iki kizi yabani at

İki Kızıl Yabani At | Nur İpek Önder Mert (Kısa Öykü)

Acı yeşil renkli, gümüş çıtalı otonomil, bir klasiğe yakışır şekilde, havada süzülen diğer araçların aksine şeritli asfaltta ilerliyordu. Arka camına yapışmış iki ufacık el, üç yüz on beşlik Hoosier lastiklerin tozu dumana katışında kaybolurken, geride bıraktığı annesine hüzünle ‘hoşça kal’ diyordu.

Berk, baba görüş günlerinde, eğlenceli vakit geçirmek adına, hiç de ilgisini çekmeyen bir yere gideceğini bilirdi. Ki bu kez, galaksinin en geçimsiz canlısı babaannesi ve didişmekten kendini alamadığı humanoid cici annesi, Leyla da vardı yanlarında. Babaannesini, annesinden bile çok severdi aslında ancak yalnızca baş başa kaldıkları zamanlarda… Baş başayken, sanki aralarına gerili görünmez bir bağla tuhaf şekilde dizginlenir, hayatla onları kavgalı eden tüm keskin duyguları törpülenirdi. Ancak, cicianne, baba ve babaanne kombinasyonu, nereye gidiyor olurlarsa olsunlar Berk’i mutlu etmeyecekti. Belli etmemeye çalışsa da gözlerindeki yıldızlar tümüyle sönmüştü. Daha o yaşta, hayatta mutlu olmaya çabalamaktan daha zoru olmadığını biliyordu.

İçindeki ılık öfkeyi dindirmek için babaannesinin tombul koluna yaslanarak, öndeki iki koltuğun arasından, görmekten zevk alacağı bir şeyler aradı. Güneşin cılız ışıkları, otonomilin amblemindeki şaha kalkmış atı kıpkırmızı boyuyordu. Büyüleyiciydi. Göz karası birer yıldız yutmuşçasına bir anlığına ışıdı yeniden. Babasının kulağında, ebeveynler arasında son dönemde moda olmuş düşfonun açık olduğunu bildiğinden, içinden “Ne güzel canlılar,” dedi “atlar… Keşke bir kez görebilseydim.” Babası itinayla dinledi düşüncesinin sesini, mesajı almıştı: “Bugün sirke götürüyorum sizi! Belki atları da görürüz orada!” Berk, kocaman olmuş su yeşili gözleriyle, sevincini bastıramadan iki elini birbirine çarptı.

“Ay!” dedi alkış sesiyle irkilen Neriman Hanım, “Oğlum, vallahi bir gün beni öldüreceksin! Baban beceremedi, sen öldüreceksin.”

“Hoppala…” dedi Cüneyt, “Konuyu dönüp, dolaşıp bana getirmezsen ölürsün anne!”

“Ölmeyeceğim işte! Başınıza bela olacak kadar yaşadım, bi’ iki yüz sene daha yaşayacağım. Kazık çakacağım bu dünyaya, oldu mu?”

Yapay dimağı sıradışı bir kalıpla karşılaşan Leyla hafifçe Cüneyt’e dönerek, “Kazık… Kazık çakmak… Bulunamadı. Kazık çakmak nedir hayatım?”

Cüneyt ağzını açamadan, Neriman Hanım, kuzguni tayyörünün üstüne düşen gümüş işlemeli fularını düzeltip, mırıldandı. “Sen de bir şey bilsen, şaşarım.”

Kendisini duyduklarından adı gibi emin olduğu halde karşılık gelmeyince, o hanımefendi sesi biraz daha yükseldi ve dili çatallandı. “Cüneyt, Allah aşkına bu ne şimdi? Oğlum, gül gibi gelinimden boşandın sesimi çıkarmadım ama şöyle kanlı canlı birini bulaydın ya… Bu ne böyle yahu? Ama suç bendee… Evvelden alacaktım önlemimi, bilemedim. Daha çocukluğundan böyleydin sen, evdeki mutfak robotuyla filan konuşurdun densiz densiz… Ha, ne bu şimdi?”

“Anne sus, gücendireceksin kadını…”

“Aman ne gücenecek, aklı var fikri yok. Bugün yine fırıl fırıldı evin içinde. Güya hanımlık taslayacak bana. Kırlentleri filan yıkamış, kurutmuş, koymuş öylece. Kılıflarına kola bile yapmadan… Düşünebiliyor musun? Söyleyince de ben kabahatli oluyorum.”

“Anne, kolalamak dediğin şeyi şu evrende bir hatırlayan sensin. Yapma, ne olur… Yüz elli sene evvelinin işleri…”

“Biz geride kaldık, çocuğum kusura bakma! Siz gelişmişsiniz, aşmışsınız ya bir şeyleri, öte-insan olmuşsunuz, meseleleriniz başka tabii…” Koala şaşkınlığında koluna yapışan torununun başını okşayarak “Berk, babaannesinin gülü. Baban gibi olma, e mi? Büyüyünce helal enerji içeceği içmiş birini bul getir, öptür elimi. Şöyle etli butlu olsun, canlı bişiii…. Et ete değecek evladım, et ete değecek…”

“Anne ne diyorsun ufacık çocuğa, aklından geçenleri bir duysan! Allak bullak ettin zihnini…”

“Hah, bu yüzden işte bir iki kelimeden fazla konuşmuyor çocuk. Kulağına taktın o çipli mipli zımbırtıyı… Konuşmasına gerek kalmıyor ki. Artık düşünmekten bile korkacak senin yanında…”

“Allak bullak… Bulunamadı. ‘Allak bullak’ nedir hayatım?”

“Ha konuşacak olsa, zaten ‘şu nedir, bu nedir’ diye mütemadiyen soran bir de ciciannesi var başına… Aah, ah!”

Neriman Hanım, ‘ah’ çektiyse konuşması sonlanmış demekti. Yine başlamasın diye uzun süre kimse konuşmadı. Berk için elbette bu zor olmadı. Yalnızca Leyla’nın hedef noktasını bulduran konumlama sesi kalmıştı: “Yüz mil sonra düz devam etmek için hazırlan, Cüneyt. Hız eşik noktası için veriler araca yüklendi. Hızlanabilirsiniz. Hızlanabilirsin…”

Otonomil, yaprakları rüzgârda hışırdamayan yapay ağaçların, cilalı kaportasında akan yansısında, zamanının mavi yeşil gezegenine ait nostaljik bir kareyi diriltircesine, beş yüz beygirinin beş yüzünü de önüne katmış, adeta koşuyordu.

“Güneşten günlük enerji aktarımı sınırı aşıldı. Yakıt almak için lütfen en yakın biyogaz istasyonunda dur. En yakın istasyon hesaplanıyor. Elli mil sonra, sağda. Elli mil sonra, sağda.”

Biyogaz istasyonunda durduklarında, Neriman Hanım’dan aracının beyin kartını istedi Cüneyt ve inerken, çıkabilecek herhangi bir gerginliğe karşı, el çabukluğuyla Leyla’nın uyku tuşuna bastı. Fonksiyon tuşları yalnızca Cüneyt’in parmak izine duyarlıydı. O istemeden kimse ona bir şey yaptıramaz, o istediği sürece de ne dilerse emrine amadeydi. Cüneyt’e göre humanoid evliliklerin en güzel yanı, şüphesiz buydu.

Fişi çekilmiş megavizyon naifliğinde uykuya geçti Leyla. Neriman Hanım, yutar mıydı bu ucuz numaraları? Dikiz vizöründen görmüştü uyutulduğunu. Zehir gibi aklını biraz daha zorladı. Ona göre en üstün teknoloji sistemlerinin dahi boşluğu olurdu. Cüneyt’in uzaklaşmasını fırsat bilince, uzanıp bir çimdik attı Leyla’nın koluna. Pürüzsüz siliko-kollojen destekli teni, son model olmasının hakkını verdi, an içinde eski haline döndü. Döndü dönmesine de Leyla’yı uykusundan uyandırmıştı. İşte sistemin boşluğu… Şeytanın aklına gelmeyen Neriman Hanım’ınkine gelirdi.
Eliyle arkadan sağ omuzuna dokunarak, yumuşak tonda girizgâh yaptı. “Leyla, kızım, beni dinle… Bırak oğlumun peşini…”

“Bir gynoid asla Homo generosus peşinden koşmaz, Neriman anne. Bu, Mc Magnifent şirketinin bir hizmet projesi ürünüdür. İsteği doğrultusunda ona hizmet eder. Bu bir hizmet projesi…”

“Bana bak, Leyla3000K mısın nesin, bana geldiğin yeri anlatma… Güzellikle git işte kendi yoluna. Bir tutturmuşsun: Proje de proje… Ne yapacaksın oğlumla, ondan proje çocuk mu yapacaksın? Daha hali hazırda var olan bile istemiyor sizi, kızım. -Öyle değil mi, babaannesinin asteroidi konuşsana… Desene sen de ‘Cicianne istemiyorum, benim annem var’, diye- Leyla, robot da olsan, aşk olmazsa olmaz kızım. Sen de mutlu olamazsın. Yıllarını verdiğinle kalırsın.”

