“Sizler, Aeg’imizin koruyucuları. Sizler ki, on beş sene sonra dünyamızın önderliğini üstlenecek liderlersiniz.
“Sizler, dışarıdan bakınca sadece birer çocuk olabilirsiniz. Ancak içinizde, çok daha fazlası olduğunuzu biliyoruz. Siz, Aeg’in, falkan türünün en iyilerinin en iyisisiniz. Bu yüzden buradasınız. Bu yüzden ailelerinizden koparıldınız. Bu yüzden bu antik insanaryada, yüzey adlı cehennemin içindeki bu eşsiz cennette yaşayacaksınız.
“Sizler, falkanların geleceğini şekillendireceksiniz. Türümüzün nihai amacını mantıksız bulan, ondan vazgeçmemizi ve kendi yaşantımıza bakmamızı isteyen sapkınlardan uzak duracak, fırsat bulduğunuzda da onları doğru yola çekmeye çalışacaksınız. Sizler, bize biçilmiş yüce görevin önemini kavrayacaksınız.
“Sizler, insanlara ulaşmasında falkan medeniyetine yardımcı olacaksınız.
“Makineler… İnsanlar… Elçi Nevoy… Hikayeleri efsanelerle bezenmiş bu isimleri duymayan falkan yoktur. Biz ki Aeg’in Koruyucuları, biz bile tam olarak emin değiliz. En başarılı tarihçilerimiz bile, yüzlerce hatta binlerce yıllık çalışmaya rağmen, ancak efsaneler ve olağanüstü olaylarla bezenmiş bir tarih çıkarabilmişlerdir. Birçok falkanın bu tarihin gerçekliğine inanması güçtür. Onları suçlayamayız, ancak bu durum, ortaya çıkardığımız tarihin gerçek olmadığı anlamına gelmez. Unutmayın, bizim için efsane olan, onlar için gündelik olabilir. Bizim için olağanüstü olan, onlar için sıradan olabilir. Bizim için büyü olan, onlar için teknik olabilir. Bizim için inanç olan, onlar için bilim olabilir.
“O zaman, her şeyden önce, eğitiminizin ilk gününde, bu tarihi kabaca doğru öğrenmeniz lazım. Doğru öğreniniz ki, hangi yolu izleyeceğinizi biliniz. Maalesef, az sonra duyacaklarınızın büyük bir kısmına inanmakta güçlük çekeceksiniz. Ancak, dediklerimi unutmayın. İnsanları ve Makineleri anlaşılmaz değil, bilinmez olarak düşünün. Medeniyetlerini hayali değil, gizemli olarak düşünün.
“İlk Makineler Çağı’nın efsanesi, elbette elçi Nevoy ile başlar… O zamanlar, yani Ayrım’dan Önce ilk yüzyıl, falkanların emekleme zamanıydı. Asırlık Ağaçlar’ın üstüne kurulan falkan medeniyetinin ilk demleri… Beşiğinden yeni çıkmış bir bebek gibi, ilk defa dünyayı ve hayatı tanıyorduk. İlk şehirlerimizi kurmuş, ilk örgütlenmelerimizi oluşturmuştuk. İlk defa savaşmıştık. Kimilerimiz, ilk defa liderlerimizi körü körüne takip etmeyi bırakıp onlara ihanet etmişti. Kimilerimiz de ilk defa onların fanatik takipçileri olmuştu.
“Elbette ki Nevoy, bir elçi olarak doğmadı. Aslında hepimiz gibi sıradan bir falkandı. Denilir ki, Nevoy ta doğumundan itibaren makineler tarafından izlenmiştir. Denilir ki Makineler, onu toplumun kalanından soyutlamış, aynı zamanda babası İmparator Nesri’nin iktidar odaklı yolundan kurtarmıştır…”
Evet; Nevoy, hayatın getirdikleri gereği uzun bir süre toplumdan soyutlanmıştı. Evet; Nevoy, babasının iktidar odaklı yoluna girmemişti. Ama bunun, Makinelerle pek bir alakası yoktu. Aslında bu, Makinelerin zamanı gelince onu seçmesine sebep olan şeydi…
Aeg’in İlk Makineler Çağı’nın başlangıcından, yani Makinelerin Gelişi’nden on yıl kadar önce, falkan medeniyeti kendi tarihi içinde bir doruk noktası yaşıyordu.
Yüzeye inmeye cesaret edemeyen bu kanatlı, düşünen kuş türü, yüzyıllar boyunca Aeg’in atmosferinin izin verdiği ölçüde büyüyen devasa Asırlık Ağaçlar üzerinde, bulutların hemen altında yaşamıştı. İlk örgütlenmeler, elbette sığınak ve yemek bulmak için oluşmuştu. Bir ağacı ev edinen falkanlar arasında zorunlu olarak bir iş bölümü oluyordu.
Zaman içinde, iş bölümünü, örgütlenmeyi ve hiyerarşiyi iyi kurabilen ağaç toplumları, kaynaklarını da sonuna kadar kullanabilmişlerdir. Refah, boş zamanı getirmişti, boş zaman da aletleri ve sanatı… Tıpkı her uygarlığın gelişimde olduğu gibi, ilk istila bu noktada oldu. Bir zamanlar kaynaklara ulaşmakta sıkıntı çeken falkanlar, onlara sorunsuz ulaşabilmeleri halinde hızla tükeneceğini düşünmemişlerdi. Geriye yapacak tek bir şey kalıyordu: Başka ağaçların kaynaklarını tüketmek.
Bu yolla, bir ağaç-şehrin halkı, bir başka ağaca saldırdı. Sonra bir diğerine, bir diğerine… Bu ağacın yaptıklarını duyan başka güçlü ağaçların liderleri, aynısını neden kendilerinin de yapamayacağını sorguladı. Ve böylece, ilk defa, birer ağacı kapsayan şehirlerin üstünde bir otorite kurulmuş oldu: Onlarca ağacı kapsayan imparatorluklar.
