Eğer bir bataklık timsaharı, her biri iki karış büyüklüğündeki pullarını bambu kanonun yanına sürtüp bizi sallamasaydı kayıkçı benle hiç konuşmayacaktı. Bir yıldır AoP gezegenindeyim; Jnnko bataklık denizinin kayıkçılarının iskele barlarda Kara Boza içtikten sonra anlattıklarını dinleyip durdum. Sabaha kadar çeneleri kapanmaz. Bunun tam tersine, Çamur’un üstündeyken özellikle gün battıktan sonra dudaklarını göremezsin. Biyolog olmasaydım bu zıt karakteri anlamam zaman alırdı. Suyun derinliklerinde – AoP’lular bataklık denizine veya suya, çamur derler- binlerce, sınıflandırılamayacak kadar değişken yırtıcı hayvan yüzerken ince, bambudan yapılmış kayığın üstünde gürültü yapmak mantıklı değil tabii ki. Besin zincirinin halkaları hala kopuk bir çamurun içindeki varlıklara av olmamak için tedbirli olmalısınız.
‘‘ Bize kur yapıyor,’’ diye fısıldamıştı kayıkçı. 30’larında olduğunu tahmin ediyorum ama sesi 100 yaşındaki biri kadar yorgun çıkmıştı. ‘‘ Yoksa bizi devirirdi. Gördüğüm en büyük timsahar…’’
Merkez Üniversitesi Biyoloji Bölümü 1.sınıflarda okutulan Genel Astro-biyolojiye Giriş kitabının son baskısı, ‘timsahar’ın – ve daha başka 520 tür ad gibi- kökenin antik Dünya’dan gelmiş olabileceğini iddia eder. Saçmalık. Biyoloji kitabında olması trajikomik… Benim öğrenciliğimde aynı kitapta bu yazmazdı. İnsanlığın kökeninin hangi yıldız sisteminden doğduğu hala tartışmalıdır. Bu teorinin taraftarları ve muhalefeti arkeoloji dergilerinin sayfaları boyunca çarpışır dururlar. Astro-arkeologların Dünya tutkusunu anlayabiliyorum. Kuşkusuz Dünya antik bir gezegendir. ‘Dünya kadar eksi’ diye bir deyim birçok dile yerleşmiştir. Ama hala teoridir. Keşke biyoloji kitabındaki gizli Dünya öykünmesinin sebebi bu bilimsel hipotez olsaydı ama değil. Sebep dümdüz: Kitabın üç anlı şanlı hoca yazarının Yeni Muhafazakâr Partinin götünü yalama isteği… Bu iktidar partinin büyük bir çoğunluğu Dünyalıdır. Öyle işte. Birden çamurun çürümüş kokusunu alamadığımı hissettim.
Kayık yoğun suyu yarıyor. Açık yeşil parlayan fosforlu sivrisinek yumurtaları üzerinden geçiyoruz. Sırt çantamdan bir numune kutusu çıkarıp bu sivrisinek türünden bir ölçek almayı düşünüyorum. Kendimi zor frenliyorum. Ölüayak ağaçları sıklaşmaya başladı, derinlik azalıyor demek ki… Barın ışıklarını uzaktan seçebiliyorum; ölgün ışık etrafındaki Ölüayak ağaçlarını aydınlatıyor, karanlık gölgeler pencerelerin önünden geçiyor. Bir Tuzakçı ile tanışacağım için heyecanlıyım. Korkuyorum da… Jnnko bataklığının efsanesidir bu herifler. Bir AoP yılıdır buradayım ilk defa bir Tuzakçı ile karşılaşacağım. Koca gezegende sayıları iki elin parmaklarını geçmez, derler. Yerlilerin ‘ Müebbet Acı’ diye adlandırdıkları bataklık humması kapmış hastalıklı insanlardır bunlar… Bu yüzden evlerine – büyük, buharlı, kıçları çarklı gemi-evlerde yaşarlar- kimse ilişmeye cesaret edemez. Tuzakçı oldukları için mi bataklık hummasına yakalandıkları yoksa bataklık hummasına yakalandıkları için mi Tuzakçı olduklarını hep merak ettim. Daha tuhafı… Çocukları 1 saat içinde eritip öldüren bu hummadan ölmemeleri… Güney köylerinde Tuzakçılara ‘ölümsüz’ dendiğini işitmiştim. Bu yüzden Güney Vaskok bataklık denizi köylerinde ve Kuzey’de, burada, Jnkkonun ağaçlarına tüneyen barlar ve evlerde anlatılan yeni hikâyelerde, eski hikâyelerde ve Göç zamanı destanlarında Tuzakçı eksik olmaz. Korku hikâyelerinin içinde dengesini kuramamış bataklığın içinden yeni evrimleşmiş, görülmemiş bir canavar eksik olmaz ama bilirsiniz ki Tuzakçı gelecek ve hilkat garibesinin pullu göğsüne lazyon mızrağını saplayacaktır. Ben, hummadan ölmemelerinin sebebinin Dış Uzay hayvan kaçakçılarından, sattıkları hayvanlar karşılığı aldıkları bakteriostatik ilaçlar olduğunu düşünüyorum. Vücutlarında çıkan göçmen irinlerin insana verdiği acı dayanılmazdır. Ağrı kesici olarak uyuşturucu içtiklerine de eminim.
Kayık barın verandasına yanaştı, kayıkçının eline iki tablet çinko bıraktım. Sırt çantamı dengeleyip verandaya atladım. AoP’ta kimse kimseye bir şey için teşekkür etmez. Uğursuz bir yerde teşekkür anlamı kaybetmiştir. Ben de dönüp kayıkçıya bir şey söylemedim. Zaten kürek seslerinden çoktan açıldığını duyuyorum. Siyah çakmaktaşından örülmüş boncuk ip kapıyı elimle açtım. Kıvılcım sıçramaları ve boncuk şıngırtılarına rağmen yılgın ışıklı barda kimse dönüp bana bakmadı. Ben ise bar taburesinde oturan deri yelekli, omuzları kafam kadar adamı hemen tanıdım. Tuzakçı burada.
Küçük bir sorun var. Adam beni beklemiyor. Kimseyi beklemezler.
Ziftağacı kütüklerinden yapılmış barın içinde oturup yabancıyı dikizleyecek bir yer bulmalıyım. Ziftağaçları siyah olur, böceklerin tırmanamadığı kalıcı bir reçine salgılarlar. Bu yüzden bar daha bir karanlık… Yere bakıyorum, kütüklerin arasından Çamur çırpınıyor. Rüzgâr yoktu bu yüzden lambalar soluk… Sağ tarafta iki masa var, kımıldayan siluetler görüyorum, birileri oturuyor, timsaharlar gibi karanlıkta pusuya yatmışlar, ama korkmuyorum. Soluk bir Edison lambasının altına oturuyorum. Barcı Vasko arkamdan yaklaşmış:
‘‘ Ne istiyorsun Şeytan?’’ Yerliler dış uzaydan gelenlere Şeytan der.
‘‘ Bir Kara Boza…’’
‘‘ Bir? Bak Şeytan, bugün en az 40 çinkonu alacağım. İster iç ister içme… ‘’
‘‘ Verdim ya sana Vasko…’’
‘‘ Tuzakçıya gidip söylerim, bak.’’
‘‘ Sıkıysa söyle, haber uçuranın sen olduğunu öğrenince Çamur’un dibini boylayan sen olacaksın.’’
Vasko iri göbeğini geri çekti, küçücük gözleri dediklerimi sindiriyordu. Sonra çoktan yitip gitmiş Kuzeyce anlayamadığım bir küfür etti, homurdanarak barına yürüdü.
Tuzakçı, 2 metre boyunlarında olmalı… Kasları biraz yumuşamış fakat gölgenilüferleri kadar büyük iki sırt kası var. Kahverengi deri bir yelek giymiş, omzunda sırtında, irin göremiyorum. Pantolonu koyu renk kuş keteninden… Büyük bir kil bardağı kaldırdı, içkisini yudumladı. Kil bardağını dinlediğim hikâyelerden şimdi hatırladım. Barcılar, Tuzakçılara kilden bardakta içki servis edermiş ve Tuzakçı içmeyi bırakıp gidince arkalarından tek kullanımlık bu bardakları kırıp atarlarmış. Oysa bataklık humması kan yolu geçer.
Kayıkla bara yaklaşırken, Tuzakçının büyük buharlı gemisini gördüğümü hatırlamıyorum. Fakat bataklık ağaçları her şeyi gizleyebilir. O yüzden elimi hızlı tutmalı ve Tuzakçı ile konuşmalıyım. Vasko tekrar geldi. Homurdanarak köpükleri taşan biramı masaya vurdu. Barcı ile aramı sıcak tutmak için hemen bir çinko eline tutuşturdum. Ne olursa olsun, Vasko bana Tuzakçıyı sağlamıştı. Küçük yerli kızları satması hariç Vasko iyi adamdır.
Barın giriş kapısını örten çakmaktaş boncuklu ipler açıldı, bataklığın kokusu içeriye doldu, içeriye cılız iki genç erkek girmişti. Yüzleri gülüyordu fakat içeriye adım atar atmaz, bardaki adamı gördüler, seslerini azalttılar. Girişin yanındaki masaya çöktüler. Kalabalık olması içimi rahatlatıyor.
Sırt çantamın hala omzumda olduğunu fark ettim, omzumdan düşürüp ayağımın altına koydum. Karaboza birasından bir yudum alıyorum, alkolün cesaretimi artırmasını umuyorum. Toprak, süt karışımı tat içimi ferahlatıyor. Vasko Tuzakçının içkisini tazeliyor, kil bardağına değmeden şişeden bira döküyor.
Tuzakçının botlarına bakıyorum. Muhtemelen timsahar derisinden yapılmış. Dizine kadar uzuyor. Hayır, böyle olmayacak, eğer Mars’taki evimi bırakıp bu cehenneme gelebildiysem bir Tuzakçıyla da tanışabilirim. Boş bardağımı masanın üstünden kapıp ayağa kalkıyorum. İkinci içki bahanesiyle bara doğru yaklaşıyorum, Vasko’nun çipil gözleri büyüyor, başını hafifçe iki yana sallıyor ama ona aldırmıyorum ve Çamur kokan adamın bir metre yanına geliyorum. Göz ucumla yüzünü seçebiliyorum artık.
‘‘Hey Vasko,’’ Biraz sesim yüksek çıktı. Herkesin pür dikkat kesildiğini tahmin edebiliyorum.
‘‘Otur yerine Şeytan. Ben getiririm. Eski köye yeni adet çıkarma,’’ diye beni uyarıyor Vasko.
Yüzümü Tuzakçıya dönüyorum, yanağındaki kan kırmızısı göçmen irin bana bakıyor. İğrenç değil, bir savaş yarası gibi asil hatta.
‘‘Vasko tam bir geri zekâlı… O koca göbeğiyle içkiyi getirene kadar bira ısınıyor. Siz akıllılık etmişsiniz bara oturmakla…’’ diyorum.
Adam:
‘‘Dışarıda rüzgâr kesildi değil mi?’’ diye sordu. Konuştu benle konuştu. Sesi oldukça kalın ama kesinlikle köylüler kadar bezgin değil. İçindeki gizil enerjiyi hissettim.
‘‘Dikkat etmedim. Adım Runo… ’’
‘‘Bataklıkta her şeye dikkat etmelisin, sen bir Şeytansın değil mi? Şeytanlarda ölür.’’
Cesaretlenerek yanındaki bambu kamışlarından örme bar taburesine tünedim. Vasko omuzlarını silkti, boş bardağıma Boza doldurdu. Tuzakçıyı ürkütmemek için bir-iki dakika sesimi çıkartmamaya kadar verdim. Mars yörünge gazinolarındaki barlarda içki dolaplarının üstünde ayna olur. Fakat burada karşımda içkilerin üstünde duvara boylu boyunca asılmış çizgi-roman kilim var; bu benim adlandırmam. Kilim, savaşı resmeden altın sarısı nakışlar ile bezenmiş. Koloni Savaşı… Soldan sağa doğru okursanız hikâyenin gelişimini anlıyorsunuz: Kilimin sol başında bir cadı eli kadar kuru bir ağaç Çamurdan dışarıya çıkmış, ufukta Andromeda gemileri birer nokta olarak gözüküyor. Bir sağdaki sahne; aynı ağacın üstüne bir kolonici çıkmış, dürbünle gemilere bakıyor; gemileri seçebiliyoruz artık, yarım ay şeklinde uğursuz işlemeler var üstte… Kolonici antik çağ arkeologları gibi sazdan büyük bir şapka takmış, bir kadın… AoP’a ilk ayak basan koloniciler iklim şekillendiricilerdi. Sadece kuşların gezindiği AoP’un suyunu canlılar ile tıka basa doldurmak için geldiler, bataklık denizlerinin her 10 kilometre karesinde, tuhaf şimdi terk edilmiş yarım küre platformlarını yerleştirdiler. Bir nesil boyunca uğraştılar, sonra işleri yarım kaldı, Andromedalılar, o gözü doymaz insanlar geldi. Üçüncü sahnede ağaç ve kadın küçücük, küre platform ortaya çıkmış, kürenin içinde onlarca Kolonici silueti görüyoruz. Bir U gökyüzünden aşağıya inmiş, sarı bir iplik nakış geminin ucundaki boşluktan çıkmış, bir lazer ışınını simgeliyor, lazer kürenin dış yüzeyine değiyor; yıkım başlamış. Son sahne, kilimin en sağ tarafı… Platform küçülmüş, ama kırılan kürenin içinden aşağıya doğru düşen insanları görüyoruz. Gemiler, U’lar da küçük ama onlarca artık. Sivrisinekler gibi üşüşmüşler kürenin etrafına… Ama zafer de aynı sahne de; Dev bir Ejderhan balığı bataklığın çamurlu sularını yarmış çıkmış. Ağzı açık, kocaman… Ejderhan balığı bir efsane bana göre… Kanatlı balığa hiçte kolonicilere benzemeyen iri yarı, kaslı bir adam binmiş. Elinde bir lazyon mızrağı tutuyor, yakın bir U’nun güvertesine saplamış mızrağı. Mızrağın deldiği yerden kırmızı iplikler fışkırıyor. Aynı sahnede arkalarını dönmüş kaçan gemileri de görüyoruz. İlk sahnede solda olan ağaç ve şapkalı kadın, bu sefer sağ altta ve zaferle elini kaldırıyor. Andromeda bir daha uğramayacak Aop’a… Ama kayıplar çok…
Tuzakçıların ejderhanlara binenlerin çocukları oldukları söylenir.
Arka tarafımızdan, bu kahraman zoraki savaşçıların kanını taşıyan biri yere devrildi. Girişin yakınında oturan gençler gülüştüler. Vasko küfür ederek yanımızdan geçiyor:
‘‘Nerede bu adamın kayığı? Çuval gibi atacağım onu. Yok yok, Çamura atayım.’’
Bu kargaşadan yararlanarak yüzümü Tuzakçıya döndüm.
‘‘Sizinle tanışmak bir şeref… Bir tuzakçıyla…’’ dedim. Kurumuş toprak yüzü aydınlandı ama kesinlikle gülmeyecek.
‘’Ben de sizi arıyordum,’’ dedi. Şaşırdım. ‘‘ Vasko’yu ayarladım.’’
‘‘Nasıl yani? Vasko benim köstebeğim sanıyordum. Sizin burada olacağınızı o söyledi. Bir de üstüne çinkomu da aldı. Vay be…’’
‘‘Tuzak kurdum,’’ dedi.
‘‘Herhalde beni tacirlere satmayacaksınız, Bay…?’’
Tuzakçı yüzünü yukarıya dikti, tam tepesindeki bulanık sarı ampule dikkat kesilmişti. Barın içinin biraz aydınlandığını o zaman fark ettim.
‘‘Hey Vasko! ‘‘ Vasko böceklerin kemirdiği bir bambu kadar cılız sarhoş ihtiyarı iki elinden yerde sürüklemekle meşguldü. Tuzakçının seslendiğini duyunca adamı bıraktı, adamın kafası yerde bir kere sekti. Vasko elinin tersiyle alnındaki teri siliyordu. ‘‘ Rüzgartutanların hepsi mi çalıştırdın?’’
‘‘O kadar param yok… İki tanesi çalışıyor. Ne oldu ki?’’
‘‘Hiç!’’ dedi Tuzakçı ve bar taburesini gıcırdatarak geri döndü.
‘‘Hey Şeytan, sakın yerinden kıpırdama oldu mu? Ne olursa olsun. Bana lazımsın.’’
Tuzakçının anlaşılmaz mesajından korkmaya fırsat bulamadan; dışarıdan, bataklığın içinden, Çamurun içinden bir şey çıktığını duydum ve eş zamanlı bir ahtilop kolu, her biri bir insan kafası kadar büyük vantuzlarıyla ip kapıyı yırtıp içeriye düştü. Büyük mor bir et… Bataklık ve balık kokusu keskin… Kolun üstünde, vantuzların arasında, biyoelektirik siğiller parlıyor. Dehşet o kadar yoğundu ki yerde yatan içki komasına girmiş ihtiyar bir anda ayıldı ve kıç üstü emekleyerek geri çekildi. Vasko ise büyük göbeğini tuta tuta barın iç kapısına doğru koştu. İp kapı yanındaki en yakın masada oturan gençlerden biri – kuş avcıları- ayaklanmıştı. Sivri çeneli genç Kuşçu, sırtında çaprazlama duran tahta saplı baltalardan birini eline almıştı şimdi. Yan gözle Tuzakçıya bakıyordu, saldırı için emir bekleyen bir asker gibi… Ahtilopun kolu saldıracağa benzemiyordu, yorgun bir yüzücü gibi bitkindi kol. Hafifçe kıvranıyordu. Işıkları ise renk değiştiriyordu. Nefesimi tuttum, biyolog merakımı dizginledim, Tuzakçının uyarısını dinliyorum. Bar lambasının gücünün artması ile bu hayvanın biyoelektirik özelliği arasında bir bağlantı olmalıydı. Tuzakçı biliyordu, bu canavarın buraya yaklaştığını sezmişti. Vasko elinde barutlu bir çifte ile kapıdan çıkageldi:
‘‘Orospu çocuğu burayı temizlemek ne kadar zor biliyor musun? Şimdi senin çükünü keseyim de…’’ En çok kullanılan küfürdür.
‘‘Vasko, sakın ateş etme. O kol yem. Gözleri görmez varlığın… Kolunu görmek için uzatıyor. Gider kendi.’’ dedi Tuzakçı. Vasko’nun küçük gözlerine kan oturmuştu ama yine de sakinleşti, tüfeği indirdi.
Oysa mor kola hala düşmanca bakan Kuşcu genç baltasını indirmek için bekliyordu. Tuzakçıyı duymamıştı. Masada otura kalan arkadaşı ise:
‘‘Haydi, İlmi vur çükün tam ortasına… Biz Kuşcuyuz ama Çamurdan da çük kesmeyi biliriz! Hadi İlmi…’’
İlmi’nin gözleri kısıldı ve daha da kötüsü bir AoP canavar avcısına kendini ispatlamak istiyordu. Bu yüzden baltayı iki eliyle iyice kavradı, tüm gücüyle aşağıya indirdi. Yerimden sıçradım, az kalsın düşüyordum. Balta pelteyi ikiye bölmüştü; daha önce de yumuşakça gördüm, ağaç evimdeki laboratuvarımda benzerlerini kestim, mavi kandan tiksinmem. Sıçradım çünkü balta ahtilopun kolunu ikiye yardığı anda dış kapının yanındaki pencereden bir pavuryat kıskacı pencereyi kırarak içeriye ok gibi girmiş ve İlmi’nin önden göğüs kafesine saplanmış ve belinden dışarı çıkmıştı, o kısa sürede kıskacın bir çiçek gibi dışarıya açıldığını fark ettim. Sonra pavuryat kavradığı İlmi’yi pencereden dışarıya çekti. Büyük bir su sesi, dalma şapırtısı duyduk. Çocuk daha ölememişti bile.
Feryat eden arkadaşını bol ve beleş içkiyle 5 dakika sonra susturabildi Vasko, daha doğrusu çocuk sızdı. Yaşlı adamların keyfinin geri gelmesi ise daha kısa sürmüştü. Fakat yine de dağınık ve karanlıkta oturan masalar ampulün altında birleştiler ve kağıt oynamaya başladılar. Vasko geride bırakılmış ve artık ışık saçmayan ahtilop kolunu tekmeleyerek dışarıya attı. Tuzakçıya sordum:
‘‘Bu yeni bir evrim mi? Ahtilop ve pavuryat karışımı bir canlı… Ama imkânsız. Evrim çorbasının daha pişmediği Aop için bile imkansız.’’
‘‘İki tane canlı vardı pusuda. Ahtilop kolunu uzatıyor, elektrik akımındaki değişiklikten baltayı hissediyor. Bir eli de yanındaki katil ortağının karnında… Balta algısının işaretini ışık hızında pavuryata iletiyor, pavuryat mızrağı saplıyor. Sonra eti paylaşıyorlar.’’
İki ayrı tür beraber avlanıyorlar! Doğanın – doğasızlığın mı desem?-parlak buluşu karşısındaki hayranlığımdan utanç duyuyorum. Oysa insan dehşete düşmeli, bir insan ölmüştü.
‘’Aferin Şeytan, söz dinliyorsun. Bu işimize yarayacak.’’
‘‘Benden ne istiyorsunuz ki?’’
‘‘Evrimden anlar mısın?’’
‘‘Biyoloji demek evrim demek…’’
‘‘İşte bu… Şu’’ kalın parmağını barın arka duvarındaki halıya uzattı.’’ Küreleri biliyor musun?’’
‘‘Evet, iklim şekillendiricilerin laboratuvarları… AoP Çamurunda her 10 kilometre karede bir tanesi var. Hatta Kuşçular orayı haritalandırmakta kullanıyorlar. Bir yıldır burada yaşıyorum.’’
‘‘Onlardan Çamurun içinde de var desem…’’
‘‘Nasıl yani?’’
‘‘Atalarım deniz altına da üsler kurmuş. Yukarıdakiler kadar çok değil… Ama buraya yakın bir yerde bir tanesini keşif ettim. Orayı sana göstermek istiyorum. Bunun için Şeytanın peşinde koştum.’’
Aklım karışmıştı.
‘‘Siz nereden bunu öğrendiniz? Antik bir kayıt mı buldunuz?’’
Bana yüzünü döndü, böylece sağ yanağında da iki tane göçebe irin olduğunu fark ettim. Gözlerine ışık vurmuştu, yosun yeşili gözler… Gülümsedi, büyük yayvan bir gülümseme… Midye incisi gibi beyaz dişler…
‘‘Gördüm.’’
”Nasıl? Robotik mi kullandınız?’’
‘‘Yoo daldım.’’
‘‘Çamura?’’
‘‘Çamura… Ve Şeytan, gün ışırken senle bir daha dalacağız.’’
Yere eğilip iki tane büyük nesne kavradı. Ve Vasko’nun çatık kaşları eşliğinde antik çağ dalgıç fanuslarını barın üstüne koydu. İçki içmeyi bıraktım.
***
Tekne-evinin yumurta kadar füzyon motoru olmasına rağmen Tuzakçı – adını hala bilmiyorum- ölüayak ağaç odunlarını kazana atıp buhar motorunu kullanıyordu. Sebebini sorduğumda füzyon motorunun timsaharları saldırganlaştırdığını söyledi. Cevaptan tatmin olmadım ama AoP’un sırrını bulmanın arifesinde hikâyelerdeki gibi odun kömürü kokan ve bacasından kara duman salan teknenin bu halinden keyif alıyordum. Beraber sazlıkların içinden çıkarken tütün bile içtik. Büyük bir tekneydi. Sal gibi dümdüzdü. Üstü antik ve yeninin karışımı donanım ile doluydu. Karmakarışık misina oltaların içinde bir lazyon mızrağı tutamacı bile gördüm.
Sabah İkizanası ufkun altından göğü mavileştirmeye başlamıştı. Hafif bir rüzgâr serinlik veriyordu. Gece boyunca nefesini tutan sazlıklar, ağaçlar, gölgenilüferler kokmaya başlamış, Çamurun kokusunu bastırıyorlardı. AoP’un Çamurunun tek güzel anı budur. Uğruna şiirler yazılmış şafak vakti. Sadece 15 dakika süren cennet…
Tuzakçı dümenin yanındaki içi sıvı dolu cam küre pusulasına baktı.
‘‘25 metre sonra demir atıyoruz,’ dedi.
Salın altından akan Çamura baktım. Dengenin sağlanamadığı Cehenneme girecektim birazdan. Korkmadığımı hissettim. Sanki kafamın içini görebiliyormuş gibi Tuzakçı:
‘‘Tütüne biraz afyon kattım. Birazdan da fazla olabilir, ellerim biraz büyüktür.’’
Cevap vermeden ona baktım, yalın ayak 2 metrelik adam, ejderhaları boğazlayan adam tam karşımdaydı. Sigara içiyordu. Ve benle konuşuyordu.
Dalma fanusları da antik-uzay çağı karışımı… Kafama tekini takınca camın kenarlarından plazma halinde bir madde aktı, kendiliğinden sertleşip boğazımı sıkı sıkıya kavradı. Sızdırmazlık… Sonra tepesindeki boşluğa mavi bir hortum taktı Tuzakçı. Hortumun diğer ucunu, salın tabanına sabitlenmiş otomatik pompaya bağladı. Bir an tek başıma dalacağımı düşündüm. Tuzakçı da başlığını takınca rahat bir nefes aldım. Elbiselerimizi çıkardık. Dalgıç kıyafetine gerek yokmuş. Tuzakçının karnındaki irinler daha küçüktü ama sayılamayacak kadar çoktu. Humma kapabileceğim bir an zihnimden geçti ama sanırım tütünün içindeki esrar tahminimden daha çok. Kaygı diye bir şey hissetmiyorum.
Su ılık… Fener almamıza gerek yokmuş gerçekten. Biliyordum duymuştum ama bataklık basillerinin Çamurun altını bu kadar aydınlattığını hayal bile edemezdim. Koyu sarı, ağırca salınım yapan bir evrenin içindeyim. Küçük balıkların arkasında dev karartılar var. Yüzgeçler, pençeler, ahtilop vantuzları birbiri içine geçmiş. Bir canlının tedirgin gözünü görüyorum ama beden başka bir tür canlıya ait. Karışık turşu kavanozunun içinde gibiyim; turşu yerine et var. Tuzakçıya göre bataklık hayvanları suda insanlara nadir saldırıyorlarmış. İnsanları karada avlıyorlarmış. İnanmak istiyorum. Elimi tuttu, beni daha derinlere götürdü. Ayaklarımı çırparak ritmine uymaya çalışıyorum. Derinleştikçe evren daha bir ışıklanıyor. Artık pullu bedenleri başları ile birleştirebiliyorum. Dev bir denizkurdu dört ayağını çırparak bizden uzaklaşıyor, öte yanda bir mantra zehirli kuyruğunu bize gösteriyor. Yeni varlıklar da görüyorum, hiçbir şeye benzetemiyorum. Bakıyorlar, yüzüyorlar, yaşıyorlar. Bir küçük denizjölesi fanusuma yapıştı ve kan kırmızısı bir sıvı saldı, önümü zor zar görebiliyorum. Balıkımsı bir şey gelip kırmızı salgıyı yalıyor. Tuzakçı hala elimi bırakmadı. İleriyi işaret ediyor. Büyük bir talinanın arkasında yere üç demir ayağı ile oturtulmuş bir denizaltı üssü… Yaklaşıyoruz. Büyük talina -50 metre olmalı- çığlık atıyor ve canlılar bu sese tepki veriyor, kaçışıyorlar. Sanki Tuzakçıyı karşılayan kralın borazancısı… Dikkatimi yaklaşmakta olan istasyona veriyorum. Bu bir üs değil. metal bir küre… Suyun içinde duruyoruz. Asılı birer hayalet gibi küreye bakıyorum.
Dev talina kürenin yanında… O da büyülenmiş gibi küreye bakıyor. Kürede talinanın imajı beliriyor. Ama imaj iki boyutlu bir kesit şeklinde… Digital bir imaj bu. Sonra memelinin görüntüsünün üstünde bazı noktacıklar işaretleniyor. Küre canlının anatomisini inceliyor. Ve işte, göz kamaştırıcı… Kürenin yüzeyinde doğan ışıklar çakıp hayvana değiyor. Hayvan acı ile kıvrandı ve bir kuyruk hareketiyle sarı ışıkların içinde kayboldu. Fanusun içinden Tuzakçıya bakıyorum, onun da kalın kaşları şaşkın… Yeni bir imaj beliriyor kürenin dış yüzeyinde… Dikkatli bakınca kürenin yanından bir balık sürüsünün geçtiğini fark ediyorum. Balıkların imajı… Balıkları hedefleyecek belli ki… Görüntüde birer nokta her bir balık için işaretleniyor ve balık sürüsüne balık sayısı kadar onlarca şimşek çakıyor. Balıklar kaçışıyor.
Küre canlıları işliyor. Evrime yön veriyor. İklim şekillendiricilerinin büyücülüğü… ve hala çalışıyor. Ama artık onu kontrol eden insan kalmamış. Yanından geçen her canlıyı kör ve ama aklı olmayan bir saatçi gibi tamir ediyor sonra bozuyor sonra yine tamir ediyor. Denge, bu başıbozuk küre ve belki de daha başka küreler yüzünden sağlanamıyor.
Oraya gitmem gerek. Bunu durdurmalıyım. Bataklık insanlarını canavarlardan ve yeni canavarlardan kurtarmalıyım. Yüzüyorum. Ama bir el beni engelliyor. Bileğimi kavradı. Yosun gözlü adam ile fanuslarımızı tokuşturuyorum. Gözlerimdeki çılgınlığı ama kararlılığı görsün istiyorum. Sıktığı bileğimi bırakıyor. Hortumun uzunluğu yetecek mi aldırmıyorum ve yüzüyorum.
Kürenin karşısındayım.
Görüntümü yakaladı. Benim de genlerimi değiştirecek. Kaçabilirim ama kaçmıyorum. Ellerimi hedefledi. Çakıyor. Avuç içlerim yanıyor. Acı korkunç… Bayılacağım galiba… Küreden kaçıyorum son bir ayak çırpması ve karanlık…
***
Gözüm, dedem ‘havlamayan köpeğe dikkat et’ dediği için en soldaki Prof. Eblen’de… Makineden çıktığımdan beri bir kere bile yüzüme bakmadı. Ama eminim, öyküme güveniyorum.
Ter içinde kalmışım ama rahatlamak için daha çok erken… Üç edebiyat hocasının karşısında olduğumu unutmamalıyım. Hafifçe kafamı çevirip Drama Simülasyon aletinin açık kapısına bakıyorum. Üniversitenin teknik personelinden biri alete bir yüzey bilgisayarı takmış kontrolünü yapıyor. Eh, aleti ısıttım biraz. Elimi alnıma götürmek istiyorum; imgeleme reseptörlerinin yapıştırıldığı yerler kaşınıyor ama kaşımıyorum. Son sınıf öğrencisiyim saygının artı 5 puan kazandırdığını çoktan öğrendim.
Gzülen Hoca yanındaki Bektar Hoca ile gülüşüyor. Sonra Gzülen Hoca üçgen gözlüklerini üstünden:
‘‘Ah şekerim çok beğendim. Ah zamanımız olsa da hikâyeni devam ettirsen… Birkaç hatan var ama atmosfer çok iyi… Çok beğendim. Bana göre değil ama… Korkuyu pek sevmem. Sen hiç dış uzaya gitmemişsin çocuk. Bu ne hayal gücü!’’
Gzülen Hoca ikiyüzlü bir yaratıktır. Sınavlarda en düşük notu o verir. Bebek dilli katil deriz ona. Canım, cicim hop 40! Cevap vermedim.
Bektar Hoca:
‘‘Ayrıntılardır hikâyeyi büyüten… Nereyi iyi yaptığını biliyorsundur inşallah. Yoksa tekrar edemezsin. ‘Siyah çakmaktaşından örülmüş boncuk ip’ ne kadar güzel bir imgeydi. Rüzgâr da salınımına bayıldık, değil mi hocalarım?’’
‘‘Halı değil mi hocam? Mekânın tarihini halının motiflerine işlemen… Gözümü kamaştırdı, ben de böyle bir halı istiyorum’’ diye söze karıştı Gzülen Hoca…
‘‘ Tabii, tabii. Kısa kesiyorum. 100 aldınız benden,’’ dedi Bektar Hoca… İçim içime sığmıyor. 100 mü?
Gzülen Hoca:
‘‘Off… Nasıl söylesem? Bu kadar güzel bir hikâye… Canım benim… O koca koca dalgıç fanuslarını nasıl göremedi kahramanımız? Geldi, o izbe bara oturdu. Adamı süzdü. Neredeler dalgıç camları? Göremedim. Bir anda var oldular. Gerçekten şaşırdım izlerken. Tam yüz veriyordum. Fanuslar ek gibi geldi. Yapay durdu. 95 şekerim.’’
İyi… Gayet iyi…
Ve Prof. Eblen bölüm başkanı… 6 romanı Devlet ödülü almış efsane hoca gri gözlerini bana dikiyor. Öykümü izlemekten yaşlı gözleri yaşarmış.
‘‘Çocuğum 100’ü hak ettin. Ama biliyorsun değil mi? Anı anlatmak yasak. Bunu birinden dinlemedin değil mi?’’
‘‘Hayır hocam. Yasak olduğunu biliyorum. Tamamen benim kurgum.’’
‘‘Çıkabilirsin 795, Runo!’’
***
Motosikletimle uçarcasına tepeden çıkıyorum. Dedemin kulübesine yaklaşırken kalbim kaburgamı kırıp motordan aşağıya düşecek gibi atıyor. Tepenin üstündeki küçük bahçeli kulübe yerden doğuyor. Tam kulübenin arkasından bir roket, boğum boğum dumanlarını saçarak dış uzaya doğru yol alıyor. Dedem verandada sallanan koltuğuna oturmuş elinde bir bira beni bekliyor, seçebiliyorum. Motoru yavaşlattım, bahçesini çok sever dedem, toza dumana katmamalıyım. Kaskımı motorun gidonuna astım. Sakin adımlarla verandaya çıktım. Sessiz, sıcak bir öğle… Roketin gümbürtüsü daha bize ulaşmamış. Dedemin yanına oturdum. Dedem, babam her şeyim birasını yudumladı, şişenin içinden gelen baloncuk fışırdamasını duyuyorum. Buraya, beni büyüten dedeme çok şey borçluyum.
‘‘Anlattın mı?’’
‘‘Evet.’’
‘‘Geçtin mi?’’
‘‘Evet dede hem de 97 ortalama ile… Sınıfın en iyisi…’’
‘‘Fanusu yerine koydun mu?’’
‘‘Koydum dede. Önce hiç bahsetmedim bilerek. Sonra lök diye ortaya çıkardım. Oradan kırdılar notu zaten. Tam hesapladığımız gibi… Gerçeği bozdum biraz. Anını gizledim.’’
Dedem yüzünü bana döndü. Yüzündeki humma irinlerinin bıraktığı araz çukurlarına ilk defa üzülmüyorum. Başından geçenleri anlatmıştım ve insanlar hem de öyküden anlayan hocalar etkilenmişti. Yaşadıkları efsaneydi. Tescillemişti. Eh bende mezun olmuştum.
Dedem elini getirip yanağımı okşadı. Okşamasına izin verdim. Sonra ellerini ellerimle kavuşturup öptüm
Perdeli ellerini…