“Cüneyt hizmetlerimden memnun kaldığı sürece mutluyum Neriman anne. Bu bir proje hizmeti…”

“Eyvahlar olsun, sana bin dokuz yüz ellilerin kadın sürümünü yüklemişler… Bizi bile geçtin sen! Bana bak, Cüneyt hoşlanmaz böyle pasif, kimliksiz hallerden… Uzay- enerji mühendisiyle evliydi benim oğlum. Mor-zen Kadın Hakları Derneği başkanıdır ex-gelinim.”

“Cüneyt, hizmet istediği için buradayım. Lütfen, onun adına karar vermeyin. Geldiğim yere beni ancak o gönderebilir. İade koşulları için detaylı holo-ekran açıyorum…”

“Kalsın, kalsın ekranın da koşulların da… Of, hizmetmiş! Benim oğlum onca yüksek ihtisası, kadından sadece hizmet bekleyen, onu kendine kul köle eden bir adama dönüşmek için mi yapmış, yazıklar olsun! Yazık ki ne yazık… Ben doğurduğumda böyle değildi yahu bu…”Demek, atalarımızın dedikleri gibi ‘…bu kadarı ancak tahsille’ olurmuş.

Berk, alnına düşen ipeksi dümdüz saçlarını savurarak, heyecanla döndü. Leyla sormadan, o atıldı. “Babaanne, tahsil ne demek?”

Torununun doğum haberini aldığı anki gibi gülümsedi Neriman Hanım’ın gözleri. “Ay! Babaanne diyen dillerini yerim senin, kuyruklu yıldızım benim. Tahsil ne demek biliyor musun: Hani şimdi anne, babalar her yıl çocuklarına bir implant takıyorlar ya: Üzeri böyle çentik çentik… O yıl öğrenmeniz gerekenleri yüklemiş oluyorlar size. İşte eskiden, öyle şeyler yoktu. Sabah erkenden kalkıp ‘okul’ denen binalara giderdi çocuklar. Orada yaşça sizden büyük, ‘öğretmen’ denen insanlardan bilgileri dinleyerek, okuyarak, yazarak öğrenirlerdi. Hah ona ‘tahsil’ denir işte. Anladın mı babaannesinin cüce yıldızı?”

Berk, şaşkınlıktan sıyırdığı gülümsemesiyle başını aşağı yukarı sallarken, Cüneyt hışımla araca bindi. “Anne ver diyorum artık şunu meka-çöplüğe… Otonomil mi kaldı ya? Yine uğraştırdı beni! Vermeyeceksen de kullanmayalım, dursun sığınakta. Hem hiç yakışmıyor bizim gibi Generosus bir aileye.”

“Vermem oğlum ben onu kimselere. Babandan hatıra…”

Cüneyt’in “Çalış!” komutuyla gürleyen yedi binlik motorun sesine karıştı nefret gibi kopkoyu tonu nefesinin “Bıktım şu hatıralarından anne…”

Oğlunun son cümlesi, biçimsiz bir taş gibi atıldığı suyu bulandırmıştı. Kendine dahi duyurmaktan korkarcasına içine fısıldadı “Hatıraları olmadan ne kadarı kalır ki insanın?” Otonomili eşinin kullandığı, mutlu Pazar sabahlarının kokusu burnuna vuran Neriman Hanım, manzaranın eflatun uzağına dalmış, gözleri nemlenmişti. Alt dudağını ısırarak yatışmaya çalışsa da başaramamıştı. Düşük omuzları titreye titreye ağlarken, ne zamandır akıtmadığı yaşları, yüzüne yabancı bir edayla hızlı hızlı önünde iç içe kavuşturduğu avuçlarına düşüyordu. “Baban Homo generosus… …olmayı reddettiğinde…”

“Yine başlama anne…”

“ O ’Hepimiz insanız, ayrılamayız!’ diye bizi birleştirmeye çalışırken, sizinkiler onu…”

“Anne lütfen, ‘bizimkiler’ diye bir şey yok. Utanmasan… Utanmasan, babamın faili yapacaksın beni…”

Gözleri yaştan görmüyordu Neriman Hanım’ın. Sol kolunu tutarak, parmak uçlarındaki mikro-almaçlarla tansiyonunu kontrol etti. Tolere edilebilir sınırlar içindeydi. “Yalan mı oğlum? Sen de onlardan yana durdun. Sözde aydınlanmacılar! Söylesene, Farkındalar Topluluğu başlatmadı mı, birleştiricileri, Homo pusillus ‘değersizler’ diye etiketleyip, köle pazarlarına düşürmeye… Beni bile öldüreceklerdi geleneksel tavrı sürdürüyorum diye… Bu mu aydınlık, farkındalık, mükemmellik şimdi!”

“Babam bir tercih yaptı, anne. Defalarca konuştuk, biliyorsun. Yapay seleksiyon bu, tercihlerinin sonucunda ya kalır ya gidersin… Mükemmel olmayan köle olur. Sil hadi artık yaşlarını, bir gören olacak şimdi…”

“Kalbin kurumuş senin oğlum. ‘Farkında’ değil, körsün sen.”

Neriman Hanım’ın sözü ilk defa “Ah” çekerek sonlanmamıştı. Yol boyu saklayarak yaşlarını, ağlamayı sürdürdü. Neden sonra sirke yaklaşırken, toparlandı. Tombul koluna sarılıp, uyuyakalan Berk gözlerini araladı.

Gökdelenleri aşan çadır görünümlü kırmızı şeffaf kubbesinin altından yükselen neşe çığlıkları ile etrafındaki hologram şelalelerin, minyatür havai fişekler gibi rengârenk ışıkları arasında, olanca gücüyle eğlenceli bir yer olduğunu ima eden sirkin, silikon çimlerle kaplı alanına vardıklarında, ilkin Cüneyt ile Leyla indiler araçtan. Leyla bir eliyle Cüneyt’in rüzgârdan dağılan saçlarını düzeltip, olumlu his modunu yükselten pastilini dilinin altına yerleştirirken, e-gişeyle bağlantı kurarak, saniyeler içinde oturacakları koltukların kodlarını aldı.

“Gel yavrum,” dedi Neriman Hanım, Berk’in elini tutup, arkalarından izlerken. Cüneyt’in geriye dönük ‘yapma’ bakışıyla elini bıraktı torununun. Yine değersizler gibi banal ve ilkel davranmıştı işte.

Işık huzmesi kemerlerin altından geçerek, sirk çadırının içine girdiklerinde, düşündüklerinden çok daha büyük bir dünya karşılamıştı onları. Önlerinde belli bir düzende akan kalabalığın seline kapılarak, ortada gösterilerin yapılacağı alanın etrafını çevreleyen amfiye ilerlemeye başladılar. Yerlerine geçene dek onları karşılayan, onca renk, hareket, çok boyutlu animasyonlar, telekinezi gösterileri, yüzleri makyajdan ibaret transparan palyaçolar, ip üstünde baş aşağı yürüyen cambazlar, ağızlarından püskürttükleri alevlerle farklı çiçek desenleri çizen ateşbazlar, havada iri su damlaları çeviren jonglörler, pungi çalarak adam oynatan yılanlar arasında yürürken, Berk nereye bakacağını şaşırmış; Cüneyt ise bu kez turnayı gözünden vurmanın haklı gururuyla, iyiden iyiye keyiflenmişti.

Leyla’nın söylediği kodlara göre yerlerine oturduklarında, Roma dönemi Kolezyum’undaki ateşli halkın vahşi çığlıklarını anımsatan bir uğultunun ortasında buldular kendilerini. Dehşetle babaannesinin koluna yapışan Berk, babasının yüreklendirmesiyle, başını sakladığı yerden çıkardı. “Korkma oğlum, senin için geldik buraya… Artık kalmadı bu sirklerden. Bak, diğer çocuklar nasıl eğleniyorlar.”