İmparatorluklar, şehirlerin geleneğini devam ettirdi. Yayılabildikleri kadar yayıldılar… Ta ki Kanlı Yüzyıl’a kadar. Tarihçilerin bu korkunç ismi layık gördüğü dönem, falkanlar için başka bir dönüm noktasıydı: İlk defa imparatorluklar, güçlerinin sınırlı olduğunu anlamıştı. Bu yüzyıl boyunca savaşlar devam etmişti. Devam etmişti ama, sadece devam etmişti… Galibin belli olmadığı, uzun yıllar süren muharebeler olmuştu. İmparatorluklar kapasitelerine ulaşmış, daha fazla ağacı ele geçirmek zorlaşmıştı. Kırk yılın başında el değiştiren ağaçlar da, savunmanın güçlüğü ve İmparatorluk’un merkezine uzaklıktan dolayı kısa sürede yeniden kaybediliyordu.
Tarihçiler, Kanlı Yüzyıl’da o zamanki falkan nüfusunun dörtte birinin öldüğünü düşünür. Gerçek ise çok daha fazladır.
Kanlı Yüzyıl, anlaşmalarla biter. Bu anlaşmalarda kazanan yoktur: Her imparatorluk, gücünü daha fazla artıramayacağını, Aeg’in tamamına sahip olamayacağını kabullenmiştir artık.
Sonra, doruk noktası gelmişti: Barış içindeki falkan uygarlığı, uzun bir süre Aeg’deki yeni dengelerin denetimi altında, savaşlar boyunca geliştirilen teknolojinin, barış sarhoşluğunun getirdiği estetiğin tadını çıkarmıştı.
Önceden mızrakların, okların uçuştuğu, kan kokusunun eksik olmadığı ağaçlar arasındaki gökte, artık falkan gençleri özgürce uçuyordu, diğer kuş türlerini avlıyordu ve, yeri geldiğinde, çiftleşiyordu.
Pek çokları, bu cennetin tadını çıkarıyordu. Birinin, Nevoy adlı bir gencin ise cenneti bitmek üzereydi.
Kanlı Yüzyıl’ın güç savaşları sırasında görmezden gelinen eski bir tehlike, yer yer falkanların canına okuyordu: Hava. Sakin ve huzurlu yüzeye karşın, Aeg’in troposferinin üst tabakalarında, hava olayları çok yıkıcı sonuçlara sebep olabiliyordu. Yağmurlar hayatı felç ediyor, fırtınalar şehirleri mahvediyor, yıldırımlar kaşla göz arasında bir ağacın tüm halkının ölmesine sebep olabiliyordu. Bu, yüzeyin hızlı ve çevik avcılarından kurtulmak için ödedikleri bir bedeldi. Zengin ağaçlar ve imparatorlukların önemli kentleri bunlara karşı önlem almıştı, ancak bu şansa sahip olmayan ağaçların sayısı çok daha fazlaydı.
İmparator Nesri’nin ağacı da maalesef bunlardan biriydi. Babasının sorunlarından pek haberdar olmayan genç Nevoy, bu sorunları acı bir şekilde öğrenecekti.
Nesri’nin İmparatorluğu, Kanlı Yüzyıl’da en çok zarar görenlerden biriydi. Barış dönemi gelmişti gelmesine, ama Nesri’nin dertleri bitmemişti. Ataları zamanında düşmanlarına korku salan imparatorluğu, sadece iki ağaca düşmüştü.
Nesri zor durumdaydı. Savaşın kalıntılarını gidermek için tüm gücünü elinde kalan iki ağacın restorasyonuna harcamıştı. Aklında ise daha büyük bir amaç vardı: Zamanı gelince, o ya da oğlu, diğer imparatorlukları hazırlıksız yakalayıp çektikleri acıların intikamını alacaktı.
Nesri’nin takipçilerini hala bu güçsüz imparatorun yanında tutan işte buydu: Yeniden en iyi olabilme hayali.
Ne var ki, bu hayal asla gerçekleşmedi.
Güneşli başlayan bir Aeg gününde, Nevoy ağacı terk etmiş, göğün, rüzgarın tadını hissetmeye çıkmıştı. Kanatlarını ustalıkla kullanabilen bir falkandı kendisi, ve bu yeteneğinden dolayı saygı duyuluyordu.
Daha çocuk yaşta olmasına rağmen bir savaşçının gücüne, bir liderin zekasına ve bir bilgenin erdemlerine sahipti.
Lakin, Nevoy’un o günkü keyfi uzun sürmedi. O ne olduğunu anlayamadan korkunç bir yağmur bastırdı. Genç falkan aceleyle ağacına, babasının imparatorluğunun merkezine döndü.
Ağaçta hayat felç olmuştu. Herkes evlerine –veya daha yoksullar kovuklarına- girmiş, yağmurun dinmesini bekliyordu.
Sonra fırtına çıktı.
Nesri’nin, restorasyondan sonra ağaçlarını doğa olaylarına karşı güçlendirmek gibi bir şansı olmamıştı. Kalan kaynaklarını biriktirip büyük bir restorasyon yapmak yerine, gizliden gizliye savaşa hazırlığa harcamıştı.
Şimdi de fırtınanın etkisi ile parçalanan köşkünde bunun cezasını ödüyordu.
Nevoy hayatında böyle bir şey görmemişti. Babasının köşküne olanları görüyordu –ağacın en tepesinde olduğu için herkes görüyordu- ama elinden bir şey gelmezdi. Aceleyle etrafına bakındı, en yakındaki kovuğa hamle yaptı. Kovuğun sahibi, genç prensi içeri aldı.
Nevoy, fırtınanın yarattığı cehennem bitene kadar kovukta bekledi.
Dışarı çıktığında, şehrini harap olmuş olarak gördü. Evler yıkılmış, o kopmaz denilen dalların bir kısmı kırılıp içindekilerle birlikte yüzeyi boylamıştı. İçindekiler çarpışmadan kurtulmuş olsa bile, muhtemelen çoktan yüzeyin korkutucu avcılarına yem olmuşlardı.
İmparator Nesri ise daha şanslıydı: Fırtınanın ilk dakikalarında yıkılan köşkünün altında kalmış, muhtemelen hızlı bir şekilde can vermişti.
