz daha aydınlık oldu çünkü.
Bzıbolar uyanacak, o uzantılarıyla yine saldıracaklar. Günlerdir her seferinde aynı şey oldu, savaştım ve bir şekilde kurtuldum. Son saldırıda uzantılarını parçalamakta kullandığım yegâne aletim olan çakım da gitti. Yani kendimi sakınmak için aracım kalmadı. Zaten günlerimi böyle didinerek geçirmekten bıktım. Onlar asla yorulmadılar, yorulmayacaklar. Beni burada sağ istemiyorlar.
Kasklarımızı çıkarıp portakal kokusunu ilk içimize çektiğimizde Sema ne kadar mutlu olmuştu. Mavi gözleri parıldamıştı. “Yıllardır portakal yememiştim, biliyor musun?” demişti.
“Daha sık yiyor olsaydın şüphelenirdim,” demiştim. “Dünyanın en zengin insanlarından biri olman lazım çünkü. Ve hiçbir zengin insan beni öpmez.”
“Abartma be, o kadar pahalı değil,” demişti omzuma vurup. “İyi bir çocuk olursan bir gün sen de alabilirsin.”
Sonra hava kararmış ve bzıbolar bizi fark etmeden yok olmuştu. Güneşi takip eden ayçiçekleri misali –ama çok daha hızlı şekilde– yerin altına çekilmişlerdi.
Zemin sertti. Bataklık gibi değil. Hiçbir delik ya da iz yoktu. Nasıl kendilerini aşağı çektikleri benim için hâlâ muamma.
“Oksijen bunlar sayesinde yüzde otuzu geçmiş sanırım,” demişti Sema. “Klorofilleri vardır.”
“Sahi mi? Öylesine yeşil olmuşlar sanmıştım,” diye dalga geçmiştim.
Bu sefer dalgındı, yanıt vermemişti. Bir sürü hesap yapıyordu, verileri analiz ediyordu. İnsan yaşamına ne kadar uygun bir yer bulduğumuza dair şaşkınlığını her mimiğiyle ayrı ayrı gösteriyordu. Burası Dünya’nın çoğu bölgesinden bile iyiydi. Kaskını çıkardı. Derin bir nefes aldı. Öksürmedi bile. “Tertemiz,” dedi.
Sonra büyük bir karar aldık ve yukarı şimdi dönmemeye karar verdik. Dört saat sürecek tam karanlık esnasında uyuyup, buranın iki güneşi doğunca –birkaç saat arayla doğuyorlar, daha parlak olan daha kısa kalıyor– keşfe devam edebilirdik.
Bu mağarayı hemen bulmuştuk. Kusurlu bir koni şeklindeki tepeyle bzıboların arazisi arasında koyu bir boşluktu. Sanki bizim için bırakılmıştı öylece. Keşif dronumuzu içeri yolladık, geri geldi. Her şey normaldi. Çekine çekine girdik. Sema duvarların dokusuna bayıldı. Ama aklına kazımak gelmedi. Dolayısıyla kanadığını bilmeden öldü.
PIM’e durum bildirimimizi çoktan yapmıştık. Asansörü şimdilik yukarı çekebileceğini, burada geceleyeceğimizi söylemiştik. Sinir bozucu kalın sesiyle onaylamış ve dediğimizi yapmıştı. Ara sıra yanıp sönen kırmızı-turuncu ışıklarından hâlâ gökyüzünde olduğunu anlayabiliyorduk.
Uyku tulumlarımızı yan yana açmıştık. Grimsi topraktan bir zemini vardı mağaranın. Çok soğuk değildi. Dronumuzu girişte nöbete bırakmış, mışıl mışıl uyumuştuk. Son düşündüğüm şey biraz can sıkıcıydı: Galiba komutanımdan hoşlanıyordum. İkimiz de altmışımızı devirmiş insanlarız. Bir elli yılımız daha olsa da genç sayılmayız. Ama yapacak bir şey yoktu, çok güzeldi. Ve elbette o öpücük yaktı beni…
Neyse. Artık bir önemi yok. Sen gittin.
Çekti aldı seni.
Öyle büyük bir basınçla aşağı çekmeye çalıştı ki bedeninin paramparça olduğunu gözlerimle gördüm. Kemiklerin kırıldı. Fışkıran kanlar gözlerimi, çığlıkların kulaklarımı deldi.
Bzıboların o parlak yeşilini çok sevmiştin. Onlarsa seni kırmızı istedi.
Orospu çocukları!
* * *
Yine bitti duvar. Üçüncü ve son sayfaya geçtim.
Başlamadan önce biraz mola verdim ve düşündüm. Belki kendilerince haklılardır. Tek yaptıkları nefs-i müdafaadır. Bizim kendi dünyamıza neler yaptığımızı hissetmişlerdir. Buraya ne yapabileceğimizi anlamışlardır. Belki o kadar gelişmiş yaratıklardır ki, geleceğe gidip bakmışlardır. (Veya geçmişimize.) Olasılıkları değerlendirmişlerdir. Bunlardan hemen kurtulmalıyız demişlerdir. Belki duyguları da vardır ve Sema’yı öldürdükleri için üzülmüşlerdir.
Henüz beni alamadılar. Hazırlıklıyım çünkü. Sema onlara elini uzatmıştı! Kendini hiç sakınmadan.
“Dokusu çok değişik,” demişti bzıboların mağara ağzındaki hareketsiz uzantısına. “İçerisi ışık almadığı için buraya girmemiştir,” diye devam etmişti. Benim uzak duruşuma şaşırmıştı. “Sen de dokunsana.”
En sevdiğim yerin olan dudaklarına odaklanmıştım o sırada, çok iyi hatırlıyorum. Öpüşmeyecektik işte Sema… Öpüşmesek şimdi daha net düşünebilirdim.
O tanıdık titreşimi hissediyorum. Bzıbolar yuvalarından çıkıyor. Çoğul kullanıyorum ama aslında belki de tek bir yaratıktır. Ufka doğru göz alabildiğine uzanan yeşil şeyler sadece yeraltındaki bir devin güneş panellerinden ibarettir. Birazdan yıldızlarının ışığını içlerine çekip beslenecekler. Birkaç saat sonra daha parlak İlk Yıldız doğunca iyice doyacaklar.
İlginçtir, burada başka canlı görmedik. Belki mağaranın dokusu canlıdır, bilemiyorum. Mikroorganizma araştırmaya da zamanımız olmadı. Bizim hain PIM bir şeyler toplamıştır gitmeden evvel. Ne tür bir yaşamla karşı karşıya olduğumuzu, evrimlerinin safhalarını falan siz çözersiniz herhalde.
Tam üst satırı yazdığım anda tuhaf bir şey oldu. Çölün içinden koca bir metal yığını fırladı ve mağaranın ağzına doğru gümbürtüyle düştü.
Bizim uzay gemimizin asansörü bu! Hurdaya dönmüş ama tanınıyor. PIM’in günahını almışım. O da saldırıya uğramış! Ama nasıl fark etmedik ki? O uzantılar o kadar yukarı çıkabiliyor mu gerçekten? Çıkabiliyorsa buraya tekrar gelecek herkes için ciddi bir tehlike var demektir. Yaklaşmamaları lazım! Kimsenin buraya gelmemesi gerek.
Ölmek istemiyorum ama başka bir yol göremiyorum. Bu mağara beni korumuyor, sadece kaçınılmaz sonu erteliyor.
Işık arttı. Yıldız tamamen kendini göstermiş olmalı.
Geliyor. Duyuyorum adımlarını…
* * *
Adam, elindeki fotoğraflardan başını kaldırmadan bir süre öylece durdu.
“Ya, işte böyle,” dedi Başkomiser Şefik, maun masasının diğer yanındaki koltuğundan.
