iksir isyanı

İksir İsyanı | Mümin Can (Kısa Öykü)

Ruhumdan boşanan kan kalbimin mazgallarından vücuduma yayılıyor. Antikalarla ve işe yaramaz metal döküntülerle dolu odanın dibindeki köhne yatağın duvar dibindeki köşesine kıvrılmış yatıyorum. Çıt yok. Gecenin şakacı sessizliğini bozmaya yeltenen yok. Bu işe başlayalı elli sekiz sene oldu. Eskicilikten bahsediyorum. Simya sözcüğünü duymadan evvel sıradan bir eskiciydim. Tek amacım üç kuruşa aldığım demir karyola parçalarını beş kuruşa satmaktı. Ancak dediğim gibi bunlar simya sözcüğünü duymadan önceydi. Sonrası ise çok daha renkli oldu. On yedi senedir simya denilen ilmin gizli koridorlarında bilgeleşmeye çalışıyorum. Maddelerin birbirine dönüşeceğine inanmak isteğiyle başlayan bir saplantıyı bunca yıldır devam ettirmiş olmam size insan ruhunun karanlık köşesi hakkında bir fikir verebilir. Ne de olsa ben bir insanım.

“Eskileer alırım, Eskiciiiii!”

Sokaklarda dolaşırım. Kediler çöplüklerden fırlar sesimden ürkerek. Aldırış etmeden faytonumu sürmeye devam ederim. Evet, doğru duydunuz. Bir faytonum var. Topladığım eskileri yüklediğim, her şeyin daha ahşap ve belki de daha estetik olduğu o çağlardan kalma bir fayton bu. Onu nerede bulduğumu elbette merak ettiniz. Anlatayım hemen.

Simya konusunda araştırmalar yapmaya başlayınca ister istemez şehrin arka sokaklarındaki artık unutulmuş mason localarına düştü yolum. Burada eski sırra haiz bilgelerin yerini artık şarlatanlar almıştı. Ayrıca artık masonlar halk arasında kötü bir şöhrete sahip olduklarından herhangi bir olaya karışmaktan da korkuyorlardı. Onlardan simyaya yahut başka bir gizli ilme dair bir şey öğrenemeyeceğimi anladım. Bu localara uğrayışımın tek kazancı bahsettiğim fayton oldu. Bu fayton bir zamanlar Doğu’nun en büyük mason üstadı olan Aleksander Paşa’nın bizzat kendisinin kullandığı büyülü bir faytonmuş. Esasında büyülü olduğu kısmına pek inanmamıştım. Büyülü olsa bana satmazlardı.

Yatağımın dibindeki küçük sehpanın üzerine koyduğum bir bardak suyu kafama dikiyorum. Bardağın yanı başında duran Halid bin Yezit tarafından yedinci yüzyılda yazılmış Kitab’ül Fihrist’i alıp biraz okuyorum. Sonra tekrar yerine koyuyorum. Artık çalışmaya başlamalıyım. Laboratuvarım beni bekliyor.

Size biraz laboratuvarda ne yaptığımdan bahsedeyim. Antik çağ bilgelerinin dediğine göre evrendeki her madde dört temel elementin farklı oranlarda karışmasından oluşuyormuş. Eğer bu doğruysa her madde içindeki dört elementin oranı değiştirilerek altına dönüştürülebilir. Ben sadece kurşun ya da demir üzerinde çalışmıyorum. Mesela bir domatesi altına çevirmeye uğraşmaktan da hiç sakınmam. Şimdiye dek envai çeşit madde üzerinde akıl almaz deneyler yapmış, yıllarını bu işe adamış bir adamım ben.

Uzun süreler Quinta Essentia’nın peşinde koştum. Öyle havalı durduğuna bakmayın, bildiğimiz beşinci element bu. Çok da bildiğimiz değil aslında. Eskilerin bildiği diyelim. Bu elementi bulmak için verdiğim çabayı zengin olmak için versem Rotschild sülalesini bile satın alırdım. Ama bir türlü bulamadım zıkkımı.