Nevoy, babasının ölümüne fazla takılma fırsatı bulamadı. Bir imparator olduğu için, doğal olarak adam Nevoy’a pek ilgi gösteremiyordu. Nevoy o gün, babasının ve ailesinin yokluğunda kendine aileden gözüyle bakan onlarca başka insanı (falkanların ölülere uyguladığı ritüel olarak) ağaçtan aşağı göndermişti.
Takip eden günlerde, Nevoy tamir çalışmalarına yardımcı olurken, babasının yaşlı danışmanı tarafından çevrilmişti.
“Nevoy,” demişti ihtiyar, “ağacı terk etmen gerek.”
“Neden Urul, ne oldu?”
Sonra Urul ona durumu anlattı. Babasının –Nevoy dışında birçok kimsenin iyi bildiği- hayalini, bu doğrultuda yaptığı askeri yatırımları, köşkün yıkılması ve ağacın mahvolmasının bunun bir sonucu olduğunu…
“Babanı suçlayacak zaman yok,” dedi sonunda, “onun askeri yatırımlarına bir zarar gelmedi. Şimdi ise, takipçilerinin bir kısmı örgütlendi. Başlarında Yiomi var.” (Nevoy bu ismi biliyordu, babasının hiç hazzetmediği bir adamdı.) “Bunlar, babanın imparatorluğunu ele geçirip, yaptığı yatırımları kullanarak savaşa girmeyi planlıyorlar. Ancak ilk yapmaları gereken senden kurtulmak. Senin… İmparatorun değil, başka birinin çocuğu olduğunu iddia edecekler. Hem annenin adını kirletecek, hem de senin idamına sebep olacak.”
Nevoy, bu klasik komplo ile ilk defa o gün tanışmıştı. Daha önce adımını atmadığı, ancak dinamiklerini anlayacak kadar zeki olduğu bir dünyaydı bu. Böylece, gizlice eşyalarını topladı ve o gece ağaçtan ayrıldı.
Nereye gideceğini bilmiyordu, bu yüzden sadece gezdi… Farklı ağaçlara gitti, oralarda kendisine bir yaşam kurmaya çalıştı. Olanların üzerine düşündü. Babasını ve kaybettiği onlarca arkadaşını andı. Yirmi yıl süren yolculuğu boyunca çok farklı yerler gördü, çok farklı ağaçların kültürlerini tanıdı. Aeg’in en gelişkin yerlerini gördü ve onların imkanlarından faydalandı.
Bir çocuk, bu şekilde olgunlaştı.
“Elçi Nevoy, geçn bir falkan olarak bu şekilde erken yaşta babasının ağacını terketti… Tabii ki, muhtemelen makinelerin yönlendirmesi ile. Babasının, ve nihayetinde imparatorluğundan kalanların, takipçileri içinde bir iktidar kavgasına yenik düştüğü tahmin ediliyor.
“Nevoy, yirmi yıl boyunca ağaç ağaç gezdi… Sizden de eğitimizin bitiminden sonra bir süre yapmanızı isteyeceğimiz bir şey. Bu dönemde, makinelerin varlığını bilip bilmediği hakkında bir fikrimiz yok; ancak biliyor olsa bile, bundan kimseye bahsetmediğinden eminiz. Hayır, Nevoy gezilerinde misyonerlik yapmadı. İnsanlara bir şey katmaktan ziyade, insanlardan bir şeyler öğrenmeye çalıştı…
“Yirmi yıl gezen Nevoy, küçük yolculuğunun sonunda, ama büyük yolculuğunun başında, kendini Aeg’in o zamanki en büyük şehri olan –bugün de Aeg’in en güzel şehirlerinden biri olarak kabul edilen- Ciar’da buldu kendini.
“İşte tam o yılda, İlk Makineler Çağı başladı. O yılda, Makineler Aeg’e geldi. Kendilerinin ‘İsa’dan Sonra’ diye tanımladıkları zaman çizelgesine göre 10,794, bize göre ise Ayrım’dan Önce 98 yılında…”
Güneş Ciar’ın suç ve tehlikelerle dolu gecesini, aydınlık bir sabaha çevirirken, Nevoy gözlerini açtı. İlginç bir şekilde, erken uyanmıştı. Bu güzeldi, çünkü iki gündür “Profesör”ün sabahın köründe meydanda verdiği felsefe derslerini uyuyakaldığı için kaçırıyordu. Bu, onun için, hoş bir falkan dişisiyle beraber olmanın getirdiği bedeldi.
Camdan odaya sızan güneş ışığı, köşedeki müzik aletine vuruyordu. Gece durdurmadıkları alet, hala çalmaya devam ediyordu: Telli çalgının üzerindeki pürüzsüz, karmaşık hattın tepesinden bir defa bırakılan bilye, durdurulana kadar yerçekiminin etkisi ile sürekli aynı hareketi yapıyor, hat ile önceden belirlenmiş kısa bir melodiyi sürekli çalıyordu.
Ah, güzel Ciar, diye düşündü Nevoy. Buradaki falkanların bu tip garip şeyleri yaratmak için yeterli zamanı vardı. Babasının şehirlerini ve onlar gibi, birçok tehlike ile mücadele etmeye çalışan onlarca ağacı düşündü.
Kanadının ucuyla yanında yatan kızın yüzünü okşadı. Genç, beraber olmalarının hoş karşılanmayacağı kadar gençti. Bir o kadar da güzeldi ama… Nevoy, ilk tanıştıklarında ona aşık olduğunu düşünmüştü, tıpkı daha önce onlarca defa başka falkanlara karşı düşündüğü gibi. Ne var ki, tanıdıkça onun da sadece görünürde öyle olduğunu görmüştü. Kız da kendisi gibi ailesini kaybetmiş, çok küçük yaşta kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmış biriydi. Bu, onu birçok yönden geliştirmişti. Nevoy’u ilk başta çeken şey de buydu, bu benzerlik. Ne var ki, zaman geçtikçe kendisi için acı bir gerçek ortaya çıkmıştı: Bu kızla, Liseri’yle, harcadığı zaman boşunaydı. Ondan bir şey öğrenmiyordu, kendisine bir şey katmıyordu. Liseri’nin geçtiği yollardan kendisi yıllar önce geçmişti. Artık, Liseri fark etmese de, onları birbirlerine bağlayan yalnızca iki şey kalmıştı: Nevoy’un kıza yardımcı olma isteği ve Ciar’ın bir partner olmadan tadı çıkmayan büyülü akşamları.
