GO12 Baloncuk Gecitopya

GO12 Baloncuk Geçitopya | Deniz Pekgenç (Kısa Öykü)

– Nasıl bilirdiniz?

– İyi bilirdik.

Neyimi iyi bilirdiniz arkadaş? Neyimi gördünüz de iyi dersiniz? Otuz beş yıl yaşadım. Bu kadar. Bunun on yılı dövüşmekle, otuzdan sonrası monotonlukla geçti. Kalk, ayıl, işe git, işten kovul, eve gel, iç, televizyon başında sız, yat, uyu, kalk, iş ara, işe git, iç, kalk, kovul, iç, sevin, iç, üzül, iç, hep aynı terane. Dünya döndü, ben öldüm. O kadar. Neyimi iyi bilirdiniz? Git arkadaş. Herkes iyi, herkes güzel, Dünya güzel, sen güzel, ben güzel, kafam güzel…

– Nasıl bilirdiniz?

– İyi bilirdik.

Kime ne iyilik yaptım? Bakım evindeki babamı aradım mı, sordum mu, bir kere gidip de elini öptüm mü? Bilir misin? Gitmedim. Konuşmadım. Annemin mezarına gidip bir dal çiçek bıraktım mı? Hayır. İyi miyim ben şimdi? Gelmişsin camiye kılıyorsun namazımı, bilir misin peki kazandığım paralar helal miydi? Nasıl iyi bilirsin o zaman sen beni?

– Nasıl bilirdiniz?

– İyi bilirdik.

Hadi geçtim seni, hadi geçtim diğerlerini, ya kendime? Ne kattım kendime? Ne öğrendim? Çok iyi adam döverim bak, eyvallah, kaç yıl karanlık yer altı dünyasının şampiyonuydum. Geride kaldı tabii o günler. Son beş yıldırsa bu eller televizyon kumandasını kullanmakta ustalaştı, bu gözler dükkan camlarına asılı iş ilanlarını çok hızlı okumayı öğrendi, bacaklarım koltuk ile tuvalet arasındaki mesafeyi saniyesinde koşuyor alimallah. Bunlar için mi vardı kollarım, bacaklarım, gözlerim? Ne verdim onlara? Hem niye geldiniz siz? Yaşarken hangi anımda yanımdaydınız? Ölü bedenim ne yapsın şimdi sizi? İkiyüzlüler ordusu. Çoğunuzu tanımıyorum bile be! Hadi dağılın hepiniz, istemiyorum hiçbirinizi.

Bir kahkaha duydu. Sesin geldiği tarafa döndü. Ağaçların altında çimlere yayılmış otuz iki dişi meydanda genççe bir adam ve ciddi gözlerle kendisini izleyen, beyaz saçlarını sımsıkı topuz yapmış bir kadınla, yine yaşlıca bir adam ona bakıyordu.

– Beni görebiliyor musunuz?

– E sen de bizi görebiliyorsun.

Cevap veren kot pantolonlu salaş giyimli genç adam bir kahkaha daha patlattı. Kadın sert bakışlarıyla onu susturdu.

– Nesiniz siz?

– Sen neysen biz de oyuz.

Kadına aldırmayıp yine kahkaha atan, ayağa kalkıp yanına geldi, omzuna koydu elini.

– Gel, buradan bizimle izle komediyi.

Kadın, adamı düzeltme gereği duydu, komedi değildi, dünden bir dersti izlenen. Oturdu yanlarına. Gösterdikleri yana doğru baktı. Tanımadığı bir adam, uzaktan kuzenine doğru gidip bir şeyler söyledi, arabasının anahtarını gösterdi.

– Bu adam bu kıza yazar! Yürü be koçum!

Kot pantolonlu yine bir kahkaha attı. Kadın, büyük bir ciddiyetle, daha on beşinde ancak vardır. Derken kotlu olanı, beyaz gömlek üzerine lacivert ceketli bir başkasını gösterdi. Bir zamanlar iki hafta kadar şoförlüğünü yapmıştı adamın. Saatine bakıyordu, belli ki bir yere yetişmesi gerek. Halası gelip konuşmaya başlıyor, akşam duasına da kalmasını istiyor, adam kıvranıyordu, gitmesi gerek ama ayıp olacak halasına da, gelmeseydi keşke cenazeye falan.