Laboratuvarımda bakır işçiliğinin en usta eserlerinden sayılabilecek antika bir ibrikle annemden kalma cezveyi birleştirerek yaptığım damıtma düzeneğiyle çalışmaya başlıyorum. Buharlar odanın tavanına doğru yükseliyor. Uzakta çalıştırmaya başladığım beşinci element kazanı tıngırdıyor. Gerçi on senedir boşa tıngırdıyor sayılır, sevgili beşinci elementimizden bir iz yok. Ama olsun. Sabır bir simyacının en önemli erdemlerinden birisidir.

“Merhaba,” diyerek birisi odaya giriyor. “Erkenden işe başlamışsın bugün.” Bu benim takıntılı yardımcım Ayhan. Kendisi dalgalı saçlarının dağınık şeklinden tut pantolonun ütüsüne, hatta uykuya karşı bile takıntılıdır. Günde iki saatten fazla uyumayı kafirlik sayan bir mezhebin yolcusuymuşçasına geceleri sokakları arşınlayan bu gizemli yaratığı yardımcım olarak aldığım günden beri bir kez olsun ütüsüz pantolonla işe gelme gafletinde bulunmamıştır. Hafif kambur omzu ileride laboratuara girer girmez muslukları kontrol eder, damlatan varsa iyice bir sıkar, sonra ortalıktaki bütün alet edevatı saf sudan geçirir, tüm bunları yaptıktan sonra dağınık saçlarını bozmaktan korkarak onun için taşralı bir zenginden satın aldığım eski kanepenin üzerine çöker. Öylesine rutin bir adamdır ki asla oturma şeklini dahi değiştirmez. Bazı günler Rönesans dönemi heykellerinden birisiyle beraber çalışıyormuşum hissine kapılırım.

“Sana da merhaba Ayhan.” diyorum. “Dün gece çıkarken cıvayı ocakta unutmuşsun. Bütün hepsi heba olmuş.”

Bizim Ayhan çıldırıveriyor bu sözüm üzerine. Neredeyse heyecandan hoplayıp saçlarının şeklini dahi bozacak duruma gelince acıyorum kerataya.

“Dur ulan, hemen afallama, şaka yapıyorum.” diyorum. Diyorum demesine ya, evhamı tutmuş bir kere. Ortalıkta volta ata ata her yanı kurcalamaya başlıyor.
“Bugün yaşlı bir adam ziyaretime geldi.” diyor bir yandan da. “Delinin tekiydi ama simyayla alakalı bir sürü şey geveledi. Seni arıyor fellik fellik. Tabii deli olduğuna kanaat getirince haber vermedim.”

Meraklanıyorum. Simya ilmiyle uğraşan çoğu adam, işin doğası gereği hafiften sıyırmış olduğundan bu konunun üzerine gitmek en iyisi.

“Adı neymiş? Söyledi mi?”
“Tam hatırlayamadım şimdi bak. Aleko muydu? Dur, dur… Yok değil. Hah Aleksander’dı, şimdi hatırladım. Zavallı dede kendisini paşa zannediyor.”
“Aleksander Paşa’mı?” İşte bu şaşırtıcı bir durum, düşünüyorum mantıklı bir açıklama bulmaya çabalayarak. “O öleli yıllar oldu.”

Ayhan benim ilgime şaşırıyor. Dağınık saçları hareketsiz, ütülü pantolonunun üzerinde ellerini dolaştırarak konuşuyor. Tabii ki ona faytonun sahibinden bahsetmemiştim. Konuşmaya devam ediyor Ayhan.

“Demiştim ya deli diye, bol miktarda gençlik iksiri varmış elinde, o sayede saklanıveriyormuş ölümden, hele laflara gel. Dedim biz de simyanın, dahası tıbbın içinde bir adamız, sen kimi yiyorsun dede dedim.”

Ayhan’ın bahsettiği bu dede harbiden Aleksander Paşa’ysa binlerce bilginin onlarca yıldır uğraştığı gençlik iksiri çoktan yapılmış demektir. Laboratuvarlarında yapılmış bir şeyi tekrar yapmak için uğraşan insanların emeğine acıyorum. Sonra dur diyorum kendi kendime. Belki de bu paşa filan değil, ne belli. Hem gençlik iksiri bu, ölümsüzlük iksiri değil ya. Paşa öleli elli yılı geçmiş olması lazım. Ne iksirmiş ki bu böyle elli yıl adamı ayakta tutmuş.

