Gölgeler ve Renkler | Faruk Korkmaz (Kısa Öykü)

“Kırmızı hapla mı başlasam, yoksa koyu pembeyle mi? Hımm, sarı olanı daha güzel, en iyisi önce onu yutayım.” İlaçlarını, pardon, daha doğrusu; doktorunun çift tırnak içinde sarf ettiği, “Fetüsün gelişimini destekleyici preparatlar” şeklindeki sihirli cümleyle müsemma zamazingolarını hangi sırayla içeceğini şaşırmıştı. Mutfak penceresinin önünde durmuş, iki eliyle soğuk tezgâhı sıkıca kavramıştı, içinden gelen derin bulantı, başından aşağı yayılan ateşe galebe çalıyordu.

Nevzuhur ateşlenmelerini, iğrenç bir bulantıyla sarıp sarmalayan hamileliğinden nefret ediyordu, çocuk istemişti fakat bunca sıkıntıya düşeceğini tahmin edememişti, zaten de lanet olası doktorlar vücudunu mengene gibi sıkan dertleri için değil, anca -şimdilik mercimek kadar olan- içindeki veledin kafası çalışsın diye bir kamyon hapı vermişlerdi. “Bulantı”, “Olur öyle, onu geç”. “Ya peki ateş basması”, “Aman canın vakâyi adiyeden o, o hep olur, hatta sık olur” doktorundan aldığı bu cevaplarla beraber bir de kucak dolusu folik asit hapları, yağ kapsülleri, demir ve bilumum vitamin preparatlarıyla eve dönmek durumunda kalmıştı.

Neymiş efendim, beyimiz yahut hanımefendi tam gelişsin, zihni pırıl pırıl olsunmuş. “Peh, ay valla şimdi kusarak çocuğu ağzımdan düşürücem” diye sesli şekilde inledi, tezgâhın önünde diz çöktü, feri kaçmış gözlerini göğe dikti, yeni gelen bulantıyı duayla karşıladı “Tanrım bana kuvvet ver, dayanamıyorum, onu içimden atmak istiyorum, tanrım bana acı, acı nolur”. Bulantı, yine de midesinden yukarı, yutağa kadar çıkmıştı, tanrı bilmez şey seni, işte kadın yalvarmıştı tanrıya, neden laf dinlemezsin melun.

Berna’nın gözleri, açık göğün, tüy gibi ince birkaç bulut hariç, beyazımtırak maviliğine daldı, biraz sakinledi. Lakin gökyüzünün rengi giderek morumsu bir hal almaya başladı. Mor, bir renkten ziyade parıltı gibi göğü hızlıca kapladı, sonra renk kırmızıya doğru kaydı, ardından morla kırmızı arasındaki renk skalasında dalgalanarak parıldamaya başladı. Berna, başını önüne eğdi, buda hamile vücudunun ona attığı bir kazık olsa gerekti. Buna kendini hiç mi hiç hazır hissetmiyordu, zorlukla doğruldu, salona doğru gitti, salon pencerelerinden giren morumsu kırmızı ışık, içeriyi garip bir parıltıyla doldurmuştu. Bundan oldukça rahatsız olan Berna kalın perdeleri hızlıca çekti, yumuşak salon koltuklarına uzanmak istiyordu, konsolun üzerinde duran büyük aynanın önünden geçerken kendine baktı, daha şimdiden çirkinleştiğini, hatta karnının büyüdüğünü düşündü.

Hamile kalmak şimdi çok kötü bir fikir gibi duruyordu, çirkinleşeceğini, normal hemcinsleri arasında patlatılamayan şişman bir sivilce gibi dolanacağını hayal ediyor, hamileliğin kadını güzelleştirdiği martavallarını uyduran baba namzetlerine kızıyordu. Hiç adil değildi, o tüm bu iç burkulmalarını, bedenini örseleyen süreçleri atlatmaya çalışırken diğer kadınlar ortalıkta fink atacaktı. Elleri gayri ihtiyari saçlarına gitti, dip boyası gelmişti, ama boyayamazdı, parmakları koşar adım gözünün altında şekilsizce torbalanmış halkalara koştu, hayır, içi kimyasal dolu toparlayıcı kremleri de kullanamazdı. Ağlamak, kelime olmaktan çıkmış, hissiyat olarak gözlerine hücum ederken, hızla aynanın önünden ayrılıp kendini koltuğa attı. Kafasındaki karanlık bulutları dağıtmak için televizyonun kumandasına sarıldı.