Nevoy, kızı uyandırmamaya özen göstererek ayağa kalktı. Doğruldu, yavaşça kanatlarını açıp gerindi. Sonra kıyafetlerini attığı çubuğun üstüne süzüldü, ayaklarıyla Ciar vatandaşı olduğunu belirten –ve yasal olmayan yollarla elde ettiği- fuları aldı ve elastik falkan bacaklarıyla boynuna doladı. Sonra, tüysüz bacaklarını örtecek pantolonu giydi, kanatlıklarını geçirdi.
Göz ucuyla pencereden dışarı baktı. Güneş ışığı soluklaşmış, sokak sütunlarının uzun gölgeleri kaybolmuştu. Sabahın bu saatinde buna sebep olacak kadar büyük bir bulut, havanın kötü gideceğinin habercisiydi. Dersten sonra eve dönsem iyi olacak, diye düşündü.
Bu saatte sokaktaki falkanların fazlalığı da dikkatini çekti.
Nevoy, müzik makinesinin başında dikildi. Kapatıp kapatmama konusunda emin değildi, hangisinin Liseri’yi uyandırma ihtimali daha fazlaydı acaba?
Ancak düşüncesi yersizdi. Daha önce hiç duymadığı kadar yüksek, kısa süreli bir vızlama ile, Liseri zaten korkuyla uyanmıştı.
“Nevoy!” diye seslendi. “Ne oldu?”
Nevoy bilmiyordu. Cama koştu, dışarı baktı. Siyah bir obje, muhtemelen o sesi çıkaran şey, daha önce görmediği bir hızla ufukta uzaklaşıyordu. Neydi bu, bir tür kuş mu? Ama bu sesi nasıl çıkarabilirdi? O boyutta bir kuş, nasıl bu kadar hızlı uçabilirdi?
Uzaktan bir ses geldi, arkalarından… Navoy bunu tanımlayamıyordu, ama sanki ses onlara yakınlaşıyordu. Yakınlaşması, gürleştikçe hızlandı ve iki siyah obje daha üstlerinden, büyük bir vızıltıyla geçti.
Hayvan değillerdi. Falkan değillerdi. Daha önce gördüğü hiçbir şey değillerdi.
Sonra Nevoy, güneşin önünü kapatan şeyin bir bulut olmadığını, sokaktaki o kadar insanın korkuyla baktıkları bir şey olduğunu fark etti.
Göklerini kaplayan, karmaşık şekilli bir başka obje.
Üç siyah obje, ufuktan geri dönüyordu. Artık muhtemelen Ciar’daki herkes uykusundan uyanmıştı. Kimileri pencerelerine tünemiş, sokak daha da dolmuş, falkanların bazıları ok ve mızraklarını yanında getirmişti. Nevoy ise Liseri’nin küçük vücudunu kanadının altına almış, onlara yaklaşan objelere bakıyordu.
Daha önce hiç duymadığı bir tonda, değişik bir ses, kendi dillerinde konuştu.
“Düşman değiliz. Düşman değiliz. Düşman değiliz.”
Nevoy sesin kaynağını çözememişti. Uzaktan geliyordu, ama bir o kadar da yakındı. Sanki bir… Gök gürültüsü gibi. Ama bu mümkün müydü? Bu objeler nasıl konuşabiliyordu? Ve o kadar uzaktan seslerini nasıl buraya kadar ulaştırmışlardı?
“Düşman değiliz. Falkan lideriyle görüşmek istiyoruz. Düşman değiliz.”
Siyah objeler artık Ciar’ın tepesinde gelmiş, etrafta tur atıp duruyorlardı. Bir yaramazlığını öğrendiği oğlundan cevap beklerken volta atan bir baba gibi… Cevap bekliyorlardı.
“Düşman değiliz. Size zarar vermeyeceğiz. Falkan lideriyle görüşmek istiyoruz. Düşman değiliz.”
Nevoy, dillerindeki küçümsemeyi fark etti. Sözcük seçimlerinde, yanlış anlaşılma korkusu seziyordu. Profesör sağolsun, bu tip ufak detaylardan pek çok şey çıkarabiliyordu artık.
Siyah –aslında bu bakış açısıyla koyu gri- objelerin biri, öncekinden daha yavaş bir şekilde üstlerinden geçti. Nevoy, bütün heyecanına rağmen, ona kısaca göz gezdirme imkanı buldu. Bir hayvan değildi, bu barizdi. Fazla büyüktü, küçük bir ağaç-köy gibi. Ama hayır, bir köy değildi, o bir bütündü çünkü. Üstündeki motifleri inceledi, rengine baktı. Benzetebileceği tek bir şey vardı.
Makine.
İnşaatlarda kullandıkları o karmaşık, çirkin, demir kaldıraçlar; eşya taşımakta kullandıkları arabaların o tekerleri; müzik çalmakta kullandıkları o hat… İlginçti ama, sanki birisi bütün bunların (ve daha fazlasının) yüzlercesini almış, küçültmüş ve sıkıştırmış, sonuçta altında anlaşılmaz ve hiçbir estetik kaygı güdülmediği belli desenler olan bu siyah objeyi oluşturmuştu.
Uzaktan, Ciar’ın en uç noktalarından, konsey binasının olduğu taraftan bir şey yükselmeye başladı. Bir direk.
Biz buradayız diyorlardı!
Direği gören objeler, dönüp durmayı bıraktı ve o tarafa yöneldi. Sokaktaki kalabalık da aynı şekilde o tarafa koşmaya başladı. Gökte bu siyah objeler varken cesaret edebilen bir grup da uçmayı tercih etti.
Nevoy’un burada durması imkansızdı, gidip bunu görmesi gerekiyordu. Liseri’ye burada kalmasını söyledi, pencereyi açtı ve Ciar’ın düz çatılarının üstünden süzüldü.
Gök pek yoğun olmamasına rağmen, zaten pek kullanılmadığı için epey dar inşa edilen sokaklardaki falkan kalabalığı inanılmazdı. Bütün Ciar, evet bütün Ciar konsey binasına gidiyordu.
Nevoy, güneşlerini kapayan öteki, devasa görünen objeye baktı. Sınırlarından güneş ışığı sızıyordu, bu da onun neye benzediğini net olarak görememesine sebep oluyordu.
Nevoy, etrafındaki birkaç kişiyle birlikte, görkemli konsey binasına ulaştı. Binanın karşısındaki damların birine tünedi ve olacakları izlemeye başladı.
Kalabalık, binanın avlusuna dolup taşmıştı ve giderek genişlemeye devam ediyordu. Siyah makine ise –artık ucu sivri ve iki yanından uzantıları olan bir daire olduğu görülebiliyordu, Nevoy bu uzantıların bir tür kanat olup olmadığını düşündü- binanın tepesine kalın bir tür tüple bağlanmıştı. Nereye gelmeleri gerektiğini işaret eden direk yavaş yavaş binanın içine çekiliyordu.
Zaman geçti. Ne objede, ne de binada bir hareketlilik olmadı. Kalabalık da sakin bir bekleyişe koyuldu, sadece ön saflarda binanın içine girmek için ısrar eden bir grup falkanın muhafızlarla tartışmaları duyuluyordu.
Burada bir şey olmayacaktı. Muhtemelen konsey, kalabalığın dağılmasını isteyip ancak onları günlerce merak içinde bıraktıktan sonra bir duyuru yapardı. Nevoy’un içeri girmesi gerekiyordu.
Bu kargaşa içinde çok zor olmayacaktı, sadece bunu yapacak cesaret lazımdı.
Konsey başkanı Erous, diğer üyelerle birlikte toplantı odasında bekliyordu. Binalarının tepesinde dikilen o garip şey, o garip makine –başka bir şekilde tanımlayamıyorlardı-, kendilerine temsilciler göndereceğini söylemişti. Şu anda muhafızları o temsilcilere, konsey toplantı odasına kadar eşlik ediyordu.
Karşılarındaki kapıdan kim girecekti? Ne girecekti? Heyecanla bekliyorlardı.
Acaba bulutların üstünde mi yaşıyorlardı? Eğer durum buysa bir savaşa hazırlıklı olmak zorundalardı, zira bulutların üstünde nelerin olduğunu öğrenmeye giden onlarca yiğit maceraperestin hiçbiri dönmemişti.
Ya da, sokaklarda çığıran şu delilerin dedikleri gibi, göklerde yaşayıp falkanları koruyan “tanrılar” gerçek miydi?
Ya da belki, okyanusların ötesinden geliyorlardı? Aeg’in topraklarının bittiği yerde, ağaçların en yükseğinden bile sonu bucağı gözükmeyen okyanuslar vardı. Pek çokları, bu okyanusların ötesinde sonsuz kaynakların bulunduğundan emindi, ne var ki yine bu okyanusları keşfe çıkan kahramanlarının hiçbirini yeniden görememişlerdi.
Acaba, yıldızlardan mı geliyorlardı? Genç bir konsey üyesinin ortaya attığı bu fikir, üzerinde düşününce Erous’a mantıklı gelmişti. Siyah makinenin üstünde, yıldızlarınkine benzer ışıklar vardı, bunlar tıpkı yıldızlar gibi hafifçe parlayıp sönüyordu. Bu makineler, yıldızlardan gelmeyi bırak, onların yıldız diye gördükleri şeylerin ta kendisi olabilirdi.
Yıldız makineleri. Evet. Siyah objelerin ihtişamına yakışır bir isimdi bu.
Erous kendisini kapıdan girebilecek her şeye karşı hazırladığını düşünüyordu. Ancak yanılmıştı, onun düşündükleri, sadece kendi hayal gücüyle sınırlı olanlardı.
Gerçekten inanılmaz bir şeylerle karşı olduklarını, kapıdan giren ilk muhafızların yüzündeki -korku ve heyecandan dolayı oluşan- yeşilliği görünce anladı. Muhafızların arkasında da konuklarını görünce, aynısını kendi de hissetti.
Makineler. Makinelerin içinde makineler.
Bu makineler, öncekilere benzemiyordu. Bir kere, onlardan yüzlerce kat küçük, ortalama bir falkan boyutlarındaydılar.
Sonra, yapıları çok tanıdık bir şeye benziyordu: Aşağıda, yüzeyde yaşayan yırtıcı hayvanlara. Tıpkı onlar gibi, dört bacakları vardı. Ancak bu bacakların ikisine bacak demek güçtü. Daha çok… Kanatla bacak arası bir şeydiler. İkisi, vücutlarının üstünde, tıpkı falkan ve diğer büyük kuş türlerininki gibi göğüs hizasındaydı. O bacakların ayakları da, normal bir hayvana göre çok daha genişti.
Evet, bu yaratıklar falkan ve aşağıdaki yırtıcıların karması gibiydi… Ama bir bileşen daha vardı:
Makineydiler.
Yüzleri, bacakları, ayakları, her yerleri… O yukarıdaki siyah yıldız makinesi ile aynı dokuya sahipti.
Erous, içini geçirerek köşedeki, binanın yeni resimlerini asmak için kullanılan çarklı merdivene baktı. Bu aletlere yeni bir isim bulmamız gerekecek, diye düşündü.
Makineler (dört taneydiler) tıpkı anlıyormuşlar gibi, muhafızların durması ile durdular. Bu, Erous’u şaşırtmıştı, ama büyülememişti. Uçan devasa makineler konuştuğunda daha çok hayran kalmıştı. O zaman anlamıştı, daha önce görmedikleri, hayal edemeyecekleri, sürprizlerle dolu bir şeyle karşı karşıya olduklarını.
Evet, bu korkulacak bir an değildi. Bu, bugüne kadar yaşadığı her şeyden daha heyecanlı, daha merak uyandırıcıydı.
Eğer saldırmazlarsa tabi.
Makinelerden biri, muhafızları yok sayarak öne çıktı. Muhafızların biri ileri doğru bir hamle yaptı, ama bu tehditkar bir hamle olmaktan ziyade, disiplinli öğretmenine bir soru sormak isteyip son anda çok aptalca olduğunu düşünen bir çocuğun parmak kaldırmasına benziyordu.