Misafiri olan eski Siber Suçlarla Mücadele Şubesi Başkomiseri Kubilay Arıca, kafasını belirgin bir kederle salladı. Duvardaki yazıları yakından gösteren ve az önce kelime kelime okuduğu üç fotoğrafı bir araya toparladı ve masanın köşesine bıraktı. “Haklıymışsın. Çok su kaldırır bu iş,” dedi.
“Hâlâ bahçeden kemik çıkıyor. Amerikanvari bir seri katilimiz eksikti amına koyayım.”
“Bu çocuk kimmiş?”
“Adı Evren. On bir yaşında daha. Üstün zekâlıymış. Ailesi fakir, Evren tek çocukları.”
“Sema?”
“Arkadaşıymış. Komşusu aynı zamanda. Herif ikisini birden kaçırmış ama Sema’yı Evren’den bir hafta kadar önce öldürmüş. Öncesinde aynı odada tutulmuşlar.”
“Yazılardan anlaşılıyor, evet.”
Kubilay, Şefik’in uzattığı başka bir fotoğrafı eline aldı.
“Oda burası,” dedi Şefik.
Geniş açıdan bir çekimdi. Köşede büyükçe, metalden bir masa vardı. Tavan örümcek ağlarıyla örülüydü. Bir pencere vardı ama tozla öyle kaplanmıştı ki ışık geçirdiği şüpheliydi.
Sığındıkları masaya odaklandı. “Mağara,” diye fısıldadı. Altında otururken yandaki duvarlara yazmıştı Evren. Kendisinin de belirttiği gibi muhtemelen delirmemek için. Gerçi belki de çok geçti. Metnin tuhaf içeriği bir yana, çocuk kendi kanı ve tırnaklarını kullandığına göre zihninde çoktan bir şeyler kırılmış olmalıydı.
“Köpeğinin adı Pim miymiş?” diye sordu Kubilay.
“Efendim?”
“Köpek sayesinde bulmadınız mı katilin evini?”
“Evet de sen nereden biliyorsun?”
“Odanın köşesindeki tasmayı görüyor musun? ‘Pim’in asansörü’ dediği bu işte. Köpek adamın elinden kaçmış belli ki.”
Şefik başını salladı. “Aynen öyle. Kendi kendine evine dönmüş hayvan. Çıldırmış gibiymiş. Tabii günlerdir oğullarıyla birlikte kayıp olan köpek geri gelince aile hemen polisi aramış. Köpek göstermiş yerlerini.” Derin bir iç çektikten sonra devam etti. “Olmadı ama… Maalesef geç kaldık. Gittiğimizde arka bahçeye yeni gömmüştü çocuğu.”
“Ayhan’mış değil mi herifin ismi?”
“Onu nasıl anladın?”
“Bzıbo. Basit bir Sezar Şifrelemesi. Birer harf ileri kaydırmış. Kendince bir hikâye uydurup Ayhan’ı canavar haline getirmiş.”
“Hikâyesi de mutlu bitmiyor. Başına ne geleceğini anlamış,” dedi Şefik. Dişlerini sıkıyordu.
Kubilay, en ağır küfürleri etse de faydası olmayacağını biliyordu. Vakur tavrıyla başını ağır ağır iki yana salladı ve sustu.
“Geldiğine geleceğine pişman ettim seni de, değil mi?” diye sordu Şefik.
“Yo hayır. Sadece… Buralardan geçerken bir hâl hatır sormak istemiştim ama gerek kalmadı. Aşikâr.”
“Sorma. Adam muhtemelen bir daha gün yüzü görmeyecek ama aldığı canların bedeli için yetmez. Diriltip diriltip gebertsen gene yetmez.”
“Çok geç kalıyoruz Şefik. Bu adamı çoktan enselemeliydik.”
“Kendini niye katıyorsun oğlum? Sen emekli olup gittin. Yırttın bu işlerden.”
Kubilay soğumuş çayını tekte mideye indirip ayaklandı. “Bir şeyler yapmak gerek yine de. Büyük bir şeyler. En az bu çocuğun hayal gücü kadar büyük…”