İnsanın ruhuna işleyen multifonik sesiyle anons yapan görevli “Hoş geldiniz. Herkes hazır mı?” diyerek, henüz durulan seyircileri yeniden ateşlerken, birbirlerine bağlı iki kızıl yabani at, yere inen binlerce su sicimini andıran parmaklıklardan oluşan siyah perdenin açılmasıyla, arenanın ortasına doğru yürüdüler. Büyük bir alkış kopmuştu. Ancak atlar öyle rahvan ilerliyordu ki, bir an için Berk, o büyüleyici adımların ahenginde hipnotize olmuşçasına, sert toprağa vuran ince nal seslerinden ve hızla alıp verdikleri soluklarından başkasını duymaz olmuştu. Yalnızca bir aradayken dizginlenebilen atlar, zincirlerinden çok, aralarındaki duygusal bağa direnemiyor oluşlarının verdiği amorf tuhaflıkla, oldukları yerde dimdik dururken, boyunlarından aşağı inen ter damlaları, dizlerine dek ulaşıyor, hiç kesilmeden toynaklarını ıslatıyordu.

İkinci anonsla sıçradı Berk daldığı yerden. “Sayın konuklar! Şimdi, birer ton ağırlığındaki atlarımızın bağını çözeceğiz ve en vahşi hallerini göreceksiniz. Peki, onları üstünüze koşmaktan kim mi alıkoyacak? Duyamıyorum?”

Kalabalık ürpertiyle sessizliğe bürünmüş eski vahşi tavrını kaybetmişti.

“İnanmayacaksınız ama o bir Pusillus! İşte karşınızda, Dünyanın En Güçlü Adamı!”

Havadaki o donuk sessizlik yuhalama sesleriyle çözülürken, Cüneyt’in, Leyla’ya dönüp “Mümkün değil! Kimse o kadar güçlü olamaz. Bırak Pusillus’u, onları bir insan bile zapt edemez. Kesin hile var, ip var! Palavra!” itirazı, annesinin taşmaya direnen yaşlarından sonuncusunu, gözpınarındaki düğümden bıçak gibi kesip, düşürüvermişti yanağına.

Işıklar alınıp, ortam tümüyle karartıldığında, atların birbirinden çözüldüğünü bildiren zincir sesleri duyuldu ve aynı anda vurulmuş iki kırbaç şakladı sağrılarında. Işıklar arenanın ortasında, yaşlı bir adamın yüzünden başlayarak açıldığında, herkes şaşkınlıktan dilini yutmuşçasına sessiz, oturduğu yere çivilenmişti. Toprak zeminli arenanın ortasında duran yaşlı adam, zıt yönlere koşan iki kızıl yabani atı, eklem yerlerinden koparcasına gerilmiş kollarına bağladığı dizginlerinden tutuyor, hayvanların hoyratça çırpınışlarına rağmen sarsılmıyordu. Bakışlarını bir noktaya kilitlemiş, kalabalığın üzerini örtmüş karanlığın gözüne bakıyordu. Sonunda atlar yoruldu ve diz çöktüler iki yanında. Toprak, toynaklarından sızan kanla ıslanmıştı. Alınlarını okşayıp, zincirlerini birbirine bağladı yaşlı adam. Üstelik o bir insan dahi değil, Pusillus’tu.

İzleyenler, anlam veremedikleri bir endişe ve korku halinde alkışlamaya başladılar. Berk’in gözlerinde tüm parlaklığıyla birer yıldız yükselmişti. Yaşlı adam, o aksi yönlere koşan, iki hoyrat atı birbirlerine doğru çekerken, ne çok şeyi birleştirdiğini sonraları bilecekti.

Kalabalığın ortasında tek başına ayağa kalkan Neriman Hanım, tül gibi sesinin karanlığı kesen tınısıyla “Tahsin…” dedi.

Berk, “Tahsin ne, babaanne?” diye sorduğunda, sahnede diz çöktürdüğü iki yabani atın ortasında, kalabalığı selamlamakta olan babasını izleyen Cüneyt, oğlunun aklından geçeni okumak bir yana, sesini dahi duymamıştı o an.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

nebula

Spinoza’nın Hayaleti | Varlık Ergen (Kısa Öykü)

Varsayım. Bu kelimeyi herhangi bir yerde herhangi bir insandan duymuşsundur. Hatta sen de sık sık …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et