05.07.2027
Kadıköy iskele meydanına çıkan minik sokaklardan birinden yürüyerek, denizin ve göğün, o bildik, kollarını açmış sonsuz ferahlığına ulaşmaya çalışıyordum. Marmara’dan, hiç değilse boğazın altın boynuzundan koşup gelen rüzgarlarla kucaklaşmayı umarak adımlarımı hızlandırdım. Meydana vardığımda, saatlerdir gördüğüm manzara sıcak bir hançer gibi gözlerime saplandı, oradan çıkıp yüreğime tekrar tekrar saplandı. Nefes alamıyordum, ağlamaktan şişen gözlerimi açık tutmakta bile zorlanıyordum, en yakındaki duvara ellerim titreyerek tutundum, yavaşça yere oturdum, sırtımı sert duvara bastırarak, biraz acıtmaya, kanayan hissiyatımın acısını fiziksel olanla bastırmaya çalıştım.
Görebildiğim her yerde cesetler vardı, meydanı kesen ana caddeler, otobüs ve dolmuş durakları, birbirlerine girmiş araçlarla doluydu. Kimi ters dönmüş, kimi hala yanmakta olan yüzlerce arabadan, otobüsten cesetler sarkmıştı. Kaldırımlar, meydanın devasa yürüyüş ve dinlenme alanları, hemen oracıkta ölmüş insanların cesetleriyle doluydu. Kucağında bebeğiyle bankta ölüvermiş bir kadın, hemen önünde yerde yatan, hala birbirlerinin ellerini bırakamamış iki genç, daha ileride ölü baloncunun rüzgarla birbirine çarpıp duran balonlarının gölgesinde yatan çocuk cesetleri, nereye baksam hüzün ve keder aynı anda yüreğime batıyordu. İskeleye bindiren şehir hatları vapurlarından biri yan yatmıştı, Haydarpaşa garından, onun siluetinin arkasında gözüken şehrin, akşam saatinin güneşiyle parıldayan görkemli gövdesinin her yerinden dumanlar tütüyordu. Bir anda, daha doğrusu neredeyse aynı anda ölen şehirlilerin ardından karanlık dumanlar göğü sarmıştı, sinsi sessizlik şehrin tam ortasına çöreklenmişti.
Yalnızlık ve acı, insanın içini çürüten çatal dilli yılan, şu an boğazımdan aşağı kayıyordu. Neden ben, sadece ben kalmıştım ki? Ölümün ellerinden sıyrılıp yere düşmüş, bin parçaya ayrılmıştım. Midem bulanıyordu, şimdiden ceset kokusu alıyorum, almamam gerek ama bu iç bulandıran, burkan kokuyu alıyorum.
Gökyüzünde tek bir bulut dahi yok fakat sürekli gök gürlemeleri duyuyorum, mavi derinliklerde ani ışık parlamaları oluyor, bir ışık kayması ve sonra iz aniden yok oluyor. Sanki gündüz gözüyle yıldızlar kayıyor, fakat hala gökyüzünde yüzen güneş ışıkları kayan yıldızların cılız parıltılarını bastırıyor.
Tekrar ayağa kalktığımda iyice kuvvetten düştüğümü hissettim, sabah giydiğim sarı elbisenin eteğinin rüzgârda savruluşunu duyabiliyorum ve buna dayanamıyorum. Midem bulanıyor. Koku dayanılmaz. Yazamayacağım. Gece yatmadan, ya da önemli düşünce anlarında, günlüğümü işlemek huyunu, bu anın olağanüstülüğünü hazmetmek, yeniden düşünebilmek için bozdum, lakin artık yazmaya takatim kalmadı…
27.05.2026
Saçlarını arkaya doğru taradığına ona bayılıyorum, bir şey anlatırken elleriyle havaya hayali şemalar çizmesini, keskin çizgili yüzünün o anlardaki heyecan içinde yumuşayıp parıldamasını, sessiz kaldığı zamanlarda etrafa çocuksu çocuksu bakmalarını. Seviyorum. O ne yapsa ne söylese hoşuma gidiyor. Kendimi tutamıyorum, her an ona daha çok yakın olmak istiyorum. Keşke bir deftere anlatmak yerine, kanlı canlı birine de açılabilsem, hoş açılmak mümkün olsa da açılamazdım ya. Lanet iş yeri kuralları. SSM araştırmacısı olmanın, benliğime biçtiği dar elbisenin içinde, kıvranıp durmaktan nefret ediyorum.
Bugün yanımdan geçerken, dünkü çalışma sonuçlarımı istedi, çok nazik çok yumuşaktı. Yeni tip DNA kes-ekle yöntemi çalışmamla çok ilgili. İlgisinin membaı ben miyim yoksa kuru hırsı mı emin olamıyorum. Kekeleyerek “Murat bey akşam çıkışta ben size getiririm” dedim, ama sözlerim anlaşılmazlığın içinde boğulup gitmiş ki, şöyle dedi “Şükran hanım, bu çığır açan fikrinizi bir an önce yukarı iletmeliyiz”, cevap veremeden peşinden gittim. Bir yandan laboratuvar masalarına dağılmış çalışma sonuçlarını topluyor, bir yandan onun dudaklarından dökülen billur sese kulaklarımı daldırıyordum. Sonuçları aldı, küçük ama manasız bir göz selamı verdi, hızla çıkıp gitti. Çok ciddi, çok uzak, bir yandan da sesi çok içten. Herkese karşı böyle mi?
20.07.2027
Kurtulan tek bir kişi bile yok zannediyordum. Ne Türkiye’den ne de dünyadan herhangi bir ses çıkıyor. Elektrik, su, gaz, internet, telefon her şey gitti, radyo kanalları hışırdayarak boşlukta salınıyor, telsizcilik işinden anlamadığım için, orada bir canlılık var mı bilemiyorum.
Bugün Beşiktaş’tan yukarı vurmuş, yalnızlığımı deşerek dolaşırken, hala sağ bir kadın buldum. Fiziken ve ruhen çökmüş vaziyetteydi. Yattığı yerden boş gözlerle bana bakıyordu, iniltisine koşup gelmiştim, loş, üşüten bir apartıman sahanlığında yatıyordu. Günlerdir aç ve susuz olduğu belliydi, koca şehirde aç susuz kalmak imkansızdı. Büyük ölümün, evet artık o kara güne büyük ölüm diyorum, şokuyla bu hale gelmiş olabilir miydi? Yakınlarının hepsini gözleri önünde yitirmenin şoku? Belki de büyük ölümü tetikleyen her ne ise, onun canını yavaşça alıyordu. Pençelerini kadının canevine geçirmiş, fakat pençesini sıkıp canın evini terk etmesine izin vermiyor, katman katman acının tortulanmasını bekliyordu.
Sebep ne ki? Canlı mı? Biri mi yaptı? Bir şey, ama ne? Doğa olamaz, bu kadar hızlı yapamaz. Yakınlarda bir süpernova patlaması ve onun gama ışını fırtınası? E ben, hayvanlar, bitkiler hala buradayız. Yok buda olmaz. Kozmik sebepleri geç.
Kadınla konuşamadan, gözleri yassı közleri gibi söndü, geçti gitti…
11.09.2027
Lav roketini, tam ağzının ortasına salladım. Patlamanın basıncı beni önünde durduğum duvar kalıntısının arkasına fırlattı. Necmi sürünerek yanıma geldi, nefes nefese” Ne yapıyorsun, hepimiz öldüreceksin, demir kanatları öyle yok etmek çok zordur, en iyisi kanat altlarını hedeflemektir. Zaten hata bende, daha silah atmasını bilmeyene lav veriyorum”. Sustum, yüzüm gözüm toz içindeydi, haftalardır yıkanmayan saçlarım birbirine yapışmış, acı veriyordu, ama her şeye rağmen kendimi güçlü ve iyi hissediyordum, bıyık altından gülerek “Necmi komutan, lavı elime ilk alışta bi demir kanat indirdim, ne haber” dedim, Necmi sinirli sinirli güldü.
Ortalıkta başka demir kanat gözükmüyordu, mangayı toplayıp yola koyulduk. Beyaz kuvvetler direniş karargahına varmak epey zamanımızı alacak. Bolu dağlarının koynunda uymak eminim bana iyi gelecek, fırsat olursa yedi göllerden birinde yıkanabilirim, beyaz kıçım gün görür, hah ha, kim bilir belki yanı başımda yeni bir Murat’ta bulurum, yoksa Necmi mi?
16.10.2026
İlk gençliğimden beri gördüğüm, bir ara kaybolan, o fasit daire içinde dönüp duran rüyalar yeniden neşet etti. Bir türlü çıkamıyorum rüyanın derin sularından, birçok kez yazdım bu rüyaları, şimdi tekrar okuyunca bambaşka bir fantazyaya, ruhumu kazıyan bir faza geçtiğimi anladım.
Yeni tür DNA manipülasyon projem çöpe gittikten, Murat’ta belirgin şekilde bana ilgisini yitirdikten sonra, bu rüyalar yine başladı. Aslında Murat çok ilgisini kaybetmiş gibi değil, yani etraftaki bütün kadınlara karşı ilgili ve yumuşak davranıyor, içlerinde ben de varım, belki bazılarına belirgin şekilde farklı ama karar veremiyorum. Projem başarısız bulununca laboratuvara daha az uğrar oldu, yine de nerede görse konuşuyor. Bugün kantinde yanına bile çağıracak oldu, o Fatma karısı çıkıp gelmese, belki de yanında oturacaktım.
Murat’ın ilgisini bir türlü çekemiyorum, benden daha fazla uzaklaşmasına izin veremem, vermemeliyim. Çokluk yüreğimin ağrıdığını, nefes alamadığımı hissediyorum, bu gün ki gibi malzeme dolabına kapanıp ağladığım çok oluyor, onu kaybetmek, kendimi kendi içimde kaybetmek gibi. Ben o, o ben gibi hissediyorum. Umurunda mı?
Rüyalarım Murat’la ilgili başlıyor, koridorlar boyunca onu takip ediyorum, sonra sisler içinde dairesel bir havuza geliyorum, havuzdan dört parmaklı, örümcek ayağı gibi kalın kıllı ve ipincecik parmaklı bir el çıkıyor. Havuzun kenarına boyuna bir şeyler yazıyor, ben ara sıra bakıyorum ama genelde havuzun etrafında dönüp duruyorum. Rüya sabaha kadar böyle sürüyor.
Bu sabah laboratuvarda çalışırken bir ara bilincim gider gibi oldu, ya da olmadı, ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama aklıma süper bir fikir geldi. Hücresel DNA dikimi ve taşınımı hakkında. Bu proje süper olacak, Murat’ın kulağına değin varacak, sonra o beni bulur nasılsa…
03.08.2027
Bugün merakım, beni sürükleyerek şehir dışına çıkarttı. Çıkmasam delirecektim, zaten çoktan delirmiştim de ondan mı gökyüzünde uçan konteynırlar görüp duruyordum, bunu cevabı şehrin çeperleri dışında yatıyordu, emindim. Meğer cevap yatmıyormuş, saplı duruyormuş. Ömerli taraflarında, ormanlık tepelere, birden çok, uçlarına doğru sivrilen altı yüzlü piramitlere benzeyen nesnenin saplanmış olduğunu gördüm. Geneli mor renkliydi, piramitler dikine toprağa girmiş, birkaç yüz metre boyunda, çeşitli yerlerinden ince boru gibi uzantılar çıkmış nesnelerdi. Kesinlikle bu dünyaya ait durmuyorlardı. Uzaktan gökyüzünde gördüğüm o konteynır gibi şeyler, habire piramitlerin üst yüzeyinde bir yere, bir şeyler taşıyordu.
Konteynırlardan ayrı, bir iki tane üçgen ve çok sivri uçlu yıldıza benzer uçan cisimlerde gördüm, onlar daha çok dev nesnelerin etrafında uçuyor, ara sıra sık ormana inip tekrar yükseliyorlardı, konteynırlarsa daha uzak mesafelerden gelip gidiyorlardı.
Çok korktum. Şehre, geldiğim araçla dönerken, daha tenha yollardan dönmeye çalıştım.
Hiçbir şey anlayamıyorum. İnsanlar birdenbire, biri işaret vermiş gibi ölüp gitti, sonra bu garip nesneler. Neden ben ölmedim, neden? Ağladım yumuşacık, ölmek istedim yumuşacık.