Makine yanaştı, yanaştı… Erous’a doğru geliyordu, hem adımları hem de göze benzer bir oyuğun içindeki yıldız parıltısının işareti o yöndeydi.
Erous heyecanlandı. Çok yaklaşıyordu. Çok yakındı. Çok.
“Bu kadar yeter!” dedi gür bir sesle. Üyelerden, bu beklenmedik cesareti takdir edercesine bir rahatlama sesi geldi.
Makine durdu. Yıldız parıltılarını Erous’a dikti. Herhangi bir yerini –ağız yerine geçebilecek herhangi bir organını- oynatmadan, konuştu.
“Falkan.”
Erous, bir an bile düşünmeden, aynı dakikadaki ikinci deli cesareti örneğini sergiledi:
“Makine.”
Makineden garip bir homurtu çıktı. Hem bu hayvan makinelerin, hem de az önceki büyük uçan makinelerin sesinde tanımlayamadığı bir şey vardı. Tonda bir fark. Sanki… Sesi başka bir dünyadan geliyordu. Sanki yapay gibiydi.
Ya da… Zor konuşuyor gibiydi belki de? Sesinde ölüm olan, ihtiyar falkanlar gibi…
“Makine,” diye taklit etti önündeki duygusuzca. “Makine. Şaşırtıcı değil. Pek çokları bize bu ismi taktı. Kısa. Anlaşılır. İş görecektir.” Bir anlığına başını arkasındaki makinelere çevirdi. “Evet. Falkanlar için; biz, Makineleriz.”
“Peki, gerçekte adınız ne?”
Makine, diğerlerine işaret etti. Onlar da, muhafızlara aldırmadan Erous’a doğru ilerlemeye başladılar.
“Bize farklı adlar verildi. Kelimeyi anlayabilecek düzeyde olan azınlık için, Makineydik. Daha ilkel düzeydekiler, yapabildiklerimize bakıp bize ‘Akıllı Aletler’ dediler. Bir kısmı, sadece uzaktan görüp ‘Gri Kişiler’ diye çağırdılar. Dindarlar için ise ‘Şeytan’ ya da ‘Melek’ olduk.”
Konsey üyelerinin tarafından bir hırıltı gelmeye başladı. Erous, kaba bir el hareketiyle onları uyardı.
“Dedikleriniz sorumu cevaplamıyor,” diye diretti.
Konuşan makine bir an duraksadı. “Esas ismimiz sizin için bir şey ifade etmez. Biz, bizim için, Desteklileriz.”
Destekliler, diye düşündü Erous. Destekliler. Bir anlam ifade etmedi. Muhtemelen ‘desteksizler’i bilmediği içindi.
Makine demeye devam edecekti.
“Sorularınız varsa,” dedi Makine, “şimdi sorun.”
“Bizden bir şey gizlemeyecek misiniz?” diye sordu Erous.
“Mümkün olduğunca.”
“Peki,” dedi Erous, ve tüm konsey üyelerinin ortak düşüncesini temsil ettiğine inanarak sorularına başladı:
“Bulutların üzerinden mi geldiniz?”
“Evet.”
“Yıldızlardan mı?”
“Evet.”
“Hangisinden?” Acaba o tanrıcı delilerin yıldız efsanelerinde doğruluk payı var mı, diye sormuştu.
“Birçoğundan.”
Erous’un pek beklemediği bir cevaptı bu. Ancak, kafasında tahminini daha da güçlendirmişti.
“Sizler, yıldızlar mısınız?”
Konsey üyelerinden yoğun bir mırıltı geldi. Makine, yeniden duraksadı. “Hayır.”
“Ama gözlerinizde yıldızların parıltıları var. Ve sizden önceki büyük uçan makinenin her yerinde?”
Makine, bu defa uzun bir süre sessiz kaldı. “İlginç bir yorum. Kayda değer. Ama hayır, bizler yıldızlar değiliz.”
“Peki.” Erous hayal kırıklığını gizlemedi. “Canlı mısınız?”
“Sizin anlayışınızla, evet.”
“Neymiş bizim anlayışımız?”
“Sezgisel. Özünde; hareket etmek, beslenmek, düşünmek gibi özellikleri bir arada bulundurmak.”
Makinenin sesindeki duygusuzluk Erous’u rahatsız etmişti. “Peki sizin anlayışınıza göre canlı mısınız?”
“Hayır.”
“Sizin anlayışınız neymiş peki?”
“Basitçe, evrenin artan düzensizliğine kendi içinde karşı koyup bütünlüğünü koruyabilen bir sistem olmak. Bu bağlamda hayır, biz artık canlı değiliz.”
“Artık mı?”
“Evet. Bir zamanlar canlıydık. Sizin sezgisel tanımınızla, hep canlıydık.”
Erous, herkesin beklediği asıl soruyu sordu:
“Peki, bizi öldürecek misiniz?”
“Hayır.”
Odadaki herkes –muhafızlar, konsey üyeleri, katipler, haberciler- derin bir nefes aldı. Bu sorunun cevabını bekleyen bir haberci, dışarıdaki gergin kalabalığa ‘müjdeyi’ vermek için apar topar kapıdan çıktı.
“Bunu duymak rahatlattı,” dedi konsey başkanı.
“Neden?”
“Ne demek neden?”
“Neden sizi öldürmek isteyelim ki?”
Erous, mantıklı bir cevap bulmaya çalışırken arkadan bir ses geldi:
“Çünkü bizim yaptığımız bu.”
Makine, konuşan üyeye baktı. “Ne?”
“Öldürmek. Gücümüzün yettiği kadarıyla, bizden başka insanları öldürmek.”
Konuşan üye, meydanlarda ders verip duran kaçık Profesör’ün hayranlarından genç Sokti’ydi. Erous, bu adamın musallat olmasını istemediğini düşünerek, konuyu değiştirdi.
“Peki buraya ne için geldiniz?”
“Size yardım etmek.”
“Yardıma ihtiyacımız yok.” Erous, düşman olmadıklarını söyleyen bu Makinelere karşı artık otoritesini hissettirmek istiyordu. Ciar’ın, Aeg ve dolayısıyla Falkan Medeniyeti’nin beşiği olan şehrin konsey başkanı olarak buna hakkı vardı.
“Herkesin yardıma ihtiyacı vardır,” dedi Makine.
“Peki neymiş bu yardım?”
“Yüzeye inmek.”
İşte bu defa, Erous’un arkasında resmen kıyamet koptu. Sevincinden korkusuna, merakından öfkesine her türlü duygu vardı bu kıyamette.
“Susalım!” diye bağırdı Erous arkasına, konseyin gergin anlarda kendini kaybetmesi onun sinirini bozuyordu. Hızlıca bir unvan düşündü: “Saygıdeğer Makineler; yüzeyde yaşamamız imkansız.”
“Neden?”
“Ölürüz.”
“Neden?”
“Bir, yüzeyin kalabalığı içinde rahatlıkla uçamıyoruz. Onun için biraz fazla büyüğüz. Diğer hayvanlar gibi bizi saklayacak bir desenimiz yok. Onların dört bacakları var –sizin gibi- bizimse iki bacak iki kanadımız. Haliyle, sadece bacaklarımızla avlanabiliyoruz ve kendimizi savunabiliyoruz. Ancak, rahat uçamadığımız için avlar rahatlıkla bizden kaçıyor, avcılar da kolaylıkla yakalıyor. Tuzak dersen, rengimizden dolayı ağaçların arasında da, toprağın üstünde de kabak gibi ortada kalıyoruz.”
“İşte bu konuda yardım edeceğiz.”
Erous tüm dikkatini Makineye vermişti. “Neden? Yüzeye gitsek bize ne avantajı olacak?”
“Ben biliyorum.”
Makine de, üye Erous da gözlerini sesin geldiği yere dikti. Kubbe pencerelerinin birinin altında, gölgelerde kalmış bir falkandı konuşan.
“Yorumunuzu duymak istiyorum,” dedi Makine, ancak Nevoy cevap veremeden Erous öfkeyle seslendi.
“Kim olduğunu belirt!”
Makine, yıldız parıltılarını tekrar Erous’a çevirdi. “Sizden biri değil mi?”
“Hayır… Yani evet… Konseyden değil.”
“İlginç. Biz konuşmaya başladığımızdan beri orada oysa ki.”
Erous muhafızlara suçlayıcı bir bakış attı. Tabi bu biraz haksızlıktı, adamların bütün bu olanların arasında görevlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmeleri beklenemezdi.
“Falkan,” dedi Makine tekrar Nevoy’a bakarak, “yorumunu merak ediyorum.”
Nevoy yumuşak bir şekilde tünediği yerden aşağı indi.
“Her açıdan bizim için daha iyi olacak.”
“Detaylandır.”
Makinenin bu emreden tonu Nevoy’u germişti. Yine de belli etmeden devam etti. “Bakın, sayın üyeler ve Makineler, ben hiç yüzeye inmedim. Tamamen duyduklarım ve ağaçların üstünde yaşadığım kadarıyla konuşuyorum. Yüzey, tüm vahşi hayat tehditlerinden arınmış olarak düşünülürse, herhangi bir şehrin kurulması için çok daha kolay. Sebepleri basit: Öncelikle, asırlık ağaç gibi bir sınırlamamız olmayacak. İstediğimiz her yere şehir kurabiliriz, tabi teoride. Kaynaklara ulaşımımız çok daha kolay olacak, ayrıca şehirlerimiz için oduna mahkum kalmayacağız. Yüzeyde odundan çok daha dayanıklı ve bakımı çok daha kolay malzemeler bulabileceğimizi okumuştum.
“Bir nokta daha var: Şehirlerimiz, biz farkında olsak da olmasak da, gökte sürekli meydana gelen acımasız fırtınalardan, yağmurlardan, yıldırımlardan korunabileceğimiz şekilde tasarlandı. Bu, hem şehirlerimizin boyutunu, hem şeklini hem de kapasitesini sınırlandırıyor. Bu olayların etkisi yüzeyde çok çok aza inecektir.”
Erous, bu yabancı falkanı dinlemişti. “Bütün bunları nereden öğrendin?”
“Okuyarak. Gezerek. Bilmiyorum, öğrendim işte.”
“Hmm.”
Makine de dikkatle dinlemişti. “Falkan,” dedi, “yorumun büyük ölçüde doğru. Normal bir falkanın bilemeyeceği kadar bilgiye sahipsin bu konuda. Bunun sebebinin muhtemelen özel ilgin olması.” Makinenin düşüncesi doğruydu. “Bunun yanında,” diye devam etti, “bizim… bilimimizde, medeniyetlerin gelişmesi için en uygun ortamın yüzey olduğunun, güvenilir yöntemlerle yapılmış kanıtları vardır.”
“Evet,” dedi Erous, “hem bu adamın hem de siz Makinelerin dediklerine katılıyor ve inanıyorum, lakin hala çözmemiz gereken sorunlar var yüzey ile ilgili. Bakın, yüzeydeki tüm avcıları öldürecek bir planınız yoksa, ya da ağaçları yok edip bize tamamen düz, geniş bir alan açmayacaksanız, dediğinizi gerçekleştirmemiz imkansız.”
“Daha iyi bir fikrimiz var,” dedi Makine.
“Dinliyoruz?”
“Size kol vereceğiz.”
“Ne vereceksiniz?”
“Kol.” Makine, üstteki iki bacağını kaldırdı. “Bizim, üstteki bacaklarımıza –daha doğrusu uzuvlarımıza- verdiğimiz isim. Onların ucundaki ayak benzeri şeyler de, el.”
“Siz… Tanrı mısınız?”
Erous, arkasına sert bir bakış attı. Yine aynı, hurafelere inanan üyeydi.
“Hayır,” dedi Makine, “biz Tanrı değiliz. Ama kainatta bulabileceğiniz Tanrıya en yakın şeyiz.”
Erous, Makinenin bu cevabı karşısında afalladı. “Bu kelimenin anlamını biliyor muydunuz?”
“Elbette. Tanrı kavramı, pek çok düşünebilen türün akıl sağlıklarını korumak için zorunlu olarak ürettikleri popüler bir kavram. Sizde bu kadar az yaygın olması dikkatimizi çekmişti. Ama hayır, biz Tanrı değiliz.”
“Peki,” dedi Erous, “bu kollar ne işe yarayacak?” Kolları onlara nasıl verecekleri sorusunu pas geçmeyi tercih etmişti.
Konuşan Makinenin arkasındaki sessiz Makinelerden biri öne atıldı, konuşanı boynundan kavradı, “elleri” ile sıktı ve kolları ile yukarı kaldırdı. Konuşan Makine hiç istifini bozmamıştı.
“Yüzey avcılarının çok büyük bir kısmı, buna benzer yöntemlerle avlanırlar,” dedi konuşan Makine. “Sizin, bunu yapabilecek kadar becerikli ve güçlü organınız, bacaklarınız. Çünkü sizin üst uzuvlarınız –kanatlarınız- hareketinize yardımcı oluyor, alt uzuvlarınız ise boşta kalıyor. Yüzeydeki kanatsız avcılar ise ya bizim gibi alt uzuvları ile hareket edip üst uzuvları ile avlanıyor, ya da normalde dört uzvu ile birden hareket edip düşman gördüklerinde üst uzuvları ile kendini savunup alt uzuvları ile dengelerini koruyor.” Makine, anlaması için Erous’a zaman verdikten sonra devam etti. “Sizin yüzeyin engelleri arasında rahat hareket etmenizin tek yolu, bacaklarınızı hareket için kullanmak. Ancak o zaman da avlanmak ve kendinizi korumak için boşta uzvunuz kalmıyor. Kanatlarınız bunu becerecek kadar güçlü ve özelleşmiş değil. Avcıların bir kısmının yaptığına benzer şekilde, düşman görünce kanatlarınızla havalanıp, dengedeyken bacaklarınızla saldırmaya çalışsanız bile, onlar kadar etkili olamazsınız.” Bir kez daha duraksadı. “Mesajı aldığınızı zannediyorum?”
Erous almıştı.
“Dahası,” diye devam etti Makine, “bu elbette bir yan kazanç, ancak, ayaklarınız göz hizanızın çok altında. Ayaklarınızı alet yapımları için kullanıyorsunuz, ama rahatlıkla göremediğiniz için bu işlem çok daha verimsiz oluyor. Ayaklarınızın boşta kalması için alet yaparken kanatlarınıza havada asılı kalmanız gerekiyor, bu da gereksiz bir enerji –yani bir şeyler yapabilmenizi sağlayan, kendi içinizdeki kaynağınız- sarfiyatına sebep oluyor. Elleriniz olunca ise böyle bir problem olmayacak. Bu, alet yapımına elverişli ellerin oluşması, pek çok türün kültürel ve teknolojik ilerlemesine inanılmaz katkıda bulunmuştur.”
Erous düşünüyordu. O kadar çok soru vardı ki aslında sorulacak… Sürekli bahsedip durdukları “diğer türler” kimlerdi acaba? Aeg’de bildiklerinden başka şehirler de mi vardı? Yoksa bunlar da, Makineler gibi yıldızlarda mıydılar? Ellerin “oluşmasından” bahsetmişlerdi, bu oluşma nasıl olmuştu? Ya Makineler neden onlara yardım etmek istiyorlardı? Bütün bu soruları aklının bir köşesine not alarak, konuyu değiştirmemek adına başka bir şey sordu:
“Peki, bize nasıl kol yapmayı planlıyorsunuz?”
Makine, her zamankinden daha soğuk bir tonla konuştu. “Size kol makineleri bağlayarak.”
Odada sessizlik oldu.
“Yabancı geldiğinin farkındayız,” diye devam etti Makine, “ama oldukça basit bir işlem. Detaylarını, anlamayacağınız için anlatmıyoruz. Basitçe, kontrol edebileceğiniz bir tür kıyafet gibi düşünebilirsiniz.”
Erous hayal etti: Makinelerin kollarına sahip bir falkan… Gerçekten böyle bir şey yapabilirler miydi?
“Ancak,” dedi Makine, “bir gönüllüye ihtiyacımız var. Bu uygulamanın öncülüğünü yapacak ve diğer falkanlara tanıtacak bir gönüllü…”
“İşte bu şekilde, Makineler Nevoy’u seçtiler ve onu, tüm falkan halkına Elçileri olarak tanıttılar. Genel kabul gören algı, bu şekildedir. Ancak Nevoy’un doğduğundan beri Makinelerin gözetiminde olması gibi bir durumun olmadığını öne süren tarihçiler, ilk karşılaşmada Nevoy’un gönüllü olarak kendisini gösterdiğini iddia ederler. Bu da, kayıtlarını bulmakta zorlandığımız bir olaydır.
“Sonuç olarak Elçi Nevoy, ilk makineleştirilmiş falkan olmaya hak kazandı. Onu, kol destekleri takan diğer falkanlar takip etti. Kol desteklerinin, vücuda minimum müdahale ile takılabildiğini düşünüyoruz. Muhtemelen sadece derinin bir kısmı kesiliyor, oraya kol takılıyor, sağ ve sol kol basit bir mekanizma ile birbirlerine bağlanıyordu. Bir de, kontrollerini sağlamak için omurgaya ufak bir giriş ekleniyor olabilir. Yine de, bu küçük operasyon bile o zaman cerrahi tedaviler ile neredeyse hiç tanışmamış falkanların gözünde muhtemelen epey büyük bir şeydi.
“Ancak sonuç olarak, kısa süre içinde bütün falkanlar makine kollarla donatılmıştı. Böylece, Makinelerin bize verdiği amacı gerçekleştirme vakti geldi: Bir yüzey uygarlığı.
sonuna kadar çok güzeldi sadece tanrı kavramı ile ilgili düşünceniz rahatsız ediciydi ama zaten bilim kurguda genel görüşü yansıtmışsınız. Bu batı felsefesinden sıkıldım artık daha üst seviyede bir bilince erişip Allah’ı bilim kurguya yedirecek yeni nesil yazarlar çıkmasını dilerim