O gün, gezegene inişimizin on dördüncü günüydü. Son birkaç gündür yaptığımız gibi örnek toplamaya çıkmıştık. Aslında geçtiğimiz otuz yılda bu gezegenden robotlar aracılığıyla birçok örnek toplanmış ve Dünya’ya getirilmişti. Bu örnekler buradaki koşullar hakkında yeterince fikir edinmemizi sağlamış ve bizi buraya taşıyan yolculuğu mümkün kılmıştı. Yine de, buraya gelirken içerisinde laboratuvarı olan özel bir gemiyle gelmek istedik. Böylece robotların gidemediği yerlere gidecek ve onların ulaşamadığı noktalardan örnek toplayabilecektik. Gemi içerisinde bir laboratuvarımızın olmasının en güzel yanı, aldığımız örnekleri derhal analiz edebilmemiz ve bu sonuçlara bağlı olarak yeni araştırma kararları alabilmemizdi.
Dün çalıştığımız bölgede karbon elementi ile aynı grupta yer alan germanyuma rastlayınca bu bölgenin daha önce araştırılmamış olmasına çok üzüldük ve fikrimizi dünya ile paylaştık. Onlardan gelen onayla birlikte bugün o bölgedeki tepelere yoğunlaşmaya karar verdik. Bu tepeler, gezegende gördüğümüz diğer birçok yerden farklıydı. Özellikle renkleri sıra dışıydı. Maviyi andırıyordu. Bu mavilik bana bakır sülfat çözeltisini hatırlatıyordu. Bakır sülfat, içerisinde yüksek miktarda oksijen içeren bir moleküldü. Onun burada var olma ihtimali imkânsıza yakındı. Yine de o rengi görüp bakır sülfatı düşünmemem pek mümkün olmuyordu.
İnceleyeceğimiz tepe çok büyük değildi. Bu tepenin altında çok sert duran kayalar vardı. Kayaların yüzeyinden örnek toplamak için robotlarımız uygun ekipmana sahip değildi. O yüzden daha önce buradan edinilmiş hiç örneğimiz yoktu. Ama biz getirdiğimiz sivri gereçlerle buradan az da olsa örnek alabilmeyi başardık.
Gemide üç kişilik bir takım olarak bulunuyorduk. Her gün aramızdan iki kişi örnek toplamaya çıkıyor, diğerleri gemide bekliyordu. Her birimiz gemiyi kendi başımıza kullanabilecek bilgiye sahiptik. Ancak araştırma dallarımız biraz farklılık gösteriyordu. Ben daha fiziksel-mekanik özellikler üzerine eğilirken (ne de olsa fizik mühendisliği lisansı yapmıştım), benimle örnek toplamaya çıkan İzel de mikroskopta topladığımız malzemelerin yapısını inceliyordu. Elementel analizi ise diğer arkadaşımız Jacob gerçekleştiriyordu.
O günkü örnekleri toplayıp gemiye döndüğümüzde bizi gemide bekleyen Jacob günümüzün nasıl geçtiğini sordu. “Olağan bir çiçek toplama günü,” diye esprili bir şekilde karşılık verdim. Onunsa yüzü asıktı. Sanırım artık yolculuğumuzdan sıkılmıştı.
Bu çiçek toplama esprisini, örnek toplamaya çıktığımız ilk gün ben başlatmıştım. Bunun üzerine gezegene bahçe, gemimize ev ve birbirimize kardeş dememiz de olağan hâle geliyordu. Dün Jacob’la örnek toplamaya çıktığımızda, artık çiçek değil çöp topluyormuş gibi hissettiğini söylemişti bana. Dolayısıyla biraz önce verdiğim cevap onunla aynı hisleri hâlâ taşımıyor olduğumun bir kanıtıydı. Bu onu ayrıyeten rahatsız ediyor olmalıydı. Bugün onun dinlenme günüydü. Dinlenme günlerinde yemek hazırlama, atıkları organize etme ve sosyal aktiviteleri düzenleme gibi işler yapılırdı. Jacob da bu işlerle ilgilenmek üzere yanımızdan ayrıldı.
İzel ile bahçeden eve gelmenin tüm gerekliliklerini yerine getirdikten sonra örneklerle çalışmaya başladık. Ben yoğunluk, renk şiddeti, fiziksel dayanıklılık gibi değerleri ölçüyor ve not ediyordum. İzel ise aldığı parçaları mikroskop altında gözleyip fotoğraflar çekiyordu. Üçüncü örneğini inceliyordu ki biraz tuhaf mırıldanmalar çıkarmaya başladı. Dikkatim dağıldı. Kendi ölçümlerinden kafamı kaldırıp onu izlemeye başladım. Ona baktığımı fark etti ve benimle göz göze geldi. Tuhaf bir hâli vardı. Sanki biri kendisine kötü bir şaka yapmıştı. Öylesi bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu.
