Denizin üstü silme savaş gemisi doluydu. Kruvazörler, torpidolar, destekçi ikmal gemileri limanda bombardıman öncesi son manevralarını yapıyordu. Şehir ahalisi hükümetin talimatıyla yaylalara çekilmiş olduğundan sokaklarda kimse yoktu. Siperlerle nefesimizi tutmuş Rus donanmasının bombardımanını bekliyorduk.
Ufukta, Karadeniz’in üzerinde güneş batarken bombardıman başladı. Gemilerin topları hep birlikte öyle büyük bir gümbürtüyle patladı ki kulaklarımız sağır olacak sandık. Denizden üzerimize bir ateş seli akıyordu. Of’u Trabzon’a bağlayan köprü ve arkasında mevzilendiğimiz binalar yıkıldı, ortalık toz duman içinde kaldı. Önümüzdeki binalar yıkıldığı için artık siperlerimiz daha korunaksızdı. Toz biraz yatışınca ateşi siperlerin bulunduğu bölgede yoğunlaştırdılar. Amansız bir saldırı oldu, gemilerin cephanesi bitmek bilmiyordu, askerimizin bazısı siperlerin içinde patlayan toplar yüzünden şehit oldu, bazısı diri diri siperlere gömüldü.
Bombardıman bittiğinde güneş batmış, akşam alacasında çevre zor seçilir hale gelmişti. Ortalık kan ve barut kokuyor, az önceki gümbürtüden dolayı kulaklarım çınlıyordu. Başımızdaki bütün komutanlar öldüğü için komutayı Şakir Onbaşı ele aldı. Siperleri dolaşıp sağ kalanları topladı. Derin kazılmış bir siper içinde, üçyüz mevcuttan sağ kalan son ondokuz asker olarak toplandık. Ağlayıp sızlayan yeni yetme iki delikanlı vardı, Şakir Onbaşı bir fırça çekip bunları susturdu.
“Ordu tek kurşun atmadan şehri düşmana teslim etti dedirtmem. Şehadet şerbetini içmeden burayı terk etmeyeceğiz.”
Elimizdeki üç mitralyözü karaya çıkacak Rus askerlerini çapraz ateşe alacak şekilde yerleştirilmiştik. Şakir Onbaşı öndeki vurulursa arkadaki devam etsin diye her bir mitralyözün arkasına tek sıra halinde beşer asker koydu. Bizimkinde ben en öndeydim. Derin kazılmış bir siperin içindeydik, önümüzde karayemiş ağaçları vardı, akşam alacasında bizi görmeleri zordu.
Şakir Onbaşı mitralyözü ve yanındaki mermi kutularını kontrol ettikten sonra “Düşman elli metre yakına gelmeden ateş edeni vururum” dedi.
Rus askerleri kayıklarla gruplar halinde karaya çıktılar. Sıraya dizilip marş söyleyerek limandan şehrin içine doğru yürüyüşe geçtiler. Kalbim hızlı hızlı çarpıyor, damarlarımda sanki kan değil buharlı şimendiferler geziyordu. İyice yaklaştıklarında, Şakir Onbaşı’nın söylediği gibi üç koldan ateş etmeye başladık. Mitralyöz maşallah tıkır tıkır işliyor, yanıma sürekli boş mermi kovanları düşüyordu. Ecnebileri gafil avlamıştık. Vurduğumuz askerin haddi hesabı yoktu. O panik hali içinde yerimizi tespit edememişlerdi, tüfeğine davranıp rastgele ateş edenler müspet bir netice elde edemiyordu. Şehit edilen yüzlerce askerimizin canı canıma katılmışçasına, ipten kazıktan kurtulmuş gibi ateş ediyordum. Birinci kutudaki mermileri bitirince ikinci şeridi bağladık, geri çekilirlerken ateşe devam ettim. Tepenin ardında Nuh nebiden kalma iki topumuz vardı. Onlardan üç dört pare top ateşleyip cephe arkalarını da vurunca Ruslarda büyük bir panik hâsıl oldu. Sağ kalanlar aceleyle kayıklarına binip gemilere çekildiler. O kadar çok mermi yakmışım ki önümdeki karayemişlerde tek yaprak kalmamış. Sevinçten, coşkudan siperin içinde horon tepmeye başladık. Horon oynayan arkadaşlardan birinin yanağı kanıyordu. Meğer bir şarapnel parçası yanağında delik açmış, o hengâmede farkına varmamış. Bir çaputla yanağını sarıp horona devam ettik.
Rusların panik hali geçince bizim mevzileri yeniden ateş altına aldılar. Kayıklarla geri dönüp tekrar karaya çıktılar. Atılan bir top mermisi önündeki yaş toprağı kaldırıp beni siperin içine gömdü. Bu sefer yıldırım harekâtı yaptıkları için toprağın içinden çıkıp mitralyözün başına geçecek vakit bulamadım. Üstümdeki toprak gevşekti, iyi kötü nefes alabiliyordum, hiç kımıldamadan bekledim. Birkaç el silah sesi ve Rusça konuşmalar duydum. Nefesimi tuttum, dişimi sıktım. ‘Farz et ki öldün Ali Rıza, bunlar seni ele geçirirlerse lime lime doğrarlar’ dedim kendi kendime. Vücudumu gevşetip askerler yanımdan geçene kadar bekledim. Sesler kesildi, biraz daha bekledim, sonra çıkıp karanlığın içinde gizlenerek önce Of’un bir köyüne, oradan yaylaya çıktım.
Torunum işgal hikâyelerine bayılıyor, “Ötekini de anlatsana dede” dedi. Hiç nazlanmadan anlatmaya koyuldum.
Bolşevik ihtilalinden sonra Ruslar Karadeniz’den çekildiler, ardından Gazi Paşa’nın önderliğinde İstiklal Harbi kazanılınca biz de bağımıza, bahçemize döndük. Bu arada evlendim, çoluk çocuğa karıştım.
Miladi takvimle 1928 senesinde, havalar ısınıp köydeki otlar sığırlara, koyunlara yetmez olunca her yaz başında olduğu gibi yaylaya çıktık. O zamanlar otomobil, kamyon hak getire tabi; iki at, bir eşek, sekiz sığır ve kırk kadar koyunla birlikte uzun bir yürüyüşün sonunda yaylaya vardık. Yaylada hava serin ve pusluydu. Atadan dededen kalma derme çatma kelifimize girdik, ateş yakıp yerleştik. Yaylanın çiçeğini böceğini severim, çıkıp arka taraftaki düzlüğe doğru bir yürüyeyim istedim. Pusun içinde Vakfıkebir ekmeğine benzeyen kubbeli yuvarlak bir şey gördüm. Herhalde gözlerim beni yanıltıyordu. Otomobil büyüklüğündeki o demir şeyin yaylada ne işi vardı? Biraz daha yürüyüp ona yaklaştım. Bu arada hafif bir rüzgâr esip çevredeki dumanı dağıttı. Uçak desen değil, gemi desen hiç değil, garip bir araç; dönüp hemen kardeşim İlyas’a haber verdim. Tüfeklerimizi kuşanıp ne yapacağımızı tartışmaya başladık.
“Geminin kaptanına söyleyelim, arazimizi işgal etmesin” dedi İlyas.
“Ula İlyas, gemi denizde olur” dedim.
Bence bu kanadı ve pervanesi olmayan küçük bir tayyareydi, çevredeki otlar hiç ezilmediğine göre gökten doğrudan olduğu yere inmişti. Ecnebilerin yeni icat ettiği bir araç da olabilirdi, belki memleketimiz gizlice işgal ediliyordu, hükümete haber uçurmak şarttı.
“Gidip tayyarenin pilotuyla konuşalım” dedi.
İlyas inatçıdır, hükümetle, jandarmayla muhatap olmayı hiç sevmez, her işini kendi görmek ister. Yuvarlak tayyarenin üzerinde bir kapı vardı. İlyas tüfeği doğrulttu, kapıya ateş edecek. Ula İlyas, sen hiç gün görmedin mi, adamın tayyaresine ateş edeceksin, o da sana bir bomba sallayacak, ruhumuzu bu dağ başında teslim edeceğiz.
“Tayyare değil hava gemisi bu” dedi İlyas.
Elimi hava gemisinin yüzeyinde gezdirdim, alüminyuma benzeten metal bir malzemeden yapılmıştı, kapısını elimle tıklattım. Ardından “Hemşerim siz kimsiniz, necisiniz” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Biraz bekledik, ses seda çıkmadı.
“Bunlar bizden utandılar, eve gidip yemek yiyelim, sonra uzaktan gözleyelim” dedi İlyas.
“Gövdesi yere tam oturmamış, sığıra, koyuna mâni olmaz” diye cevap verdim.
Yemeğimizi henüz yeni bitirmişken bizim çoban köpeği havlamaya başladı. Hava gemisinin kapısı açılıp küçük bir rampa haline gelmiş, pazarcı arabası gibi dört tekerlekli bir alet yere inmiş, koluyla yeri eşelemeye başlamıştı. İlyas bir hışımla kalkıp geminin olduğu tarafa doğru yürüdü, ben de onu takip ettim. Geminin kapısından yarasaya benzeyen üç metal kuş çıkıp bize doğru uçmaya başladı. Avdan kalma alışkanlıkla tüfekleri kaldırıp derhal ateş ettik. Fişekler kanatlarından sekip geri geldi. Hem metal kuşlar hem kollu pazarcı arabası apar topar geminin içine geri döndü, kapı kapandı.
“İn midirler, cin midirler, nedir bunlar anlamadım ki” dedi İlyas, kuşlara işlemeyen kurşun gemiye işlermiş gibi bir de ateş etti. Kurşun geminin üzerinde iz dahi bırakmadan geri tepti.
“Şimdilik hükümete haber vermeyelim” dedi İlyas.
Hükümetin henüz haberi olmasa da geminin altındaki otlar biraz fazla büyüdü diye millet orayı iki günde türbeye çevirdi. Dilek tutup geminin ayağına bez bağlayanlar, hastalarını getirip şifa bulsun diye altına yatıranlar, altında nafile namazı kılanlar vardı, milletin eğlencesi olmuştu gemi. Ertesi gün, ecnebilerin bize plan kurduğundan kuşkulandığım için gidip durumu kaymakama anlattım. Kaymakam anlattıklarıma inanmadı. Koltuğumun altındaki Cumhuriyet gazetesini kaymakamın yüzüne doğru sallayarak “Efendi, ben istiklal harbi gazisiyim, her gün bu gazeteyi satır satır okurum, beni cahil bir adam belleme” dedim. Askerlere kontrol ettirip doğru söylediğimi anlayınca orayı yasak bölge ilan edip bizi dışarı attılar.
“Kimin yerinden kimi atıyorsunuz, gelip ihbar etmesem ruhunuz duymayacaktı” dedim ama dinletemedim.
Hükümet geminin çevresinde horon oynayanları, dilek dileyenleri, ibadet edenleri de uzaklaştırdı. Tekerlekli büyük toplar getirip gemiyi bombardımana tuttular. Gövdesine çarpan topların ağırlığıyla sağa sola devrilse de gemi her seferinde kendiliğinden ayağa kalkıyor, üzerinde iz bile kalmıyordu. Komşu köyden olan hükümet kâtibinden duyduğuma göre konu Reisicumhur’un kulağına gitmiş, bunlara yaptıkları şuursuz işlerden dolayı kızmış, Trabzon’a geliyormuş.
Mustafa Kemal Paşa iki gün sonra at üzerinde bizim yaylaya geldi. Üzerinde binici pantolonu, ayağındaki uzun siyah çizmeler, kafasında kasket vardı. Beraberinde Tayyare Cemiyeti’nden uzmanlar da getirmiş. Arazinin girişinde İlyas’la beraber yoluna çıkıp elini öpmeye yeltendik. Mavi gözlerinde öyle bir parıltı vardı ki, sanki bakışları insanı delip geçiyor, yüreğinde olup biten ne varsa tastamam okuyordu. Gazi Paşa’ya İstiklal Harbi gazisi olduğumuzu, vatanı kurtardığı için kendisine minnet duyduğumuzu, yedi düvel karşımıza geçse yine savaşmaya hazır olduğumuzu söyledim. Gazi Paşa savaş bahsinden ve el öpme merasiminden hoşlanmıyordu galiba, konuyu hava gemisi ve içinden çıkanlara getirdi. İlyas başımızdan geçenleri anlattıktan sonra, ahalinin Reisicumhur Hazretleri’nin de hava gemisi gibi göklerden indiğine inandığını söyledi.
Böyle saçma sapan fikirleri Paşa Hazretleri’nin karşısında telaffuz etmek ne büyük densizlikti, o anda keşke yer yarılsaydı da içine girseydim. Paşa Hazretleri gülerek “Bu türden tevatürlere inanmayın çocuğum” dedi ve maiyetiyle birlikte hava gemisine doğru ilerlemeye başladı. Bizi içeriyle sokmadıkları için İlyas’la birlikte çabucak olup bitenleri görebileceğimiz bir tepeye çıktık. Paşa Hazretleri yaklaştığında hava gemisinin kapısı açıldı ve üç metal kuş onun göz hizasında sabit bir biçimde uçmaya başladılar. Paşa Hazretleri onlarla iletişim kurabildi mi, kurabildiyse ne konuştular, geminin bizim yaylaya inmesindeki gaye neydi, bunların hepsi benim için bir muamma. Gazi Paşa oradan ayrıldıktan sonra kuşlar yere inip sanki bir süre horon teptiler. Sonra hava gemisine binip geldikleri gibi bizim araziyi terk ettiler.