“Çağır şu adamı da bir görüşelim.” diyorum Ayhan’a. Başıyla onaylıyor. Onaylarken saçının dağınıklığının bozulduğunu göz ucuyla görsem de kalp krizi geçirmesinden endişe ettiğimden Ayhan’a çaktırmıyorum. Her zaman ki gibi mahzun bakıyor.

Dışarı çıkmalı. Eskici faytonuyla şehri dolaşmalı. Tren raylarının, güneşin kızdırdığı asfaltın, toprak yolun üzerinde ilerlemeli; antik eşyalar, sıradan metal parçalar, kırık bisikletler, unutulmuş kitaplar, fark edilmeden eskilerin arasına karışmış yepisyeni mutfak eşyaları, istenmeyen tablolar, on yıl öncesinden kalma gazeteler, çürümeye yüz tutmuş meyve kasaları, ne işe yaradığı belirsiz jetonlar, kimsenin hatırlamadığı çağlardan kalma bozuk paralar, üzerinde sakallı bir prensin resmi basılı banknotlar, bodrumlarda unutulmuş parfümler toplamalı. Maddenin tüm hallerini görmeli, maddenin ruhuna inmeli.

Ceketimi ve faytonumu alıp yollara düşüyorum.

“Eskiler alırım, eskiiiciii!”

Gökyüzünün açık mavisinde güneş maddenin en soylu halini temsil eden kızıllığıyla gülümsüyor. Gülümseyen bir bayrak var üzerimde. Faytonumun eskiyen tekerlekleri yerdeki taşlardan sekerken sokaktaki çocuklar koşarak peşime takılıyorlar. Onlara el sallıyorum.

Bazen felsefe taşının maddenin yapısını değiştirdiği gibi toplumun da yapısını değiştirip değiştiremeyeceğini merak ediyorum. Mesela felsefe taşıyla birlikte toplumu kaynatsak, damıtsak, sokak başlarında artık dilencilerin olmadığı, kimsenin çöplerden beslenmediği, hiçbir çocuğun acı çekmediği, herkes için ideal bir toplum ortaya çıkar mı? Ya da meseleye başka bir açıdan bakmayı denersem, herkes için ideal bir toplum, ideal toplum mudur? Yolculuğa çıkınca böyle oluyorum işte. Kafam allak bullak dolanıyorum. Yol kenarında dinlenen çiçeklere bakıp zihnimi temizlemeliyim.

Yolum bir konağa düşüyor. Bugün şanslı günümdeyim. Pek şaşaalı bir yapı bu karşıma çıkan. Üstelik beni içeriye buyur eden ev sahibi de kibar mı kibar.

“Buralarda böyle güzel bir konak olduğunu bilmiyordum.” diyorum.
“Çok kimse bilmez.” diyor. “Teşkilat istemediği hiç kimseyi konağa yaklaştırmaz.”
“Teşkilat mı?”
“Evet ya, teşkilat. Seni, beni, herkesi Sultan adına izleyen adamlar. Senin kurşunu, bakırı eritirken ne amaçladığını, üniversitelerde batılı fikirlerin peşinde koşturan züppelerin Sultan’a zarar vermek için ne zaman eyleme geçeceklerini bilen adamlar yani.”

Sultan’ın hafiyelikle alakalı bir takıntısı olduğunu bilsem de bu denli güçlü bir istihbarata sahip oluğunu bilmiyordum doğrusu. Şimdi bu adamın karşısında anarşist bir portre çizmekten kaçınmalı, iyi bir Osmanlı beyefendisi gibi görünmeliyim. O yüzden hemen konuşmaya başlıyorum.