Hayret, tüm televizyon kanalları canlı yayına geçmişlerdi, hatta dandik izdivaç ve yemek programları yayınlayanlar bile. Tek bir konuları vardı, oda şu gökyüzünü kaplayan mor-kırmızı parıltı.

Bilinçsizce tekrar salona göz gezdirdi, kalın perdelere rağmen içerisi morumsu bir loşlukla kaplıydı, televizyonlar da haklı olduğuna göre, hamileliğine boşuna savurmuştu. Kendini suçlu hissetti, henüz kendisine karşı istese de bir şey hissedemediği çocuğunu kolayca suçlayabildiğine inanamadı.

Televizyonlarda, başka zaman halının altında duran ya da kapının arkasında bekleyen tonlarca uzman, aniden zuhur etmiş, mevzu üzerine sütre gerisinden serbest atış yapıyorlardı. O kadar bol uzman vardı ki, bir ara bir yorumcunun tişörtünde “Kozmik Anafor” yazısını bile görmüştü, hani şu internetten takip ettiği site. Berna neredeyse ağzı açık konuşulanları dinliyordu.

Işığın kaynağı kendi yıldızımızdı, daha doğrusu ona çarpan büyük bir cismin meydana getirdiği güneş fırtınasının sonucuydu. Cisim deniyordu ama tam olarak ne olduğu belirlenememişti, küresel olduğu kanaati hakimdi, güneşi sürekli takip eden uydu sondaları ve gözlemevlerinden bu yönde bilgi gelmişti. Cisim aniden görüş alanına girmiş ve neredeyse ışık hızına yakın bir hızla güneşe çarpmıştı, yaklaşık dünya hacmindeki bir cisim için inanılmaz bir hız olduğu söyleniyordu.

İlerleyen saatlerde bu cismin küresel olmayabileceği haberleri ortaya çıktı, hızı konusunda da ihtilaflar vardı. Aslolan, güneşten bilinen türden ışınların yerine, henüz tam olarak tayfölçerler tarafından tanımlanamayan ışınların yayınlanıyor olmasıydı. Elektromanyetik spektrumdaki dalga boylarının üst üste binip, kendi üzerine katlanması tarifi yapanda vardı, çok boyutlu, modülasyonu  indirgenmiş dalga boyları diyenlerde, buna mukabil, elektromanyetik tayf içinde olmayan, düpedüz yeni bir tür parçacık yağmuru altında kaldığımızı söyleyenler de vardı.

Berna, kafası karışmış halde televizyona dalmışken telefonu çaldı, eşi arıyordu. “Evet, evet şimdi bende seyrediyorum. Hayır, evdeyim tabi ki. Anladım, tamam. Çıkmam dışarı, bu kanaldaki uzmanlarda aynı şeyi söylüyor zaten. Sende çabucak eve gel Mert, çok korkuyorum”.

Telefonu koltuğa fırlatıp ayağa kalktı, halkla ilişkiler uzmanı olarak çalıştığı firmayı arayıp, yeni aldığı izni uzatmayı, buzdolabındaki yiyeceklerin yekununu oluşturan listeyi, acil durumlarda kullanmak için Mert’le beraber sakladıkları paranın yerini, hepsini aynı anda düşündü, ama kafasına sığmadı.

En önemlisi o hamileydi, şimdi doğmamış çocuğu için gerçek bir korku hissetmişti, o minik şey için hissedebildiği ilk duygunun korku olması hoşuna gitmedi. Tekrar bu işin ne kadar süreceği ve evde yeterince yiyecek olup olmadığı hususuna odaklandı. Yoksa önce kadın doğum doktorunu mu arasaydı, herif ne bilecekti ki, o adam da kim bilir şu an soluğu nerede almıştı.

Tekrar yerine oturdu, bazı uzmanlar güneşin yaklaşık yirmi beş dünya gününde kendi ekseni etrafında döndüğünü, takribi on iki, on üç gün sonra çarpma alanının dünya görüşünden çıkacağını, zaten ona kalmadan bu parıltının sona ereceğini söylüyorlardı. Tabi ki dünyanın da güneşe göre hızı vardı ve konumu da değişiyordu. Berna tüm bu astronomik hesaplara son vermek için televizyonu kapattı. Kalın perdenin kenarına gidip araladı, dışarısı, mordan kırmızıya parıltılarla tüm olağan renklerinden sıyrılmış, rüya aleminden çıkma resmin bir ucunu Berna’nın gözlerine tutturmuş, bir ucunu göğe bağlamıştı.

Tam on gün boyunca olağanüstü parıltı devam etti, uzmanların tavsiyesine uyabilenler, doğrudan güneş ışınlarından kaçınmışlar, çoğunlukla evlerinde, sıkıca kapalı, hatta kalın örtülerle berkitilmiş pencere artlarında, kuru elektrik ışığı altında zamanlarını doldurmuşlardı. Şanssız olanlar, yani çoğunlukla fakirler, terk edemeyecekleri işlerine mahkûm olanlar, mecburen dışarı çıkmak zorunda kalan orta halliler, bir de malını, parasını keyfiliğe terk edemeyen azınlık halinde zenginler ışığa bolca maruz kalmışlardı. Olayın vahametini kavrayamayan ya da önemsemeyenlerde epeyi çoktu. Bazı ülkeler bunu hiç önemsememişti, özellikle ikinci, üçüncü dünya ülkeleri buna örnekti, bazı ülkelerse neredeyse seferberlik ilan etmişlerdi, başta Japonya ve batı Avrupa ülkeleri olmak üzere gelişmiş ülkeler bu kategorideydi.

Berna hamileliğini, kendi iç ülkesinde işgale uğraması olarak kabul ediyordu, şimdi ise mor parıltının karnında, ondan gizlenen bir fetüs gibi, evinin ortasında kıvrılıp kalmıştı. Kocası Mert ise, defaatle çaresizliğin çağıran kollarını geri çeviremeyip dışarıya çıkmıştı. Çünkü ne yiyecek stokları dayanabilecek durumdaydı ne de Berna’nın sağlık sorunları bitiyordu, zaten Mert istese de onu bırakmayan polislik işiyle meşguldü.

Parıltının beşinci günü Berna durduk yere sancılanmıştı, kocası evde yoktu, iyi çekmeyen telefonlar yüzünden ona ulaşmakta mümkün olmamıştı. Pencerenin kenarına gidip kalın perde aralığından, Mert’in sokaktan gelişini kollamaya karar vermişti, umutsuzdu. Işığa maruz kalmadan, gölgeler içinden dışarıya bakarken aniden başı döndü, perdenin kenarına tutunmak istedi ama yapamadı, perde sıyrılırken oda yere yuvarlandı, bayılmıştı.

Gözlerini açtığında ne kadar süredir orada yattığını hesaplayamadı, düşerken tutmaya çalıştığı perde sıyrılmış, aralıktan giren ışık göbeğinin üzerine vurmuştu, aslında ışık ayaklarından başlayıp, zamanla güneşin konum değişimine göre göbeğine kadar gelmişti. Yavaşça ayağa kalkıp perdeyi kapadı, hiç düşünmeden gidip koltuğa uzandı.

Renkliler her yerdeydi, sokakta, işte, bir an nefesinizi toplamak üzere oturduğunuz bankın diğer ucunda, hemen yanı başınızda. Onları hemen tanıyordunuz, çünkü neredeyse hepsinin suratı acıyla kıvrılmış oluyordu. Morumsu kırmızı ışına maruz kalmak sizi, ten renginiz ne olursa olsun, renkli yapıyordu. Saklanabilenler ise gölgeler olarak adlandırılıyorlardı, gölgede kalmış olmak şimdilik onları acıdan asude kılıyordu, ama gerçek acının ne olduğunun hükmü henüz verilmemişti.