Biraz korktum. Gözleriyle örneği işaret etti. Ben de örneği gösteren mikroskop kamerasına baktım. Rengi dışında çok özel bir yan görememiştim. Parmağıyla bir yeri vurguladı. Bir şey kıpırdıyor gibiydi. Mikroskop ayarını büyüterek görüntüyü yakınlaştırdı. Baktığım şeyin ne olduğunu anlayamamıştım.
“Hücre!” dedi.
“Ne?” diye öyle bir bağırmışım ki sesime Jacob geldi. “Neler oluyor? Beni korkuttunuz,” diye serzenişte bulundu.
“Yani dünya bilgisiyle ‘hücre’ diyebileceğimiz bir otonom canlı sistemi. Büyük ihtimalle de can çekişiyor,” diye devam etti İzel. “Oksijensiz bir atmosferde evrildiği için gemi içerisindeki ortam ona pek uygun olmadı tabii,” diye de ekledi.
Jacob’ın kafası karışmıştı. Bense şaşkınlık, korku ve heyecan içerisindeydim. Konuyu biraz anladıktan sonra Jacob, hepimizin aklındaki şeyi söze döktü: “Onu öldürdük mü yani?”
Durumu dünyaya bildirip bildirmemek konusunda kararsızdık. Şu anda elimizde canlı bir şey yoktu. Elimizdeki örnek an itibariyle cansızlaşmıştı. Dünyaya haber verip vermemek üzerine kafa yormaktansa hızlı bir karar vermenin uygun olacağını düşünüp, “Derhal örnek toplamaya çıkmalıyız,” dedim. Kabul ettiler. Bu kez benimle beraber Jacob geldi. İzel elindeki örnekleri incelemeye devam etti. Jacob ile aynı bölgeye gittik. Aynı kayadan biraz daha örnek aldık. Sonra başka kayalardan da örnekler topladık. Hepimiz çok heyecanlıydık. İnsanlığın yüzyıllardır aradığı şeyi, başka bir gezegende yaşamı bulmuş muyduk? Bu inanılmazdı.
Getirdiğimiz örneklerin hiçbirinde ona benzer bir şey göremedik. Ertesi gün ve sonrasında da çokça örnek getirdik. Ama İzel’in hücre diyebileceği bir şeye rastlamamıştık. Bazen ona benzer bir nokta gördüğümüzü sanıyor ama mikroskobun ayarını büyüttüğümüzde onun kayanın yapısından kaynaklanan olağan bir şekil olduğunu fark ediyorduk.
Dünya tarihinin en sarsıcı cinayetini işlemiş olabilirdik. Öldürdüğümüz tek hücreli canlı, bu büyük gezegende başlayacak yaşamın ilk önemli adımı olabilirdi.
Dünyaya haber verme konusunda hâlâ karara ulaşamamıştık. Cinayetimizin yükü onu itiraf etmemizi zorlaştırıyor, keşfimizin büyüklüğü ondan vazgeçmemizi imkânsızlaştırıyordu. Ama bir karar vermemiz şarttı. Arayışımıza devam edeceksek birkaç günlük uzatma talep etmemiz gerekebilirdi.
Bazen kendimizi insanlığa karşı en büyük suçu işlemiş azılı katiller gibi görüyor ve yaptığımız şeyden duyduğumuz pişmanlıkla sessizleşiyorduk. Bazense bir kez canlı üretebilen bir çevrenin benzer bir canlıyı bir kez daha üretebileceği konusunda birbirimizi (ve kendimizi) telkin ediyorduk. Başka zamanlarda ise gördüğümüz şeyin gerçekten canlı olup olmadığı konusunda kuşkuya kapılıyorduk. Hâlbuki İzel o anda atik davranıp video kaydı almayı başarmıştı. O videoları izlediğimizde her şey açıkça ortaya konuluyordu. Eğer dünyaya haber vermeyeceksek bu kayıtları silmemiz gerekecekti.
On yedinci günün sonunda çalışmaktan ve düşünmekten bitap düşmüş hâlde yatağıma uzandığımda aklımdan şu sorular geçiyordu:
Biz, üç küçük iyi niyetli bilim insanı, evrenin bir köşesinde başlayacak olan bir hayatı, araştırma yapmak arzusuyla gerçekten yok mu etmiştik? Dünya dışı bir gezegende filizlenen ilk canlının bizim aldığımız örneklerin birinde bulunma olasılığı neydi?