– Akşama randevusu var kesin, hem de güzel bir kadınla!

– Ne yapıyorsunuz siz burada? Böyle her gün yaşayanları izleyip gülüyor musunuz? Ayıp değil mi?

– Daha neler? Hazır gelmişken bu istisna durumdan yararlanıp iki eğlenmeyelim mi yani?

– Nereye gelmişken?

– Seni almaya, dersin bitti, ding dong!

Anlamıyordu. Kim bunlar? Kendisi ölmedi mi? Araf’ta mı kaldı? Kadın kontrollü bir şekilde ayağa kalktı, dimdik bedeni ve emir gibi bakışlarıyla lisedeki okul müdürünü anımsatıyordu. Tek ayağının üzerinde durmasını istemeyecekti inşallah!

– Ölmedin. Senin anlayacağın dilden söylemek gerekirse hortlamadın da. Merak etme. Yalnızca dersin sona erdi. Şimdi bedenini gevşetip aklını boşaltacağız ve birlikte geri döneceğiz.

– Ne dersi? Nereye dönüyoruz? Gevşetme de ne? Sakın yaklaşma bana!

– Şimdi senden sakinleşmeni ve beni dinlemeni istiyorum. Şu anda sanal bir gerçekliğin içindeyiz. Bulunduğumuz sanal ortam, tüm insanlarımızın, yaşlarına ve programa uygun derslerini almaları için tasarlandı. Daha önce bu sisteme yedi defa girdin, bu sekizinci dersindi ve başarıyla bitirdin.

Gül’ün her gün yirmi değerli dakikası sanal gerçekliği anlatmakla geçiyordu. Evet, işinin bir parçasıydı, en iyi anlatıcı ve gözlemci kendisiydi ama potansiyel bilim insanlarının derslerine girerdi normalde, böylesi bir işe yaramayan, tembel, sorumsuz, niteliksiz, gelişmemiş, zeka yoksunlarınınkine değil! Tamam, kabul, aşık olacak yüzlerce zeki beyin varken, kızının gidip Sinan’a aşık olmasını kabullenemiyordu bir türlü. Bu iç tartışmanın yeri burası değildi, karşısında kim olursa olsun prosedürler gereği sorularını yanıtlamalı, gözlem ve kontrollerini yapmalıydı. Hem kendi istemişti Sinan’ın dersine girmeyi. Bir ümitti belki onunki, Sinan’ı başarılı ve meslek edinmiş olarak bulursa, kızının aşık olduğu bu çocuğa daha bir sevgi dolu bakabilecekti ama nerede? Yok! Karşısında boş gelip boş dönen bir Sinan! Onun seviyesinde anlatsa yeterdi. İnsani değerleri, dinleri, bilim, edebiyat, sanat dallarını yaşatabilmek için Dünogram’ın bir sanal gerçeklik olarak tasarlandığını ayrıntılarıyla anlatsa, anlamayacak, bin bir soru sorup bir saatini alacaktı boş yere.

– Peki gerçek olan gerçeklik nerede?

– Geçitopya’da.

– Nerede? Geçit ne?

Vurdumduymaz sesi, neşeli kahkahası ve dikine taranmış saçlarıyla Cevat, Gül’ün gerginliğini fark ederek, sessiz saniyeleri fırsat bilip söze girdi.

– Geçitopya, yaşadığımız yerin adı yakışıklı çocuk! Gül Hanım bugün biraz sinirlerimiz bozuk galiba, ben devam edeyim yüksek müsaadenizle!

Teknisyen derlerdi, aslında elektrik, elektronik mühendisliği, üzerine bilgisayar ve yazılım mühendisliği ve hatta onların da üzerine yapay zeka ve robotik mühendisliği okumuştu ama teknisyen derlerdi işte ona. Geçitopya’nın şanslı veletlerindendi, annesi genetik mühendisi, babası ise rastgele halkın içinden biri. Babasının neşesini, samimiyetini, sıcaklığını almıştı, baba kanından olsa gerek, her ne boktan durum olursa olsun, kalbinde sevgi vardı herkese karşı. Annesinden neleri aldığı ise açık saçık belliydi yani. Şanslıydı, çünkü, tabi ki, üstün zekası sayesinde derslerinin tümünde yüksek başarı göstermiş ve annesi de onu Rota Karesine kolaylıkla yerleştirebilmişti. Annesi ile babası Dünya’dan Geçitopya’ya göç edenlerdendi, geçen sene, şu anda hiç hatırlamak istemediği nedenlerle ikisini de kaybetmişti. Bu çocuğu severdi, güvenirdi, Sinan’ın gülümsemesinde babasını görmesindendi belki de, bilmiyordu tam olarak nedenini ama severdi, beklediği gün de bugündü.

– Tabii ki Cevat Bey, buyurun lütfen, bize teknisyenlerin de öğretici olabileceğini gösterin.

– Aaa, inanmıyorum espri yaptınız Gül Hanım! Aman tamam, kızmayın sakın, liderimizsiniz, baş tacımızsınız, üstüne en yaşlımız, pardon olgunumuzsunuz, istediğinizi söyleyin bana. Şimdi, yakışıklı kardeşim senin soruna gelecek olursak, çok basitçe anlatacağım sana ama soru sorma, yanıtlamam.

Kafasını aşağı yukarı salladı hızla. Ensesinde bir gıdıklanma hissetti, çok mu hızlı oynatmıştı kafasını ki? Kulağında içten gelen bir çınlama da başlamıştı sanki. Alkolü fazla kaçırıp düşmüş, kafasını çarpmış olmasın sakın? Hani tüm bunlar kabusmuş, halüsinasyonmuş falan, olur mu olur yani.

– Gel seninle, canlandırma oyunu oynayalım. Hazır mısın? İlk olarak sabun baloncuklarının üst üste konduğunu düşün, alttaki yuvarlak balon, üzerinde yaşam yeri kurduğumuz GO12 adlı gezegen. Üstteki yarım daire şeklinde duran baloncuk da bizim Geçitopya’nın kalkanı. Kalkan içinde yapay bir atmosfer var ve büyüklerimiz, sağ olsunlar, kimyevi bir takım yenilikler denediğinden, soluk bir mavilik içinde yaşıyoruz. Kalkan içindeki alan Dünya şartlarına göre tasarlandı, mış yani. Tasarlanmış alanı büyük bir dikdörtgen olarak düşün, içine de çizgiler çekerek 6 adet kare oluştur. Güzel. İlk karemiz Yaşam Karesi, ki anlayacağın üzere toplamın altıda birini oluşturuyor. Bu minik alana, tıkış tıkış insanlar koy, oynayan çocuklar, uzananlar insanlar, konuşan gruplar, sevişen çiftler falan yerleştir.

– Öhö öhö!

Altmış beş yılda olsa olsa insan sayısı ikiye katlanır diye düşünülerek tasarlanmıştı Geçitopya. Boş oturan insanoğlunun, en doğal ihtiyaç ve zevkine yönelip tavşan gibi çiftleşebileceğini, laboratuvar fareleri öngörememişti. Bu farelerden biri de, biricik eşini, elindeki tüm imkanlara rağmen, virüs taarruzuna kurban veren babasıydı. Zavallı, onun can verdiği evden ayrılmak istememişti. Oğlunu, Sam’i, en saydığı insana, proje yaratıcısına emanet edip eşinin yanına uzanıp beraberce ölümü beklemişti. Sam, on beşinde, Dünya’nın yerle bir oluşuna şahit olmuş, annesinin cansız bedenine dokunmuş, ardından babasını da kaybetmişti. Kızgın değildi, aşka saygısı büyüktü, bilirdi.

– Ama çocuk tam olarak kafasında canlandırsın istedim Sam Hocam, doğruya doğru, aynı kalkanın altında çatısız duvarsız beraberce şeffaf bir şekilde yaşayıp gidiyor insanlar. Ha, evet örtülerle ayrılmış bir kısım alanlar da mevcut ama her türlü ses kamu malı yani, bi’ kabul edelim.

Sam, Yaşam Karesinde bir kez bile olsun dolaşmamıştı. Maruzatı vardı, kimse anlayamasa da o, kurşun gibi ağır bir kalp taşıyordu, bir tek kişi hariç kimsenin ne yaptığı, nerede yattığı, ne söylediği umurunda değildi. Proje yaratıcısı ve sorumlusu profesör ona, annelik yapmış, kızı da onu kardeş bilmişti. Gel gör ki Sam, hala güzelliğinden bir gıdım kaybetmeyen Gül’e, asla kardeş gözüyle bakamamıştı. Tıpkı babası gibi, kendisi de bir laboratuvar faresi olmuş, annesinden bilim başkanlığını devralan Gül’ün talimatlarından hiç çıkmamış, sırf dikkatini çekebilmek için olunabilecek en üst düzey şifacı olmuş, Gül’ün evliliğinde de çocukları olduğunda da hep onun yanında yer almıştı. Dalgalı da olsa denizinden vazgeçemeyen deniz feneri gibi yalnız, ıssız bir izleyiciydi.

– Her neyse, yönetim insanlarının oturduğu Dümen Karesi ile Yaşam Karesinin ortasında, Ortak Kare var. Yeme, içme, sosyalleşme gibi aktiviteler hep beraber bu karede yapılıyor. Dümen Karesinin bitişiğine de bizim bulunduğumuz Rota Karesini yerleştir kafanda. Burası Varoluş Sürdürme Merkezi ve Bilim Teknolojileri Merkezinden oluşuyor, aynı zamanda biz burada yatıp kalkıyoruz, rahatız, özel alanlarımız, duvarlarımız falan var anlayacağın.

Büyük bir talihsizlik yaşanmış da, iki kılavuz araçtan biri duruvermiş de, aaa, o da ne, araç durunca ona bağlı ana gemi de asılı kalıvermemiş mi uzay boşluğunda! Bak sen, o kadar büyük beyinlersiniz, nasıl çözülemiyor o arıza, nasıl öylece duruverir yüz yıllık emek? Almıyordu Cevat’ın aklı bunu. Hala yaşıyordur belki diye ümit ediyordu. Amcası, uzayda asılı kalan kılavuz aracının kaptanıydı. Amcası Geçitopya’ya ulaşamayınca, rastgele seçilmiş insanlar yığınına atılmıştı babası, nasıl olduysa annesi ile  Ortak Kare’de birbirlerine aşık olmuş, evlenmiş ve bir de çocuk yapmışlardı. Kuralınızın içine sizin, neymiş, rastgele seçilmiş insan, Rota Karesinde yaşayamazmış, yalnız üç saat, bebek iki yaşına gelene kadar da beş saat görme izni varmış! Hiçbiriniz orada yaşamadınız tabi, ya ben, ben yaşadım, on altıma kadar, babamla dip dibe yattık, ama işte o sıcaklığı, o samimiyeti de bilemezsiniz siz! On altısına geldiğinde ise yeteneklerinin ve becerilerinin üstünlüğü karşısında bilim insanı sıfatı verilmiş ve annesi ile yaşama izni çıkmıştı. Artık o da Rota Karesi insanıydı. Babası yaşlanınca o ziyaret etmeye başlamıştı Yaşam Karesini, şakalaşır, yürürlerdi beraber, ta ki…

– Evet, onun ardında da Ekin Karesi var. Sırasıyla domates, patates, buğday falan ekili işte… Bunu anlayabilirsin, kokla bak, ne kokusu alıyorsun?

Sinan, cami avlusunda etraflarını çevreleyen çam ağaçlarına baktı, domates kokuyordu, nasıl olabilirdi bu? Cevabı bulabilecekmiş gibi gözleri toprağı taramaya başladı, kulağındaki çınlama cızırtıya dönüşmüştü, odaklanamıyordu. Kendinden emin, bir o kadar da rahat gözlerle onu izleyen Cevat’ın, bilek derisinin altında ışıklar mı yanıp sönüyordu? Yok artık, tuşa bastı sanki bileğinde! O da ne, ağaçlar nereye gitti, cami, ahali, toprak, o da yok, masmavi bir boşluk içindeydiler.

– Ve son olarak, ta ta ta taam! Sürpriz bir izole alan çıkıyor karşımıza, Zindan Karesi, Geçitopya’nın son ve lanetli karesi!

– Tamam, Cevat, kabus gibi benzetmelerini kendine sakla artık. Zindan değil, Karantina Karesi oranın adı. Tamam, yeterli bu kadar, lütfen çıkış sistemini çalıştır!

Gül, kalbine her gün bıçaklar saplansa da, bir bilim insanı ve Karesi’nin başı olarak profesyonellikten asla taviz veremez, Karantina Karesi’ne duygusal yaklaşamazdı. Özlem kokardı, suçluluk kokardı, vicdan kokardı orası, ölüm kokması gerekirken. Geçitopya’da mezarlık alanı yoktu, uzay boşluğunun geniş bir toplu mezar alanı olarak kullanılması planlanmıştı. Ne kadar okusan etsen, duygularından arınsan da, kendi canından, vatanından olanı uzaya fırlatmak doğru gelmemiş ve annesinin ekibi buna bir çare olarak, Ekin Karesinden bir bölüme Karantina Karesi’ni oluşturmuştu. Ölüme göz kırpanlar Karantina Karesinde Dünogram’a bağlanıyor, kalp atışları yavaşlatılıyor ve Dünogram’da ağır çekim bir hayatın içinde yaşatılıyor, bir nevi sanal ortamda hapsediliyorlardı. Cevat’ın zindan benzetmesi bundandı ama ötesi de vardı. Aşırı şiddete meyilliler, uyum ve düzeni bozanlar da yaşlarına bakılmaksızın burada sanallığın içine hapsediliyordu. Kimse ölmüyordu ama yaşamıyordu da. Kocasını ölüme bir kala, söz dinlemez oğlunu ise daha on üçünde bu sisteme kendi elleriyle hapsetmişti.

– Kareleri mareleri bırakın bu mavilik de ne? Neler oluyor?

– Dünogram’ı kapattım, koridordayız ve çıkış yapacağız. Koridor ben ne istersem o renk olur, bugün mavi olsun istedim.

Cevat’ın normalden daha rahat tavrı, gözlerindeki parlaklık, sesindeki dalgacı tını Gül’le Sam’in gözlerini bir araya getirdi. Neyi vardı bu çocuğun bugün?

– Dünogram mı?

– Yeter, Cevat çıkış sistemini şimdi çalıştır, bu bir emirdir!

– Sakin ol Gül, çocuğun sağlığı açısından, sakinleşmeden çıkış yapmamız uygun değil. Cevat şefim, sen biraz dinlen, anlatmaya ben devam edeyim istersen. Bak oğlum, iki bin yirmi beş yılında başka gezegenlere kolonileşme adımları atıldı. Keşif gezileri sonucunda GO12 gezegeninin yaşamaya en uygun yer olduğuna karar verildi. İlk olarak; ekim alanları, bilim merkezi, yemekhane, idare ve kontrol merkezi, buralarda görevli personel için kalacak yerler gibi zorunlu alanlar inşa edildi. Projenin adım adım devam ettiği yetmiş yıl içinde güç savaşları, kimyasal silahları ve ardından genetik mühendislikle geliştirilmiş biyolojik silahları yarattı. Bu sırada kolonileşme projesi gizli bir adada yürütülüyordu ve savaşın etkileri burada hissedilmiyordu. İnsanların dörtte üçü hayatını kaybetti. Proje şekil değiştirdi, artık bir kurtuluş projesi olmuştu ve Geçitopya yaşam üssü olacaktı. Dünya ölüyordu, medeniyetleriyle, kültürleriyle, inançlarıyla, dilleriyle, gelenekleriyle, ilmiyle, sanatıyla, tarihiyle, her şeyiyle birlikte ölüyordu. Ülkelerden, ellerinde olan tüm görüntü, ses, uydu kayıtları, aklına gelebilecek her kayıt alındı. Elde olan verilerle sanal bir dünya yaratıldı. Adına Dünogram dendi, dününü anlatan dününü yaşatan bir hologram programı. Tıpkı bir çip gibi, tüm bilgiler sana doğrudan enjekte ediliyor, geldiğin topraklarda dinini, dilini, sosyal kurallarını, becerilerini, mesleğini sana öğretiyor hem de deneyimleyerek!

– Pekala, o zaman ben Müslüman bir aileden geliyorum, İslam dinini öğrenmem için Dünogram bana ona göre bir ülkede sanal bir hayat yaşattı. Öyle mi?

Sandığı kadar da yüzeysel bir çocuk değildi galiba Sinan, bugüne kadar tanımak için uğraşmadığından bunu fark etmemiş olabilir miydi Gül? Doğrularcasına kafasını salladı ve konuşmaya devam etmesi için gözleriyle cesaret verdi.