Berna sokağa çıktığında karşılaştığı insanların çoğu bu durumdaydı, anlıyordu ki dar, orta gelir segmentine sıkışmış bir mahalde oturmaktaydılar. Kendini bazen fakir, bazen azıcık daha şanslı bir fakir olarak hissediyordu. Üst segmentte yer alanların yoğun olduğu semtlerde pek öyle acı çeken yüzlerle karşılaşmıyordu, Allasen zaten eskiden de böyle değil miydi, şimdi adaletin çivisi hepten yerinden çıkmıştı. Gerçi Berna da hassaslaşmıştı ama göbeğine kadar, oturmak acı veriyor, ayağı, bacağı bir yere çarpsa on kat fazla acı hissediyordu, fakat en azından kafası rahattı.

Acı çekiyorlardı, aşırı hassaslaşmış sinir sistemleri onlar için dünyayı, bir tür biteviye acı çekilen cehennem haline getirmişti. Mor günleri dışarıda geçirenler -anormal güneş parlaması devrine bu isim verilmişti- bir tür nöron dejenerasyonu uğramışlardı, bu etkiler birkaç gün sonra ortaya çıkmıştı, temel olarak nöron dendritleri aşırı gelişmiş, nöronlar çok daha fazla bağlantı, yani sinaps noktası edinmişti. İletişim hızları hem kimyasal hem de elektriksel olarak üçe katlanmıştı.

Renkliler, dışarıdan vücutlarına akan uyarımlarla baş etmekte zorlanıyorlardı, gerçi bunun geçici olduğu, zamanla beyinlerinin bununla baş edeceği söyleniyordu. Beyin her şeye adapte olabilirdi, “İnsan zekasının terkisinde yüksek adaptasyon kabiliyeti olmasaydı eğer, değil dünyayı kanser gibi sarmak, ağaç dallarından aşağıya inmenin tehlikeleriyle bile baş edemez, zeki ağaç primatları olarak öylece kalırdı” diyen meşhur bir antropolog, renklilerin yüreğine su serpiyordu, antropolog da renkliydi elbette.

Berna hayatına normal olarak devam etmeye çalışıyordu, hamileliğinin dördüncü ayında artık dünya daha başka bir yer haline gelmişti bile, Berna da değişmişti, en azından karnı büyümüş, içinde bir adam taşıdığını öğrenmişti. Berna, dünyaya bir erkek çocuk getireceğini öğrendiğinden beri ona içimdeki adam demeye başlamıştı. Bunda az çok haklıydı da, ışına maruz kalan doğmuş yada doğmamış bebekler, mor günlerden sonra beklenenden çok daha hızlı şekilde gelişiyordu, vücutları hala aynı hızla gelişse de motor ve bilişsel nöronları çok daha ileriden gidiyordu. Bir sünger gibi bilgiyi içlerine çekiyorlardı. Birkaç on güne kaba ve ince motor kabiliyetleri yerine oturuyor, dil, sosyal iletişim ve bilişsel kavrayışlarını tamamlıyorlardı. Sonrasında ancak bir insanın otuzlu yaşlarında ulaşabileceği bilgi derinliğine ulaşıyorlardı, elbette kendi aralarında farklar vardı ama gelişimleri hepsi için inanılmazdı.

Daha yaşlı renklilerin kavrayışları ve öğrenme hızları da müthiş artmıştı, bebekler kadar olmasa bile, hızla tüm bilgileri silip süpürüyor, öğrenme kabiliyetinin yüksekliği iyi bir hafıza kapasitesi ve bilişsel koordinasyon gerektirdiği için, bilişsel kavrayışlarının yüksekliği zekâ skorlarını logaritmik olarak artırıyordu. Renkliler için yeni bir zekâ baremi bile geliştirilmişti, gölgelerin üst seviyesi 300 IQ puanında kalırken, renkliler açılışı 500 IQ ile yapıyor, bunu taban puan kabul ediyorlardı. Kendi baremleri ondalık düzendeydi, 0,0000001 başlayıp bire doğru yaklaşan değişik bir düzendi. Renkliler her açıdan giderek kendilerini gölgelerden ayırt edecek semboller, işaretler, kavramsallaştırmalar belirleyerek onlardan uzaklaşıyorlardı.

Mert, Berna’yı kontrol için artık renkli bir doktora götürüyordu, eskisi gölgeydi ve ona güveninin kalmadığını söylüyordu. Berna, Mert’in çoğunlukla ona acıyarak baktığı anları yakalıyor ama ses etmiyordu, edemezdi, ne söylese Mert argüman üstünlüğü ile onu tartışmalarında mat eder hale gelmişti, aralarında doğmamış çocuğun zinciri olmasa, Mert’in ondan kopup gideceğini hissediyordu. Renkliler renklilerle olmayı seviyordu doğal olarak, gölgeler onlara bir tür bağnaz kabukla kaplanmış, cahillikle yüklü kambur gibi gözüküyordu, gölgelerle sohbete bile tahammülleri yoktu.

“Gölgeler, şempanze nev’inden, oynanacak, birkaç da numara öğretilebilecek ev hayvanı gibi bir şeydi.” Bu son tanımlama Berna’ya aitti, ne ki gazeteyi açtığında zekâları katlanan kargaların kurduğu dayanışma sendikası haberlerini okuyor, televizyonu açsa, Okyanusya’nın güneyinde, yunusların kendi devletlerini kurdukları, bunu da BM’ye ileterek tanınma hakkı istedikleri haberlerini seyrediyordu.

Tanrının bir lütfu olarak gökten inen mor ışık, ona kucağını açan her canlıya az ya da çok kavrayışın sonsuz kapılarını açmıştı, ve Berna bundan sadece bacaklarıyla, ihtimal oğluyla sebeplenebilmişti. Çok sıkıştığında Mert’e “Ama ben de renkli sayılırım, benimde bacaklarım oldukça zekileşti” gibi sığ şakalar yapıyor, yine o aşağılayıcı gülümseyişle karşılaşıyordu.

Tanrı demişken, aklın yeni yüzyıldaki Rönesans’ına giren renkliler, kendi aralarında çoktan tanrıyı öldürmüşlerdi bile, üstelik bir daha asla çıkarmamak üzre onu aklın derin mezarına gömmüşlerdi. Bilginin ve bilimin karşısında Tanrı yahut metafiziğin esamisi bile okunmuyordu, okunması da imkansızdı. Bilgi, içildikçe insanı tanrılaştığına inandıran mor renk bir şarap gibiydi, bu şaraptan tadanlar, eskilerin bilmedikleri her yere yamadıkları inanç ağlarını söküp atıyor, boşlukları kendi Tin’lerinden doğan bilgiyle doldurmaya çalışıyorlardı. Mert eskiden kılan, tutan biriyken şimdi Berna’nın hafif sulu inancına bile gülüyordu.

Berna kendini çok yalnız hissediyordu. İlk başlarda, mesela otobüse bindiğinde, mecburen renkli olmuş otobüs şoförüne olmadık bir yerde inmek için ricada bulunduğunda, şoförden uzun uzun olasılık hesapları, istatistiki olarak onu orada indirmesinin yararsızlığı ve zararları konusunda konferans dinlemek yahut sokaktaki simitçiden dandik simidini alırken, simitçi beyin Emile Boutroux’un Zorunsuzluk Doktrininin çağdaş müziğin gelişimine uygulanması hakkındaki yeni fikirlerine gark olmak ona komik geliyordu, sonraları neredeyse sürekli bu fikirsel ataklara maruz kalmak onu sıkmıştı, şimdi çoğunluk haline gelmiş renkliler onunla konuşmak bile istemiyordu, sessizliğe yuvarlanıp gittiğini hissediyordu. Kendi gibi gölgelerin çok olduğu memleketlere gitme hayalleri bile kurar olmuştu.