“Masonların, Yahudilerin, nihilist Rus ajanlarının ve de sinsi İngiliz emperyalizminin Sultan’ımızı tahtından etmek için kışkırttığı bu zavallı gençleri adım adım izlemeniz insanlık için gerçekten çok mühim bir mesele. Sizin ve Sultan’ımızın sağlığını korumak ve devlet hazinesini güçlendirmek için tam on yedi senedir Cabir bin Hayyan ustamızın simya ve İbni Sina ustamızın tıp ilimleriyle meşgul olduğumu belirtmek isterim.”

Bütün devlet adamları gibi konağın sahibi olan bu zat da yalakalıktan çok hoşlandığı için hemen yağları eriyiveriyor. Masonlarla yaptığım görüşmelerden ve bu görüşmelerin onları çökertmek amacıyla aralarına sızmak için yapılmış olduğundan dem vurup ardından Sabetaycı bir anarşist yapılanmayı nasıl tek başıma etkisiz hale getirdiğime dair başka bir hikayeye geçiyorum. Tüm bu anlattıklarımdan hoşlanan adamın garip bir bakışı var. Sanki beni çok iyi tanıyormuş gibi bakıyor.

Bütün yalakalığımla kendimi sevdirdiğim –ya da öyle zannettiğim- ve adının da Müntesip Efendi olduğunu öğrendiğim ev sahibi beni yemeğe davet edip paşalara layık bir sofra hazırlatıyor. Önce devletin bekası için dua edip ardından saldırıyoruz yemeklere. Gümüş tepsiler içerisinde getirilen sülünün butlarını paylaşıyoruz. Adını bilmediğim bir Asya çorbası içiyoruz. Fransız mutfağının ilginç yemeklerinden tadıyoruz. Anadolu’nun bin yıllık kültürle yoğurduğu hamur tatlılarıyla kendimizden geçerken, bir yandan da kımıza benzer bir şeyler içip duruyoruz.
Yemekten sonra hayatım boyunca oturduğum en rahat döşeklerden birinin üzerindeyken Müntesip Efendi soruyor.

“Bir konuda Teşkilat’a yardımcı olmak ister misin?”

Bunun aslında bir soru olmadığını biliyorum. Saraylı adabıyla emrini sorarak veren bir adam var karşımda.

Verebileceğim yegane cevabı verip kurtuluyorum.

“Elbette.”
“İyi.” diyor. “Senin de bildiğin üzere Simya ile uğraşan bir takım adamlar, Masonlar ve onların destekledikleri bir bozguncu güruhu ile birlikte Anadolu’yu karıştırmak peşindeler. Ellerinde bol miktarda gençlik iksiri var, bununla Anadolu’yu gezip yaşlı insanlara bundan içirerek buradaki insanları etkileyip müritleri haline getiriyorlar. Üstelik bir takım ecnebi yayınlarını da masum Anadolu insanının zihinlerini bulandırmak maksadıyla köylerin meydanlarına bırakmaktalar. Uzun süre bu bozguncuların izini sürdükten sonra bunların akıl hocalarının kim olduğunu bulduk.”
“Kimmiş?”
“Aleksander Paşa diye bir adam. Eski bir mason üstadı. Nüfus kayıtlarında ismi yok. Ölü gözüküyor.”

Şaşırmış gibi yapıyorum. Aleksander Paşa meselesi demek gerçekten doğruymuş. Anadolu’da karışıklık çıkarmaya çalışmak fikrini takdir ediyorum. Ben de Sultan’ın ancak Anadolu merkezli bir muhalefetle yıkılabileceğini bilenlerdenim. Zaten karşımdaki Teşkilat reisinin paçalarının tutuşmasının sebebi de bu. Anadolu saatli bir bomba gibi tıkırdıyor. Masonların bu işe el atmış olması ortalığın karışacağını gösteriyor.

“Peki, benden istediğiniz nedir?” diye soruyorum.
“İkna tabii ki; onu ikna etmeni istiyoruz.”
“İyi de,” diyorum, “Doğu’nun en büyük masonlarından birisi beni neden dinlesin?”
Müntesip Efendi gülmeye başlıyor.
“Sevgili Rahip Morienus, efendim lütfen artık aramızdaki oyuna bir son verelim. Eskicilik yapan bir simyacı rolüyle yıllardır saklanmanıza göz yumuyoruz. Rahip Morienus ismine bütün gizli cemiyetler arasında duyulan saygıyı hepimiz biliyoruz. Aleksander Paşa’yı ancak siz ikna edebilirsiniz.”