17.01.2027
Rüyalar artık tüm gecelerimi sardı, alevden dilleriyle uykumu delik deşik ediyorlar. Havuzdaki el, yazmayı bırakıp sürekli konuşmaya başladı, anlamıyorum ama anlıyorum da. Uykumu alamıyorum, belki bundan ötürü işte sık sık bayılır gibi oluyorum, ama bayılmıyorum, rahatsızlığım giderek artıyor.
Her şeye rağmen SSM için yaptığım proje de kendim için yaptığım proje de çok iyi gidiyor. Bayılma anlarından sonra daha bir iştahla çalışıyorum. DNA aktarımını vektör bir virüs üzerinden yapıyorum ve hedef geni değiştirme işini mükemmelen başarıyor. Vektör virüsün DNA’sını yapay olarak ben kodladım, çok basit bir kod ama DNA taşınımı ve değiştirme işini halledebiliyor, oh yine bir bayılma sonrası geldi bu başarı. Yalnız vektör, anlamadığım bir sebepten, dış ortamda çok hızlı yayılım gösteriyor, her tür hücrede, konağını öldürmeden kendini klonlayıp yayılabiliyor. Sadece insan hücrelerinde yapması gereken işi, yani hedef DNA değiştirme işini yapıyor, başka canlılarda bu özelliği inaktif. Tek sorun, laboratuvar dışına çıktığında tüm dünyaya yayılmadan, sadece hedef insanlara yöneltebilmeyi başaramam.
19.01.2027
Bu sabah işyerinde uzun bir baygınlık geçirdim, sonra kalkıp işe koyuldum, tam olarak ne yaptığımı bilmiyordum, lakin vektör insanların hepsine bulaş yapsa bile, istenen kişilerde aktif olacak şekilde düzenleme işini başardığımı sanıyorum. Mutluyum.
21.01.2027
Canım çok sıkkın. Murat, Fatma’yla çıkıyor. Akşam serviste birbirlerine bakışlarından anladım, Murat’ın normalde yapmayacağı, çok ince ama benim ayırt edeceğim komplimanı, doğrudan Fatma’ya gitti. Sanki ben anlamıyorum. Hiçbir şey umurumda değil, hemde hiçbir şey, içim çok karanlık, gök yüzü karanlık, gece soluksuz…
30.10.2027
Zorlukla nefes alıyorum, yazmakta zorlanıyorum ama hayatımın her önemli anı gibi, bu anını da mürekkeple nakşetmeliyim, yoksa kendimi karanlıklarda yitireceğim.
Sabahın altın şafağı yarılıp ormanın üzerine yeni yayılmıştı ki, demir kanatlı ölüm makinaları gökyüzünü kapladı, bazıları da orman içinden, sekiz kollu demir ayaklarıyla yumuşak orman toprağına bata çıka kampımıza yaklaşıyordu. Takım gözcüsünü, olasılıkla olduğu yerde, soğuk alevleriyle öldürmüşlerdi ki, burnumuzun dibine geldiklerinde anca haberimiz oldu. Herkes ayağa fırladı, siper almaya fırsat bulamadan birkaç kişi anında donduruldu. Necmi görece korunaklı yerinden taşınabilir füze lançeriyle onlara karşılık verdi, her yere soğuk alevler yağıyordu. Bir ara yanıma gelip, saklandığım kayanın gerisindeki dar girişli mağaraya sürünmemi emretti, o emrin içinde sevmenin de tınılandığını hissettim, emir değil sanki yalvarmaydı.
Takımın geri kalanı da savunma atışlarına başlamıştı, çok dayanacak gibi gözükmüyorlardı. Ben sürünerek mağaraya girdim, ama ilerlemeden mağaranın dar ağzından olanları seyrettim. Çok acı çekiyordum, mağaraya sürünürken soğuk alevlerden biri sağ yanıma isabet etmişti. Takımımdaki arkadaşlarım tek tek vuruluyordu.
O lanet mor devlerin karınlarını dünyanın taşıyla toprağıyla doyuran konteynırlar birden ortadan kaybolduğunda, yekpare demirden kınkanatlı böceklere benzeyen bu makinalar, devlerin ağzından dünyanın yüzüne, adeta kusulmuştu. Binlercesi o kulelerden çıkıp şehirlere, kırlara yayılmıştı. Şimdi bu yeni makinaların büyük bir kısmı, çok daha büyük, birkaç kilometre boyunda şeyler inşa ediyor, kalanları ise büyük ölümden kurtulmuş biz gibi insanları avlamakla meşgul oluyordu. Dünya popülasyonunda yüzde bir ikilik kurtulma oranını işgal eden, biz zavallı insanları demek istiyorum. Türkiye’de sağ kalanlardan, beyaz kuvvetlere üye olanları, insanları örgütlemiş, direniş hareketi haline getirmişti. Necmi’nin takımıyla beraber, beni FSM köprüsünden atlamak üzereyken kurtarmasını, hala çok canlı olarak hatırlıyorum. En ümitsiz, en karanlık anımda beni bulmuşlar, ölümün kunt ellerinden almışlardı. Şimdi gözlerimin önünde tek tek sinek gibi öldürülüyorlardı.
Öğleye varmadan tüm takım imha edilmişti. Necmi’nin, ilk soğuk alevi yedikten sonra yere düşerken bana bakışını bir türlü aklımdan çıkaramıyorum. Ta içime, kalbimin onun için titreyen teline değmişti bakışları. Makinalar katliam yerinde biraz dolandıktan sonra çekip gittiler. Sürünerek Necmi’nin yanına geldim, sırtımı onun siper ettiği kayaya dayadım, oturdum, açık gözlerini ellerimle kapadım, ölünce dahada uzamış görünen üzgün yüzünü bacaklarımın üzerine yerleştirdim. Bunları yazıyorum, ellerim üşüyor. İçim, içim üşüyor, takatim yok nefes almaya…
04.07.2027
Haftalardır işe gitmiyorum, kimseyi görmek, mutsuzluğumu yüzümde yakalatmak istemiyorum. Galiba yarın istifamı verip buraları terk edeceğim. İstanbul’dan gitmem gerek, hatta Türkiye’den. Murat’tan olabildiğince uzağa. Sevilmemeye, ona dokunamamaya, başkasının nefesinin onun tenine değmesine, dayanamıyorum.
***
Karanlık ormanın içinde, on kişilik K-59 keşif timi çok sessiz bir şekilde karargâha yaklaştı, gözcülere işaret verip, daracık beyaz kuvvetler direniş komutanlığı kapısından geçtiler. Komutanlığın ta baştan dağ altı mağaralarında gizlenmiş olması işe yaramıştı, fakat girmesi çıkması bayağı meşakkatliydi. Tim komutanı, küçük, cılız bedenini dar mağara galerinden yağ gibi akıtıp geçiriyordu, komutana tekmil vermesi lazımdı ve acelesi vardı.
Komutan sıska Banu’ya uzun uzun baktı, gür bıyıklarını elleriyle tarar gibi yaptı, sonra bir şey söylemeden anlat manasına eliyle havada yuvarlama hareketi yaptı. Banu dudaklarını yalayıp söze girdi ”Komutanım, maalesef F-37 takımının tamamını kaybetmişiz, kimliklerini tek tek tespit ettim. Yalnız kimliği belirsiz bir kadın cesedi daha bulduk, bul getir görevlerinde rastlayıp yanlarına aldıkları biri olsa gerek. En azından Yüzbaşı Necmi’nin kadını tanıdığı bizce kesin gibi. Kadın ilk çatışmada ölmemiş, ikinci defa gelen saldırı dalgası ile öldürüldüğünü düşünüyoruz. Kadının etrafında bu kağıtları bulduk. Sanırım ona ait bir güncenin parçaları. Toplayabildiklerimizi takdim edeyim size” Kirli pantolonunun, orada olması oldukça garip, büyücek ceplerinden birinden bir tomar kâğıdı çıkarıp komutana verdi.
Komutan Banu’ya yer gösterip oturmasını işaret etti, kağıtları verildiği sırayla okudu. “Bu sayfaları yanlış dizmişsiniz, bakın her sayfanın sol arka tarafına tarih düşülmüş. Neyse, aldığımız bilgi karşısında bunun bir önemi yok” dedi. Ayağa kalkıp karanlık, nem kokan odasında yukarı aşağı gezdi, Banu’ya döndü “Nihayet guguk kuşu operasyonunun nasıl yapıldığını anlamış bulunuyoruz, asıl önemli olan bu.”