Gidecek bir gölge ülkesi kalmış olsaydı belki de giderdi, ama anlaşılan, girilen mor çağında bu türden ülkelere ve hatta insanlara bile yer yoktu. Neredeyse istisnasız olarak, mor günlerde, tüm ülke liderleri ve siyasileri koruma kalkanları ardında kaldığı için, tüm o zevat birden gölge haline gelmişlerdi. Çok geçmeden ülkelerin yönetimleri bir bir renklilerin eline geçmeye başlamıştı. Bunu öyle ustaca yapıyorlar, öyle dolambaçlı yollar izliyorlardı ki, gölgelerin bunu anlaması, tedbir alması mümkün olmadı.

Berna, mor günlerden hemen birkaç gün sonra karşılaşıp, ayaküstü olasılık hesaplarını dinlediği otobüs şoförünün bir senede ülkenin başına geçmesine çok şaşırmıştı. O heybetli ve kudreti sarsılmaz gözüken liderler, pamuk şekeri gibi eriyip gitmişler, yerleri renkli harelerle dolmuştu.

Zafer, Ocağın ilk haftası doğdu, oğullarının ismini Mert koymuştu ve “Zafer” olmasında da niyeyse çok ısrarcı olmuştu. Berna, gözleri önünde çarçabuk bir adama dönüşen bebeğine sürekli hayretler içinde kalarak bakıyor, hala bebek vücudu içindeki küçük adamın kaprisleriyle baş etmekte zorlanıyordu. Zaten lanet bacakları da duyusal hassasiyeti bir türlü atlatamadığı için sürekli acı çekiyordu, birde bu ele avuca gelmez sıpayla uğraşmak onu yıldırıyordu, üstelik sürekli bir memnuniyetsizlik manzumesi dinlemek zorunda kalıyordu.

Oğlu internetin gözüne gözüne vurup hızlıca dünyanın bilgisini öğrenirken, Berna zavallıca okuduğu az sayıdaki kitapla ve milyarlarca bilgi kırıntısı barındıran internet yardımıyla oğluna yetişmeye, hiç değilse onunla sohbetlerinin ahengini kaybetmeyecek denli bilgiye sahip olmaya çalışıyordu. Tabi ki başarısızlığın sığ çamurlarına saplanıp kalıyordu.

Mor zamanlar, diyelim orta çağda yaşansa farklılaşma ve değişim bu kadar dramatik olmayacaktı, olacaktı ama çok daha yavaş. Şimdi ise internet denen yedi başlı canavar her yere başını uzatıyor, dünyada hiçbir kütüphaneye sığmayacak denli büyük bilgi ateşiyle isteyen herkesi yalazlıyordu. Renkliler bunu sonuna kadar kullanıyordu.

Sonradan renkliler kendi internet ağlarını, kendi iletişim portallarını oluşturup, gölgelerden kendilerini iyice soyutladılar.

Gölgeler renklilerin giderek farklılaşan dillerini anlamıyor, onların yeni geliştirdikleri sembolleri kavrayamıyorlardı. Renkli bilimi gölgeler için tamamen anlaşılmaz haldeydi. Gölgeler hayatın her alanından giderek siliniyordu, birer habis ur gibi topluluktan kesilip atılıyorlardı. Renklilerin gölgelerle tek ortak yanları hala aynı duygusal çerçeveyi paylaşmalarıydı, ama ne gam, o bağ da yavaşça aşınıyordu.

Berna, çok bunaldığı bir gün oğlunu alıp dünya havlu günü etkinliklerine katılmaya karar verdi, dünya tam olarak Douglas Adams tarzında gülünecek bir yer haline gelmişti, lakin kimse gülmüyordu. Bilimkurguyu severdi, eskiden bilgiyi de severdi, ama şimdi neyi sevdiğinden emin olamıyordu. Bilimkurgucu dostlarıyla konuşmak istiyordu, onların da ekserisi renkliydi ama yine ekserisi dışa dönük, olasılıkları, var oluşun tüm garip biçimlerini seven insanlardı, belki onların arasında biraz rahatlayacaktı.

Yirmi beş Mayıs günü, ilk olarak “İşin Aslı” gurubunun moda sahilindeki etkinliğine katılacak, Zafer’i çimlerde yuvarlayıp, gelenlerle biraz eğlenecek, akşam da Bilim Kurgu Kulübünün Kadıköy’de ki mecrasına uğrayacak, biraz sohbetle beraber kafasını demleyecekti, Mert de onlarla gelmeyi kabul etmişti.

Gölgelerin büyük çoğunluğu öncelikle mor günlerde korunan çocuklar ve yaşlılardan oluşuyordu, renkliler bilişsel olarak arşu âlâya varsalar da duygusal olarak nedense gölgeler seviyesinde kalmışlardı. Her ne kadar gölgeleri dışlayıp, itseler de kendi yakınlarına karşı duygusal bağlılıklarını genellikle koruyorlardı ve bu onlara göre bir sorundu. Mert, bu sorunla ilgilenen ve yeni kurulan bakanlıkta çalışıyordu, bakanlığın tek hedefi vardı, mor lütfun aynını yapay olarak meydana getirip, kalan gölgeleri de renkli hale getirmek.

Havlular alındı, yiyecekler hazırlandı, yola çıktılar. Sahile vardıklarında eğlence başlamıştı bile, Otostopçunun Galaksi Rehberi serisinden sahneler canlandırılıyor, kitaplarda geçen pasajlardan çıkarılmış çeşitli oyunlar, uydurma spor müsabakaları yapılıyordu. Berna kendini adeta gurubun kolların attı, gülmeyi, hele hele kabul görmeyi ne çok özlemişti.

Yemek faslına geçildiğinde, Berna orada bulunan neredeyse herkesle sohbet etmişti ve anlamıştı ki oğlu Zafer dahil oradaki herkes renkliydi, bir tek kendisi gölge olarak aralarında bulunuyordu. Çimlere kurulan sofrada başköşeye Berna’yı oturttular, yemeğin bitimine doğru herkes ayağa kalktı, Berna boş gözlerle kendisini saran guruba baktı. Mert hemen söze girdi “Berna, yeni işimi biliyorsun, yani ‘Gölge Rehabilitasyon Bakanlığı’ personeli olduğumu. Bugün senin dönüşüm günün olacak, aslında ilk denememizi seninle tecrübe edeceğiz ama bence başarımız kaçınılmaz. Ne şanslısın ki bunu 25 Mayıs gibi anlamlı bir günde deneyimleyeceksin. Yeniden doğumun, gölgelerden sıyrılıp hayatın renklerine karıştığın gün olacak”. Berna çok şaşırmıştı, ağzından yalnız “B, bb, ben” kelimeleri çıkabilmişti, umutsuzca oğlu Zafer’e dönüp baktı, onun yüzündeki içten gülüşle yaşadığı korku biraz azalır gibi oldu. Tekrar Mert’e baktığında, “İşin Aslı” gurubu adminiyle beraber büyükçe bir tekerlekli aleti iterek önüne getirdiklerini gördü. Mert, “Bakanlığımızın en genç elemanı olan oğlumuz Zafer, bu yolculuğa başlarken sana gerekli bilgileri verecek. Sakin ol ve oğlunu dinle, bize güven.” dedi.

Zafer minik elleriyle annesinin ellerini tuttu, dudakları hafifçe büzüldü, sözüne başlayamadan Berna onun ellerini bırakıp ayağa fırladı. Etrafındakileri iterek koşmaya başladı, gözyaşlarından dolayı önünü tam göremeden, ömrünün en hızlı koşusuna başlamıştı. İçinde yükselen dayanılmaz acı, ruhunu alev alev saran aldatılmışlık duygusuyla iyice harlanmış, caddeye çıktığını fark etmemişti bile, yoldan arabasıyla geçen, bir zamanların sokak simitçisi, şimdinin felsefe profesörü adam da onu fark etmedi…

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

gezegen astronot uzay

İmkânsıza Yakın | Sa Bahattin (Kısa Öykü)

O gün, gezegene inişimizin on dördüncü günüydü. Son birkaç gündür yaptığımız gibi örnek toplamaya çıkmıştık. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et