Karşımdaki adamın delirip delirmediğini merak ederek yüzüne bakıyorum.

“Neden bahsettiğinizi anlayamadım.” diyorum. “Ben bildiğiniz üzere eskicilik ve simyacılıkla uğraşan sıradan bir adamım. Rahip Morienus dediğiniz adam ise bundan bin iki yüz yıl önce yaşamış, hatta gerçekten yaşamış olduğu bile kuşkulu bir efsane. Tarih okumuyorsunuz sanırım.”

“Hadi ama,” diye araya giriyor Müntesip Efendi, “sevgili Rahip gençlik iksirini icat ettikten sonra bin yıl yaşamış olmanız mı şaşırtıyor sizi, bakın icat ettiğiniz o sıvı kötü emeller için kullanılıyor, bunu durdurmanız gerek.”
“Neee!” Bağırışımla birlikte yandaki hizmetçilerden biri korkuyla zıplıyor. “Gençlik iksirini ben mi icat etmişim? Peki, bundan benim niye haberim yok?”
“Orasını bilemem efendim, bu kadar çok yaşayınca insanın kafası karışabilir takdir edersiniz ki.”

Gerçeği söylemek gerekirse kafamın içinde binlerce sinek varmış gibi hissediyorum. Her şey bulanıklaşıyor. Rahip Morienus olduğumu düşünmeleri gerçekten gurur verici olsa da bunun doğruluğuna ihtimal veremiyorum. İnsan kendisinin kim olduğunu bilir öyle değil mi? Hele bin yıl yaşamış biri olma fikri tüylerimi ürpertiyor.

“Peki,” diyorum, “Madem ki ben Rahip Morienus’um, o halde beni neden işkenceyle konuşturmaya, gençlik iksirini zorla bana yaptırmaya çalışmıyorsunuz.”
“Elbette bu yöntemleri biz de düşündük,” diyor, “ancak sizin gibi bir şahsiyete kaba davranmak istemiyoruz, ayrıca bizim amacımız gençlik iksirini ele geçirmek değil, bulup yok etmek, yeniden üretilmesini engellemek için sizi öldürmek de işe yaramaz, çünkü çoktan yapımını başkalarına öğretmişsiniz. Ayrıca sizi öldürürsek gizli putperest örgütlerin başına merhametten yoksun bir kafir olan Kont Drakos geçecek. En azından siz makul bir adamsınız. Sizinle işbirliği yapıp anlaşabileceğimizi düşünüyoruz.”
“Çok ilginç.”
“Evet, Teşkilat’ı hafife almayın efendim.”

Bu görevi kabul etmekten başka çaremin olmadığı aşikar.

“Aleksander Paşa’yla görüşeceğim.” diyorum. “Anlaşılan bu olanlara mantıklı bir açıklama getirebilecek kişi o.”
“Onu ikna edin.” diyor. “Üç gün içerisinde Anadolu’daki bozguncu faaliyetlerin durmaması halinde aramızda büyük sorunlar çıkabilir. Sultan’ın sabrı taşmak üzere, bunu aklınızdan çıkarmayın.”

Faytonuma atlayıp konaktan ayrılıyorum. Teşkilat’ı temsilen Müntesip Efendi bana bir tür ferman veriyor ayrılmamdan evvel. Bizzat Sultan’ın emriyle kaleme alınmış fermanda şöyle yazıyor: “Sayın Rahip Morienus, Devletin ve milletin koruyucusu yüce Sultan’ımızın düşmanı olan putperest, anarşist, mason örgütlerin Anadolu’da karışıklık çıkarmalarını durdurmanız halinde aklınızın alamayacağı şekilde ödüllendirileceksiniz. Aksi takdirde ise Büyük Devlet’imiz gereken kişilere gereken cezaları verecektir.”