– Yaşıyorsun ve ölüyorsun ve sonra tekrar bunları yaşayıp duruyor musun? Yedi seans derse girdiğimi söylemiştiniz? İnsan yedi kere farklı hayat yaşayıp yedi kere ölümünü izlerse delirmez mi?

Evet, evet, zekasını küçümsemiş olmalıydı, hiç fena değildi soruları, belki de kızına bu çocuğa duyduğu yakınlık için çok da yüklenmemeliydi.

– Seans derslerinden sonra sübjektif olan ne varsa siliyoruz. Matematik, tarih, coğrafya, din, dil gibi objektif olanlar ve edinilen mesleki bilgileri bırakıyoruz. Her yeni yaşamda, kişinin becerilerine ve daha önce seçtiği mesleğe göre daha iyi bir eğitim almasını sağlıyoruz. Böylece hem eğitimini tamamlayıp Geçitopya’da faydalı bir iş yapmasını sağlamış oluyoruz hem de Dünya’ya döndüğümüzde yabancılık çekmemesini sağlamış olacağımızı umuyoruz. Yeterli düzeye gelen kişinin ders seansını sonlandırıyoruz, bazen bir kaza bazen de ölümcül bir hastalıkla sanal yaşamına son veriyoruz. Örneğin Anya, en başarılı öğrencimiz, son dersini almasına bile gerek yok, neredeyse dört farklı alanda profesör unvanını aldı, her seferinde fazla gelişkinliği yüzünden seanslarını sonlandırmak zorunda kaldık. Geçitopya için bir cevher, ileride benim yerimi benden katbekat fazlasıyla alacak. Ama sen bugüne kadar kendi sanal yaşamına hep kendin son verdin, ya cephede ya çete savaşlarında ya ringde ya dağlarda ya da alkol komasına girerek, bizim müdahalemize gerek olmaksızın öldün. Sanal yaşamlarında neredeyse tüm dövüş sporlarında ve hatta sokak dövüşlerinde ustalaşmana rağmen Geçitopya’daki disipline hep uygun davrandın. Bu sefer cenazeni de izle istedik, tepkini ölçmek, bilişsel ve otonom davranışlarını gözlemlemek istedik, bunu çok nadiren yaparız.

Anya! Sanki biliyor bu ismi, müzik geliyor kulağına, dans ediyorlar buğday tarlasında, kızıl saçları parlıyor, pudra kokusu sarıyor her yanı. Bu bir hayal ya da yapay bir anı değil sanki. Kalbi hızlanıyor, kanı yavaşlıyor damarlarında. Anya. Anya! Hatırlıyor, nasıl olabilir? Sanal yaşamda gerçek yaşamını hatırlayamaması lazım değil mi? Sohbet edip güldükleri, bacağına yattığı, saçını okşadığı, dans ettikleri, Yaşam Alanında rastgele halkın içinde orada burada bin bir insanla harika vakit geçirdikleri her günlerinin üç saati, hatırlıyor hepsini. Kulağındaki cızırtı bir anda tavan yapıyor, ardından kesiliyor ve o da ne? Anya’nın sesi değil mi bu? ‘Gizli Ada’dan nasıl buraya geldiklerini sor!’ Sağına soluna bakıyor istemsizce, gözbebeklerinin büyüdüğünü hissediyor. Gül ve Sam gözlerini Cevat’a dikiyor. Cevat dudaklarını büzüp bilmediğini söylüyor ama Gül tedirgin, Cevat bir şeyler çeviriyor olabilir mi?

– Ya, pardon, anlamaya çalışıyordum da, fazla mı tepki verdim? Neden garipleştiniz hepiniz?

Sinan, Cevat’ın gözlerini kaçırmasından, müdahale etmesi gerektiğini anlamıştı. Anya, sisteme izinsiz yasak giriş yapmıştı ve Cevat’ın bunda parmağı olmalıydı. Planları neydi bilmiyordu, gerçi ona haber vermemelerine bozulmuştu ama haberi olsaydı rol de yapamazdı, şimdi onları suçlayacak, kızacak zamanı da yoktu. Anya onun her şeyiydi, oyunu onun kurallarına göre oynayacaktı. Sam’e doğru döndü.

– Evet, peki nasıl geldiniz buraya? Bir de pardon da tasarımda büyük bir hata var sanırım çünkü Yaşam Karesinde bizim odalarımız hatta yataklarımız falan yok farkında mısınız bilmem de!

– Pekala, aslında bu anlattıklarımı hatırlamayacaksın ama madem başladık bir kere, biz de hafızalarımızı tazelemiş olalım, anlatalım bakalım. Dediğim gibi, Geçitopya projesi, Dünya’daki biyolojik silahların etkisi geçene kadar geçici bir yaşam alanı, bir geçiş üssü olarak derhal değiştirildi. Süreç hızlandırıldı. Yirmi ülkeden yüzer rastgele insan seçildi. Rastgele seçilen halk ve bilim, teknik, tıp, matematik, mühendislik, edebiyat ve sanat alanlarında Dünya’nın en önde gelen isimleri aileleriyle birlikte ana gemi Gökyüzü1’e bindirildi. Diğer ana gemi Gökyüzü2’ye yaşam alanları için yapı malzemeleri, diğer ekinler, merkezler için çeşitli malzemeler, askeri personel ve ne yazık ki bir de, kendi malzemelerinden ayrılmak istemeyen uzay mühendislerimiz yerleştirildi. Gökyüzü1 ve Gökyüzü2 tek başlarına rota belirleme kabiliyeti olmayan taşıyıcı gemiler. Her ikisi de kılavuz araçlarına bağlıydı. Gökyüzü 1 Geçitopya’ya indi. Gökyüzü2 ise başaramadı.

Bağırmasan da duyabiliyorum, zihnimin içinde gibisin, yoksa orada mısın? Sesli olarak bunları soramadığından, Anya’nın emriyle diğer soruya geçti.

– Buraya kadar tamam, her şey gayet güzel, ana babalarımızı kurtarmış, bizim nesli burada yetiştirmişsiniz Allah razı olsun da, daha ne kadar buradayız, geri dönme planı falan var mı?

– Plan ve organizasyon kısmını bizler, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek ve gerekli tedbirleri alarak hallediyoruz. Unutup gideceğin bu kadar bilgi yeterli, sanıyorum artık rahatlamış ve gevşemişsindir. Çıkış sistemini çalıştır Cevat, bir daha tekrarlatma bana artık!

– Plan olmaz mı dostum? Var da planlanan süreye de daha var! Virüsün elli yıl sonra çoğalmayı keseceği ve altmış beş yılda etkisini tamamen yitireceği anlaşılınca her şey altmış beş yıla göre ayarlanmış. Ellinci yılımızdayız, Dünya’da ne olup bittiği bilinmiyor, virüs gitti mi kaldı mı, insanlara ne oldu, zombiler mi türedi, canavarlar mı hortladı bilinmediğinden Yuva’ya dönüş planını gerçekleştiremiyorlar çok sevgili büyüklerim. Oysa nüfus patladı, kaynaklarımız tükenmek üzere, nefes alabileceğimiz olsa olsa iki yılımız kaldı, topuklarımızı popomuza vura vura kaçmamız lazım. Gizli Ada’nın adı Yuva bu arada yakışıklı, unutma bunu! Yuva’nın altında Yeryüzü1 ve Yeryüzü2 kılavuz araçlarıyla beraber bekliyor, olur da Gökyüzü1 ve 2 arızalanır diye B planı yapmışlar anlayacağın. Birinin kıçını kaldırıp buradaki kılavuz aracıyla gidip iki aracı alıp dönmesi lazım, araç pilotu nerede peki? Zindan’da! Sanal gerçeklikte bitip tükenmeyen bir yaşam döngüsünde, en iyi iki Kılavuz Araç pilot adayı hala Dünogram eğitimlerini tamamlayamadı, falan filan bir sürü faso fiso anlayacağın!

O kadar çok karmaşıklık, çelişki, çıkmaz vardı ki, ola ki Cevat anlatmaya başlasa, oksijen tükenir, Geçitopya’nın ömrü bir yıl daha kısalırdı. Gökyüzü1 kılavuz aracıyla birlikte neden havalanmıyordu, insanlar Dünya’ya transfer edilemez miydi? Yer mi vardı kardeşim! Ölüme zorla direndirdiklerimizi saymazsan nüfus beş katına çıktı, beraberinde etik bir tartışma, Karantina Karesi ve Yaşam Karesindekileri bırakalım mı? Geçitopya’da doğanların ciğerleri Dünya’da ne kadar dayanır, onları mı geride bıraksak? Dünya’da bir günde ciğerleri iflas edip ölmelerindense burada en azından iki yıl daha yaşarlar. Kura mı çektirsek? Lan, Dünya’da hazırda bekleyen iki gemiyle beraber kesin üç gemimiz var, bir de uzayda bulunmayı bekleyerek süzülen bir gemimiz var, nedir bu tartışma? Neyse ki, Sinan, gerginliğin artmasıyla zamanlarının daraldığını anlamış olacak ki bunlarla ilgili bir soru sormadı Cevat’a. Onun yerine, son soru, zihnindeki sesle aynı anda çıktı ağzından.

– Kılavuz Araç nerede? Bu altı kare içinde olmadığı kesin, uzay boşluğunda mı, yerin altında mı,
kalkana mı bağlı? Nerde?

Bundan sonra olaylar inanılmaz bir hızla gelişmişti. Gül’ün yüzü gerginlikten uzamıştı sanki, kafasını iki yana oynattı, sağ elini kaldırıp yeter dercesine öne doğru uzattı. Sam, kılavuz aracının yerini ağzından kaçırdı. Cevabın gelmesiyle Cevat bileğindeki bir düğmeye bastı ve üçü mavi boşlukta kalakaldılar. Aynı saniyeler içinde Anya, Sinan’ın omuriliğine, kollarına ve şakaklarına bağlı kabloları çekip çıkarttı, hızla yan sedyeye uzanıp annesinin boynunda asılı sınırsız yetkili giriş kartını ve parmağındaki yüzük görünümlü Kılavuz Araç anahtarını aldı. Sinan Anya’yı yakalayıp omzuna attı, var gücüyle koşmaya başladı. Gül acil çıkış kodunu yüksek sesle söyledi, sistem kapandı. Oda28’in cam kapısı kapanırken Sinan arasından sıyrılıp geçti. Tüm odaların kapıları kapanmıştı. Koridor boştu, cam kapılardan herkes onlara bakıyordu. Anya Sinan’ın omzundan narin bir hareketle inip arkasını döndü.

– Üzgünüm anne, kardeşimi bırakmana izin veremezdim! İzle bizi, yol göster, yardım et!

Dudaklarından seni seviyorum dediğini okudu Gül, o da seviyordu tabi ki kızını da ne demekti izle bizi? Bir hışımla Cevat’a döndü, ağzını açmasına gerek yoktu.

– Kılavuz Aracı ana gemiden izleyebileceğimiz bir yazılım geliştirdim. Sadece kılavuz aracının ve ana geminin nerede olduğunu bilmiyorduk. Teşekkürler Sam!

– Benden izinsiz nasıl yaparsın bunu?

– Babam sırf sevdiği kadının yanında olabilmek için izinsiz giriş yaptı Dümen Karesi’ne, bana sordunuz mu o zaman babanın derdi ne diye? Alıp tıktınız Zindan’a! Annem hastaydı, belki de iyileşecekti, beklemediniz bile, benden izinsiz alıp Zindan’a bağladınız. Prosedür falan yok artık. Keyfinize göre seçilenler değil ya yardım edersin bize ve hepimiz Dünya’ya döneriz ya da hepimiz ölürüz.

Onlar daha çocuk diyesi geldi, yuttu, Anya en zekileriydi, Sinan’sa açık ara en güçlü erkek, en çılgın fikirli Cevat’la bir olmuşlardı, durumu kabullenip onlara yardım etmekten başka şansı var mıydı?

Kılavuz Araç’a binmişlerdi binmesine de bu bin bir çeşit tuş, kol, kadranlar falan ne işe yarıyordu, kim kullanacaktı? Oturdu, elini metale değdiği an, savaş pilotluğu yaptığı sanal hayatı devreye girdi, bakışları değişti, hazırdı. Anya, güven ve sevinçle ona baktı. Sinan, sağ eliyle kolu çekti “Hadi Bismillah!”.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

nebula

Spinoza’nın Hayaleti | Varlık Ergen (Kısa Öykü)

Varsayım. Bu kelimeyi herhangi bir yerde herhangi bir insandan duymuşsundur. Hatta sen de sık sık …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et