Fraktal | Murat Yıldırım (Kısa Öykü)

Dilimde babamdan duyduğum, sadece nakaratını ezbere bildiğim hüzünlü bir şarkı: Gülpembe…

İçinde kayboldugum düşüncelerimin ne olduğunu ben bile bilmezken melankolimi sezen minik prensesim seslendi:

“Babacığım, beni hayvanları görmeye getirdiğin için çok teşekkür ederim.”

Artık içinde siyahtan çok beyaz olan sakalımla oynadım bir an. Nasıl oluyordu da annesini neredeyse hiç görmemiş bu minik serçe sadece ona benzemekle kalmıyor, aynen onun gibi kendinden önce hep başkalarını düşünüyordu. En güzel gülümsememi gönderdim ona:

“Ben ne zaman minik prensesime söz vermişim de tutmamışım. Sen de biliyorsun ki senden ve ablanlardan daha değerli hiç bir şeyim yok.”

Bu mavi gözlü şeker, pembe bir elbise giymişti. Ama boş sözlere karnı toktu. Elimden tutarak çekiştirmeye başladı: “Hadi, hadi kafeslere gidelim. Maymunları görmek istiyorum.”

Ah, o erkek fatmalar. Diğer iki kızım herhalde bana çekmişti. Yaş gruplarının en haşarısı, en yaramazıydılar. Nerede bir cam kırılsa, nerede birisi kapıya vurup kaçsa altından o iki sıpa çıkıyordu. Her şeyi yaptıktan sonra da kırk dereden su getirip uydurdukları bahaneler de cabası. Yaramazlıklarını herkes annelerinin yokluğuna veriyordu da bu sayede kimseyle papaz olmamıştım. Huysuzluktan, haytalıktan başka ortak bir özelliğimiz daha vardı: Onlar da minik prensese düşkündü. Ama onun için en uygun yolun kendilerine benzemesi olduğunu düşünüyorlardı ki bunun için az kovalamamıştım onları.

“Bunlar kafes değil ki kızım, yaşam alanı. Maymunların veya diğer hayvanların rahatsız edilmeden yaşaması için her şey mevcut. Dışarıda yeterince yaşam alanı kalmadığı için hayvanlar serbest kalamıyor.“

“Ama ablamlar kafes diyorlar.”

“Bakma sen o yaramazlara.”

“Deme öyle. Onlar yaramaz değil, abla.“

Bir iki dakika sessizce ilerledik. Karşıdan maymunlar görününce küçük kızım bir çığlık attı. Hemen koşup kubbenin şeffaf duvarına ellerini dayadı. Kubbe yarım küre bir sabun köpüğüne benziyordu. Göz alabildiğine uzanan yaşam alanı içinde ufak bir göl, türlü türlü ağaçlar ve büyükçe bir çayırlık vardı. Duvara yakın bir köşede ağaçlarla çayırların birleştiği noktada bir grup maymun dinleniyordu. Bir yavrunun bir ilgisini çekmiştik, özellikle de prenses. Ufaklık annesinin sırtından inip koşarak geldi. Tam prensesimin karşısında durdu. Kafasını eğip kendisi gibi sevimli bir şeker parçası kızımı süzdü. Zarar gelmeyeceğine inanınca iyice cama yaklaştı. Meraklı gözlerle birbirlerini incelediler. Sonra biri diğerini taklit etmeye başladı. İlk önce kim başladı, kim kimi taklit ediyordu tahmin etmek olanaksızdı.

Bir an içim ürperdi. Kızımı bir an aynada görüyormuş gibi hissettim. Milyonlarca yıl geçmişi gösteren bir aynada. Her şeyin daha basit ve kolay olduğu bir zamanı, toptan türlerin yok olmak üzere olmadığı bir çağı gösteren bir ekrana bakıyordum sanki. Bugün böyleydim işte. Bu iki minik şekeri bir iki dakika daha seyrettikten sonra kızıma tam “Hadi“ diye seslenecektim ki kubbenin neresinden geldiği belli olmayan ama kubbenin tüm duvarlarını yeşile boyayan ışıklar yanmaya başladı. Tüm maymunlar, minik taklitçi de dahil, yaşam alanının ortasına doğru koşuyordu. Serbest gezme zamanı bitmişti demek ki.

– Hadi prenses, daha göreceğimiz bir çok yaşam alanı var dedim.

Koşarak geldi, elimi yakalayıp ileri doğru çekiştirmeye başladı. Az sonra Afrika`nın geniş savanalarına benzer yaşam alanında gergedanları seyrediyorduk.

Bana dönerek “Unicornlar ne kadar güzel“ diye bağırdı.

“Hayır, tatlım bunlar gergedan. Gerçek. Unicornlarsa hayal ürünü. Öyle bir canlı yok.“

“Evet, var.“

“Ama kızım senin çizdiğin unicornlar hep rengarenk baksana bunlar tek renk.“

“Ama onun bir sebebi var.”

“Neymiş bakalım sebebi.”

“Çünkü buradakiler hep savaş unicornu. Bunlar tek renk. Diğerleri ise her renkten. Renkli renkli. Mor, pembe, fuşya.“

Beklemediğim bu cevaba ancak derinlerden bir kahkaha ile cevap verebildim. En son ne zaman böylesine içten, dolu dolu kahkaha atmıştım. Ayrıca fuşya diye bir renk mi vardı?

“Bak ben hiç böyle düşünmemiştim. Haklı olabilirsin,“ derken ağzım hala kulaklarımdaydı.

Yakında zebralar ve zürafalar vardı, oraya doğru yürüdük. Prensesim zebraların çizgilerine, zürafaların uzun boyunlarına hayran kalmıştı.

İleride kediler vardı. Minik şekerimin bunlara da bayılacağından emindim. Zaten elimi çekiştirmesinden belliydi. Minik kızım evcil kedilere bayılmıştı. Siyahı, beyazı, tekiri, sarmanı onlarca kedi. Bize aldırış etmez görünüp uzaktan uzaktan bizi süzüyorlardı. Daha gözleri yeni açılmış tekir yavrular vardı. Onlara ikimiz de bittik. Şeker kızım bir tanesini eve götürmek için yalvarmaya başladı. Olacağından umut kesince içeriye girip kucağına almak için yalvardı. İçim acıya acıya “Hayır“ dedim. Yaşam alanlarına girmek kesinlikle yasaktı. Benden kesin cevabı alınca diretmeyi bıraktı. Ama arkasına dönüp dönüp bakmasına içim parçalandı.

Aslanların önüne geldiğimizde kocaman yeleleriyle erkekler miskin miskin yatıyordu. Bir kaç dişi ise ortalıkta salına salına geziniyordu. Aslanlara sadece bakıp geçtik. Ama hengame, kaplanların yaşam alanının önüne geldiğimizde koptu. Duvara yaklaştığımızda ortalıkta hiçbir hayvan yoktu. Daha iyi görmek için cama iyice yanaştığımızda az ilerideki çalıların arasından sarı siyah bir şey ok gibi fırladı. Üzerimize doğru koşmaya başladı. Ne yalan söyleyeyim bir anda korktum. Nerede olduğumu, -utanarak söylüyorum- hatta pembe şekerimi bile unutup kaçmak istedim ama yerimden bile kııpırdayamadm. Avcının tuttuğu ışık karşısında felç olmuş bir tavşan gibi kalakalmıştım. Bize bir kaç metre kala kaplan kızımın üzerine doğru zıpladı. Atlayışın en yüksek noktasını geçilip, o iri pençeleri bütün haşmetiyle gördüğüm o an, sonumuzun geldiğine emindim. Benim korku dolu haykırışım kızımın çığlığını bastırıyordu. Fakat kaplan, tüm öfkesi ile aradaki şeffaf duvara çarptı ve patlak bir top gibi olduğu yere düşüverdi.

Yere düşmesi ile kalkması bir oldu. Duvarı geçemediğine çok kızmış, kükreyip duruyordu. Bense kızıma sarılmış şoku atlatmaya çalışıyordum. Hala pes etmemiş, iri pençeleriyle şeffaf duvarı tırmalayıp aşmaya çalışıyordu. Birden kubbenin duvarı yeşil olarak parladı. Bir anda, bir sürü kaplan ortaya çıkmıştı ve hepsi yaşam alanının ortasına doğru koşar adım ilerliyordu. Bize göz dikmiş olan daha da kudurmuş, kendini tekrar tekrar cam duvara çarpmaya başlamıştı. İstemsiz olarak gözlerim onda, kucağımda kızım kıçımın üzerinde geri geri kaçmaya çalışıyordum.

Işıklar ilk önce sarıya sonra kırmızıya döndü ve ardından mekanik bir piston sesi duyuldu. Daha sonra duvarın öbür tarafında, 15 metre kadar uzakta açılan bir kapaktan insanımsı bir robot yükselerek ortaya çıktı ve öfkeden çıldırmış kaplana doğru döndü. Onu gören hayvan gövdesini ona doğru çevirip insanımsının etrafında dönmeye başladı. Robot ise savaş vaziyeti almış bekliyordu. İkisi de rakibini süzüyor, bir açığını arıyordu. Ama mekanik olan bariz bir şekilde üstündü ve çok fazla beklemeden harekete geçti. Sağ omzunun üzerindeki havalı tüfeğe benzer silah hızla döndü ve iki kez patladı. Kaplan fırlatılan iğnelerden kaçmaya yeltendi. Fırlatılan ilk uyuşturucu iğneden seğirterek kurtulsa da ikinci uyuşturucu iğne tam boynuna saplanmıştı. Koca hayvan ancak iki metre kadar ilerleyebildi. Bacakları daha fazla kendi taşımadığı için, önceki hızıyla savrularak yere yuvarlandı. Robot yaklaştı ve iki koluyla kaplanı kavradı ve yaşam alanının ortasına doğru götürmeye başladı.

Kızıma sıkı sıkı sarılmış, bağrıma basmıştım. İkimizde sarsılmıştık ve hala ağlıyorduk. Hemen kendimi toplamaya çalıştım. Nasıl bir babaydım ben böyle. Ölüm bana yabancı değildi ki. Üç kızımdan başka tüm sevdiklerimi, şehrimi, ülkemi kaptırmıştım. Bir daha benden kimseyi alamayacak diye yemin etmemiş miydim? Ama şimdi aç bir yırtıcı karşısında ödüm patlamıştı.

“Ağlama. Kaplanı aldılar, götürdüler. Artık bize bir şey yapamaz.”

Başı omzumda biraz daha ağlamıştı. İç çekmeye başlayınca sakinleşir gibi olduğunu anladım. Eve mi dönmeliydik yoksa turumuza devam mi etmeliydik? Elimize geçen bu fırsatı sonuna kadar kullanmaya karar verdim. Daha penguenleri bile görmemiştik.

“Baba, kaplan kedisine ne oldu?“

“Herhalde sinirliydi. Biz yaklaşınca, çok kızdı. Çok kızınca da kuralları bozdu. Kuralları bozunca da robot geldi.”

“Kaplan kedisi öldü mü?”

“Yok kızım. Sadece uyudu; birazdan uyanır. Seni penguenlere götüreyim mi?”

Kocaman bir “Eveet” sesi yükseldi. Kucağımdan indirdim ve beraber penguenlerin yaşam alanına doğru yürümeye başladık.

Penguenlerin oraya geldiğimizde olanlar çoktan unutulmuştu bile. İlk önce penguenlere el salladı. Daha sonra badi badi yürüyüşlerini taklit etti. Kutup ayılarına biraz uzak durdu. Fokların çıkardıkları havlamaya benzer seslere çok güldü.

Yolun sonuna doğru yaklaştığımızda ana kubbenin şeffaf duvarın öbür tarafındaki uçsuz bucaksız okyanusu gördük. Aydınlanan kısımda binlerce renk, çeşit çeşit balık vardı. Karanlıktan seçemiyordum ama uzakta da iki tane kambur balina vardı galiba. Aniden karanlıkların arkasından iri bir vatoz balığı çıktı. Boyu en az benim kadar vardı. Kızım minik bir süpriz çığlığı atarken ben de az kaldı havaya sıçrayacaktım. Bugün bahtımız korkmaktan açılmıştı galiba.

Vatozun ardından iki tane karartı belirdi. İki tane deniz insanı. Yeşil derilerini, boğazlarındaki ve kollarının altındaki solungaçlarını, iri ve pörtlek gözlerini saymazsak ha bir de perdeli elleri ve ayaklarını, insana çok benziyorlardı. Tamam, belki o kadar da çok benzemiyorlardı.

Prensesim duvara yapışıp “Deniz kızı“ diye heyecanla bağırdı. Yaklaşanlardan biri yetişkin diğeri de yavruydu. Karşıdan yaklaşan yavru da cama yapıştı. Yine birbirine el sallama ve taklit faslı başlamıştı. Karşı taraftaki yetişkin, vücut orantısına bakılırsa dişi olmalıydı, ve bu tarafta da ben yavrularımızın duvarın ardından birbiriyle oynamasını seyrediyorduk. Minik deniz kızı suyun içinde taklalar atıyordu. Bu tarafta kızım olduğu yerde zıplıyor, alkışlıyor, gülüyordu. Birden maymun yaşam alanındaki yaşadıklarımız geldi aklıma. Acaba dışarıdan biz de öyle mi görünüyorduk? Biz belki de daha fenaydık. Kendi başına hayatta kalamayan hatta tüm gezegendeki hayatı tehlikeye atan evrimini tamamlayamamış az gelişmiş canlılar…

Deniz insanının – ya da kadınının- yüzüme odaklandığını fark ettim. Ben de ona doğru başımı çevirdiğimde bakışlarımız kesişti ve anlatamayacağım bir şeyler olmaya başladı. Etrafımda zaman ve mekan yok olmuştu sanki, bomboş bir okyanusun içersinde asılı kalmıştım. Sadece ben ve sonsuz bir dinginlik vardı. Onun arkasında bir yerlerde, bir ses tuzağa düştüğümü, oltaya geldiğimi söylüyordu. Içimde sanki huzur ve huzursuzluk birbirini kovalıyordu.