Evime vardığımda Ayhan’ın çoktan Aleksander Paşa’yı bulup getirdiğini görüyorum. Aleksander Paşa gördüğüm kadarıyla epey kısa boylu, sakalı yer yer ağarmış, elleri titreyen zayıfça bir adam. Oysa ben gücün sembolize edildiği bir babayiğit bekliyordum. Zihnimin bu tuhaf idealizmine gülüp geçiyorum. Çünkü gücün insanları yozlaştırdığını biliyorum. Sonra bu gözle karşımdaki beyefendiyi daha bir sevimli bulduğumu söylemeliyim.

“Ayhan bizi biraz yalnız bırakabilir misin? Senin iyiliğin açısından konuştuklarımıza kulak misafiri olmaman daha iyi olur.”

Ayhan her zamanki rutin adımlarıyla çıkıyor. Aleksander Paşa’ya “Hoşgeldiniz.” deyip elini sıkıyorum.

“Hoşbulduk efendim.” diyor ve saygıyla elimi öpüyor. Aslında elimi öpmek için uzandığında elimi çekmeye çalışıyorum ama ısrar ederek kazanan o oluyor. Böylece Aleksander Paşa’nın da benim Rahip Morienus olduğumdan kuşkusu olmadığı anlaşılıyor. Rahip Morienus oluşumdan tek kuşku duyan benim galiba.

“Dışarıdaki faytonu fark etmişsinizdir.” diyorum. “İsterseniz giderken götürebilirsiniz. Size aitmiş eskiden.”
Hemen kızarıyor. “Olur mu efendim öyle şey?” diyor.

“Şu an çok kafam karışık. Sorularımın cevabının sende olduğu fikrindeyim. Bana her şeyi anlatmanı istiyorum. Mümkün mü?”

“Hemen anlatayım efendim.” derken titreyen ellerini birleştiriyor. “Bundan yaklaşık elli yıl evvel sizinle tanıştım. O zamanlar takdir edersiniz ki mason locaları epey mühim yerlerdi. Pek çok ünlü simyacı, büyücü, cadı, siyasetçi ve de asker buralara uğrardı. Bir gün siz kapıdan girdiniz. Sizinle tanıştığım o gün hayatım için adeta bir dönüm noktası oldu. Bana masonlukla filan aydınlanamayacağımı söyleyip insanlığı kurtarma planınızı ve simya hakkındaki engin bilginizi aktardınız. Gençlik iksirinin nasıl yapıldığını bana anlatıp gerçekte bin yıldır yaşıyor oluşunuzu ve tarih kitaplarında Rahip Morienus olarak geçen büyük bilgenin ta kendisi olduğunuzu anlattınız. Bana vereceğiniz her türlü görevi yapmaya hazırdım.”

Aleksander Paşa konuşmasına mola veriyor, bir bardak su rica ediyor, ricasını yerine getiriyorum.
“O zamanlar epey hareketli günlerdi. Sizin Rahip Morienus olduğunuzu öğrenmeleri halinde muhtemelen asılacak yahut işkencelere maruz kalacaktınız. Bunun için kimlik değiştirmeye karar verdiniz. Bin yıldır yaşayan bir insan olduğunuz için öngörüleriniz epey gelişmişti. Yapmayı planladığınız ayaklanmayı elli yıl sonra yapmaya karar verdiniz.”

“İyi de,” diyorum, “neden Rahip Morienus olduğuma dair hiçbir şey hatırlamıyorum.”
“Çünkü,” diye cevaplıyor Aleksander Paşa, “Kendi hazırladığınız bir hafıza değiştirme iksirini kafanıza diktiniz.

Çünkü saklanmak için en iyi yolun kim olduğunu bilmemek olduğunu düşünüyordunuz.”

“Hafıza değiştirme iksiri mi?” Benimle dalga geçip geçmediğini anlamak için karşımdaki adamın yüzünü inceliyorum. Gayet ciddi görünüyor.
“Evet efendim, hafıza değiştirme iksiri sizin bundan iki yüz yetmiş dört yıl evvel icat ettiğiniz bir iksir. Hatta siz kendiniz hayatınızın üç yüz yirmi dört yılını bu iksire harcadığınızı söylediniz.”
“Ne yani bu iksiri içen kişinin hafızası mı değişiyor?”
“Bir tür hafıza transferine aracılık ediyor bu iksir. Öncelikle ölmek üzere olan ancak çok da yaşlı olmayan bir hasta bulduk sizin için. Ne yazık ki bu adamı insanlığın geleceği için öldürmemiz gerekti. Eskicilik yaparak geçimini sağlayan ve çok da bilinmeyen bir adamdı. Bu adamın beynini alıp laboratuarınızda günlerce çalıştınız. Sonra kendi ifadenizle beyinden elde ettiğiniz hafıza özütüyle iksiri karıştırdınız.”
“Sonra da bu iğrenç şeyi içtim mi?”
“Bunu içmeden evvel sizin kendi hafızanızı sıfırlayacak başka bir sıvıyı içmeniz gerekiyordu. Öncelikle onu içtiniz.

Sonra biz de artık hafızasız olan size iksiri içirdik. Böylece sizi bıraktığımız evde bir eskici olarak uyandınız. Ne var ki eski hafızanız tam olarak silinmemiş olacak ki, eskici olarak dahi simya ile ilgilenmeye devam ettiniz. Yıllarca sizi izleyip kontrol altında tutarak size zarar gelmesini önlemeye çalıştık.”
“Bu masala inanmamı beklemiyorsun öyle değil mi?” diye soruyorum.
“Benim görevim şu anda sizi inandımak değil efendim.” şeklinde cevap veriyor Aleksander Paşa.
“Neymiş görevin?”
“Hafızanızı yerine getirmek.”
“Nasıl yapacaksın bunu?”
“Çok basit. Bizim ve sizin gibi iksir ilmiyle uğraşanların çalışırken çok dikkat ettiği bir husus vardır. Her zaman zehrin yanında panzehir de hazırlanır.”
“Ortada zehir yok ki.”
“Hafızanızı sıfırlayan sıvıyı zehir olarak düşünün. Bu durumda panzehir de yine sizin hazırladığınız ve hafızanızı tekrar beyninizde aktif hale getirecek olan sıvı oluyor. Yani şu anda çantamda bulunan şeyden bahsediyorum.”

Çantasından kırmızı bir şişe çıkarıyor. Bana uzattığı şişeyi alıyorum. İçip içmemekte kararsızım. Ancak merak üstün geliyor. Kafama dikiyorum, fondip yapıyorum.

Bulanıklık. Soğuk ve üşüyorum. Vücudumu saran karıncalanma hissini garip bir sarhoşluk takip ediyor. Neredeyim? Etrafa bakıyorum. Burası benim evim. Eskici olan benim yani. Elli sekiz yıl evvel başlayan eskicilik hayatımda kaldığım ev. Ondan önce Rahip Morienus’tum. Yüzlerce yılın anısı hafızama doluveriyor. Hem eskicinin hafızası hem Rahip’in hafızası, ikisi üst üste binmiş durumda. Ancak hiçbir şey karışık değil. Her şey olması gerektiği gibi. Paşa’ya dönüp gülümsüyorum.

“Merhaba, Paşa. Görevini başarıyla yerine getirdin. Sana zamanında paşa unvanı verilmesinin tesadüf olmadığını kanıtladın. Ancak senin de bildiğin gibi ayaklanmadan sonra unvanlara yer olmayacak.

Paşa hemen onaylıyor.

“Evet efendim, sizin de dediğiniz gibi bütün unvanlar kalkacak.”
“Diğer görevlerini yerine getirdin mi?”
Paşa kendisinden emin bir halde saymaya başlıyor.
“Kont Drakos bir saat evvel bir fedaimiz tarafından öldürüldü. Sultan’ın sarayında kaldığı odanın altına yerleştirdiğimiz saatli bomba bir dakika sonra patlayacak. Emrimizdeki tüm mason locaları dün kapatıldı. Bağlantımız bulunan tüm gizli örgütler kendilerini feshettiler.”
“Anadolu’daki ayaklanma ne durumda? Başarısızlığa uğrama gibi bir ihtimal var mı?”
“Hayır, efendim, zaten Anadolu isyan konusunda epey tecrübeli insanlarla dolu. Yıllardır sizin özgür bireyler olarak nasıl yaşanacağına dair fikirlerinizi onlara aktarıyoruz. Ayaklanma öyle bir noktaya geldi ki artık durdurulması imkansız. Doğacak kargaşayı fırsat bilip halkı yönetimi altına alabilecek tüm nüfuzlu kişiler fedailerimiz tarafından öldürüldü.”

Dışarıdan bir bomba sesi geliyor. Sarayın evimize pek uzak olmadığını hatırlıyorum. Artık Sultan yok. Sadece infilak etmiş bir beden ve sahipsiz, ihtişamlı bir saray var.

“Birazdan insanlar sarayı yağmalamaya başlarlar.” diyorum. “Peki son görevimiz ne biliyor musun?”
“Hayır efendim.”
“Son görevimiz kendimizi yok etmek.”

Paşa birazcık şaşırsa da tereddüdünü yeniyor. Yine de sormadan edemiyor.

“Neden?”
“Çünkü,” diyorum, “yeni kurulacak dünyada liderlere yer yok, masonlara ihtiyaç yok, sana, bana ve iksirlerimize, gizli örgütlerimize, kapalı kapılar arkasında insanları yönetecek kişilere ihtiyaç yok. Biz liderlik alışkanlıklarımızdan, güç ve otorite hırsımızdan vazgeçemeyeceğimizi öngörerek kendimizi feda edeceğiz. Kabul ediyor musun?”
Evet anlamında başını sallıyor.

“O halde laboratuardan iki şişe zehir getir. Laboratuvarımızla yaşadık, onunla ölelim.”
Paşa’nın getirdiği zehirlere bakıyorum. Ölmeden evvel dünyaya bir not bırakmak lazım olduğuna karar kılıyorum. Kendim için bir tane, Paşa için de bir tane kağıt bulup geliyorum. Dünyaya son sözlerimizi birlikte yazıyoruz.
Sonra “Aynı anda.” diyorum. İki el masaya uzanıyor. Zehir dolu şişeler kafaya dikiliyor. Bulanıklık. Derin bir huzursuzlukla vücudum sarsılıyor. Ardından her şey kararıyor.

Bir Saat Sonra

Ayhan, kapıyı açıp içeri girdiğinde karşılaştığı manzara karşısında dili tutulmuş bir vaziyette, saçının bozulmasına, pantolonun kırışmasına aldırış etmeksizin koşuyor. Masaya kafalarını koymuş iki ceset var. Ortalarında da iki mektup duruyor. Ayhan, ustasının önünde bulunan mektubu alıp okumaya başlıyor.

“Bu satırlar Halid bin Yezit’in ve daha onlarca simya üstadının hocası olan, yedinci yüzyılda doğmuş ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarına dek yaşamış olan Rahip Morienus’un insanlığa son sözleridir. Bin yıldan fazla bir süre, maddeler üzerinde çalıştım ve bu kadar süre içerisinde içimdeki hükmetme arzusunu yenmek için çok çaba sarf ettim. Anladım ki güç, köleliği ortaya çıkaran bir olgu. Kendimi ortadan kaldırma sebebim, içimdeki güç arzusunu yok etme girişimi olarak hatırlansın. Kendimi öldürmeden evvel siz insanlara gençlik iksirinin formülünü bırakacağım. Hafıza değiştirme iksirini de bırakmak isterdim ancak onu kötü emeller için kullanabilecek güç arzusuna yenik düşmüş insanlar çıkabileceği için bırakmıyorum. Gençlik iksiri şu şekilde yapılır. Quinta Essentia’yı al, içerisine bir ölçü kurşun, iki ölçü cıva, üç ölçü bakır koy, iki saat mor alevde kaynat. Sonra ortaya çıkan özütü yağmur suyuyla seyrelt. Ardından afiyetle iç. Elveda Simya, elveda iksirler, elveda madde, elveda Dünya.”

Görsel

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

intihar

İntihar | Sa Bahattin (Kısa Öykü)

Bu, yedinci intihar girişimim. Bu kez kendimi trenin önüne attım, yine de ölemedim. Aslında, ilk …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin