Uzun, yorucu toplantısı az evvel sona ermişti. Sanal podun içinden mecalsizce çıktı ve evinin huzurlu ortamına geri döndü. Bütün dünyayı saran mutasyonlu virüslerin arasına karışmaktansa, sanal odalarda bir araya gelmek iyi bir fikirdi. Yine de fiziksel gerçekliğin ayrı bir tadı vardı. Dokunun sahici hissiyatını özlüyordu. Geçmişinden kalan parçaları hatırladıkça anılarını bu yolla koruyabileceğini, eski günleri zihninin bir noktasında saklayabileceğini düşünüyordu. Önünde açılan panelde drone servisinin ulaşmak üzere olduğunu görünce, bir süredir aradığı antikanın bulunduğunu anladı. Yapay zekâ asistanı EZA’ya paketi teslim alması komutunu verdi. Ardından bileğindeki sayaca baktı, henüz vakti vardı, huzurlu ortamına dönebilirdi.
Böyle zamanlarda özenle tasarladığı kaçış odasına geçer, rahatlamaya çalışırdı. Buraya asla yardımcı robotları sokmaz, özellikle kitaplarla ilgili her işi kendi görürdü. Öyle ki, uzun yıllar boyunca dünya üzerinde basılı ne kadar kitap kaldıysa toplamış, geniş kütüphanesine özenle sıralamıştı. Ayrıca plaklara bayılırdı, ki gelecek olan kargo da bir plaktı. Efendisini iyi tanıyan EZA dronelar vasıtasıyla yeryüzünü tarar, incelikle topladığı albümleri anlık duygu durumunu takip ederek sırayla çalardı. Yine öyle yaptı ve efendisi koltuğuna yayılırken Edith Piaf çalmaya başladı. Fıçılanışının üç yüzüncü yılı anısına 1787 Château d’Yquem’inden bir kadeh doldurup rahat koltuğuna kuruldu. Geçen gece yarıda bıraktığı Herakleitos’tan Fragmanlar’a dalıp gitme vaktiydi.
Fakat tam odaklandığı sırada antreden gelen âni vakumlama sesiyle irkildi. Besbelli EZA enfekte durumunu önlemek adına içeriye giren kirli havayı dışarıya atıyordu. Birkaç saniye sonra da drone’un teslim ettiği genişçe paket EZA’nın küçük oyuncaklarından biri tarafından kendisine ulaştırıldı. Küçük bir çocuk boyutlarında olan robot sakin adımlarla içeri girdi, kargonun içindekileri masanın üzerine bıraktı ve paytak adımlarla oradan ayrıldı. Plağı açtı, Plastic Ono Band albümünün 1970 yılı İngiltere baskısı karşısında duruyordu. Ama ne kitaba devam edebildi, ne de bu güzel armağana sevinebildi. Kitabı bir köşeye bıraktı, sayılı zamanı düşünürken anılar gözünün önünden bir film misali aktı.
Birkaç ay sürecek denilen pandemi, envai çeşit mutasyonla yetmişinci seneye dayanmıştı. Göz açıp kapayıncaya değin geçen sürede kıyametin binbir alametini fârika saymayı bilmiş, şartlara alışmış ve bir şekilde hayatta kalmayı başarmıştı. Ama dünyanın geri kalanı için aynısını söylemek pek mümkün değildi. İnsanlık yok oluşun eşiğine gelmiş, gezegenin nüfusu birkaç milyona kadar düşmüştü; kendisi gibi sayılı birkaç talihliyse, insanı birkaç ayda tüketen bir virüsle dört duvar arasında yaşamakla lanetlenmişti. Asterion’un eviydi burası!
Göz ucuyla sayaca baktı. Filtreleme işlemi başlamak üzereydi. Oflayıp puflayarak rahat koltuğundan kalktı. Önce salondaki yapay atmosfer sağlayıcının durumunu kontrol etti, gayet iyi görünüyordu. Zehrin etkisini azaltması iyiydi. Giriş kattaki değişim odasına indi. Robotlar sağa sola koşuşturuyor, telaşla son hazırlıkları yapıyorlardı. İtinalı adımlarla onları geçip rahim kabine uzaktan gerekli komutları girdi, nöral çipinin sistemle eşlenmesini bekledi ve işlem tamamlanınca tüpteki DNA sentezleyicinin çalışma seslerini işitti. Birazdan orada gözlerini açacaktı. Suyun içinden çıkacak, yeniden hayata kavuşacaktı.
Tabuta benzediği için pek kasvetli bulduğu sökücüye uzandı. Kalp atışları öylesine yükselmişti ki bütün vücudunun uyuştuğunu hissediyor, nabzı adeta kulağında atıyordu. Kapak kapandı, vücuduna dair anlık veriler şeffaf ekranda akmaya başladı. Bu kez tanı kısmında çoklu organ yetmezliği yazıyordu, üzerinde durmadı. Beden değiştirmek artık çocuk oyuncağı olduğundan bilincini evin merkezindeki data ağında sık sık güncellemeyi ve klon tarlasındaki hasadı taze tutmayı yeterli görüyordu. Gerisi basitti. Ucunda ölüm yoktu nasıl olsa.
Verileri derlendikten sonra söküm prosedürü başladı. Kasıldığını hissetti, veriler akarken etrafı bulanıklaştı, adeta bir düşteymiş gibi bedeniyle bağını kopardı. Bütün bunlara alışık olmasına karşın her seferinde yeniden şaşırmasını yadsıyarak, “İnsan olmak böyle bir şey demek ki” diye düşündü, “daima şaşıracak bir şey buluyoruz.” Sökücünün sesi tiz bir fısıltıdan gümbürtüye dönüştüğündeyse keskin bir yanma hissi duyumsadı, ardından karanlığa gömüldü.
Birkaç saniye geçmiş olmalıydı, daha fazla olamazdı; çünkü aynı şeyi defalarca yapmıştı. Zihni karanlıklarda gezindi, ışığın doğmasını bekledi. Gözlerini yeniden açtığında amniyon sıvısı dolu tüpün içindeydi. Robotlar gitmişti. Onun haricinde her şey aynıydı, aynı eylemsizlik ve ataletle duruyordu. Kabinin kapağı açıldı, kendisine uzanan cesametli mekanik kollar tüple bağlarını kopardı. Aparatlar burnundan ve ağzından çıktığında adeta bir balık gibi iştahla soluklandı, göğsünün yandığını hissetti, gözleri de yanıyordu; ama artık buna daha çabuk alışıyor, geçişe uyum sağlamakta güçlük çekmiyordu.
Mekanik kollar özenli hareketlerle taze bedeni yenileyiciye yatırdı. Bağışıklığı güçlendirmek için birkaç doz aşı enjekte etti; cerrah titizliğiyle kasları, dokuları ve organları tarayıp durumu gözden geçirdi. Her şey normal görünüyordu, hasat başarılıydı. Beden tam fonksiyonlu olarak kullanıma hazırdı. İşlem sona erdiğinde kollar geri çekildi ve yenileyici kabinin kapakları sürgülendi. Nihayet bedeni tazelenmiş, yorucu aşama tamamlanmıştı. Kapaklardan yansıyan genç surete alışması biraz zaman alacaktı, ancak önce birazcık dinlenmeliydi. Gözlerini usulca yumarken EZA’nın armağanını işitti; John Lennon’ın odayı saran sesini duymak iyi gelmişti.