Gözlerimin önünde birtakım anlamsız ışıklar ve görüntüler belirdi. Kendimi kanal aranan bozuk bir radyo gibi hissediyordum. Deniz insanları telepatiyle iletişim kuruyordu. Muhtemelen, bu dişi de benimle iletişim kurmaya çalışıyordu. Belki beynimin frekansları tutmuyordu, veya belki de lopları uyumlu değildi. Mesaj her neyse alamıyordum. Birden gözünün önünde bir ışık patladı. İlk önce beyaz bir ışık sonra farklı renklerde ışıklar gözlerinin önünde dans ediyordu.

Ne kadar geçtiğini bilmiyorum: Bir kaç saat veya bir kaç dakika, belki de bir kaç saniye. Kendime geldiğimde deniz kadını kafasını yana eğmiş hala beni seyrediyordu: Gözlerim tekrar ışığa alışınca etrafımızın yeşile döndüğünü fark ettim. Aklıma ilk gelen düşünce yetişkinin beni ışıklar konusunda uyarmaya çalıştığıydı. Muhtemelen en son yaşadığım telepati de bağırmanın karşılığı olmalıydı.

Kahretsin, ışıklar sarı olmuştu bile. İçimden bildiğim en ağır küfürleri etmeye başladım. Bugünün üstüne bir de uyuşturucu iğne yersek tam olacaktı. Prenses ışıkları görünce olduğu yere korkuyla çökmüş, “Geç kalacağız, geç kalacağız, ” diye ağlıyordu. Onu duvar dibinden kaptığım gibi kucağıma aldım ve ana kubbenin ortasına doğru depara kalktım. “Çok uzak değil. Yetişebiliriz diyordum,“ kendime ama ben bile inanmıyordum.

Tüm gücümle koşuyordum. Işıklar ilk önce portakal rengine daha sonra kırmızıya dönmüştü işte. Sonra o sesleri duydum. Duymaktan korktuğum sesleri. Mekanik pistonlar, kapağın açılması, insansı robotun ayak sesleri ve havalı tüfekler. Uyuşturucu iğnelerden birisi sol omzumun üzerinden geçti. Ama minik bir acı sağ kalçama yapışmıştı bile. Oradan bütün vücuduma hızla bir uyuşukluk yayıldı. Ama kapı görünmüştü sonunda.

Daha fazla koşamayacaktım, kendimi sırt üstü yere bırakırken kucağımı açtım. “Hadi, koş Özgür, koş.” diye bağırabildim. Birkaç saniye sonra artık hareket edemiyordum. Tüm vücudum kaskatıydı.

Robot beni yerden kaldırırken soğuk kollarını hissediyordum. Bir an deniz insanını düşündüm. Bizim başımıza gelenleri gördüğünde o da korkmuş ve benim yapacağım gibi yavrusuna sıkı sıkı sarılmış mıydı? Yoksa bir “hayvanın” nasıl terbiye edildiğini görmek için kasten beni oyalamış mıydı?

Her ne olursa olsun kızlarım yaşayacaktı ve bir gün prensesimin adı gibi Özgür olacaklardı. Bu kubbenin altında hapis olarak ölmeyeceklerdi.

Yazar: Murat Yıldırım

Bilim ve Teknik dergisinde popüler bilim yazarlığı ve editörlük yapmışlığım var. Bilimkurgu Kulübü web sitesinde yazı yazmaya ve çeviri yapmaya devam ediyorum. Amatör olarak yazdığım hikâyelerim yine Bilimkurgu Kulübü web sitesinde, Yerli Bilim Kurgu Yükseliyor e-dergisinde, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi ve Lagari Fanzin'de yayımlandı. Elime geçen, hoşuma giden herşeyi okurum ama özellikle bilimkurgu, fantazi ve korku edebiyatına bayılırım. Eğitim hayatımda yolum Istanbul Atatürk Fen Lisesi, Boğaziçi Üniversitesi, University of Iowa ve University of Ottawa'dan geçti. Şu anda hayatımı ultrahızlı lazer laboratuvarlarında THz bandında foton toplayarak kazanıyorum.

İlginizi Çekebilir

intihar

İntihar | Sa Bahattin (Kısa Öykü)

Bu, yedinci intihar girişimim. Bu kez kendimi trenin önüne attım, yine de ölemedim. Aslında, ilk …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin