Yazarın notu: Açıkçası, okuyacağınız şeyin ne olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum. Gecelik sorgulamalarımın birinde ortaya çıkmış, deneme desek deneme olmayan, hikaye desek hikaye olmayan, deneysel bir pasaj daha çok. Kubrick/Clarke’ın 2001’inin girişinden hafif esinlenerek yazılmış, belirsiz bir hikayenin giriş denemesi denebilir. Keyifli okumalar…
***
Sınırları belirsiz, bilinen en uzak köşesi insanın aklının bile alamayacağı mesafede olan bir evrenin, unutulmuş bir galaksisinde, unutulmuş bir yıldız vardı. Güneş, denirdi ona. Özel bir ismi yoktu. Bir kodu yoktu. Basitçe, gezegen yüzeylerine yansıyan yıldız görüntülerinin ismi verilmişti. Güneş. Elbette bir gün, bu yıldızın etrafında dolanan cisimlerin, ya da o cisimlerin etrafında dolanan cisimlerin, ya da o cisimlerin ve o cisimlerin etrafında dolanan cisimlerin üzerindeki cisimlerin başka yıldızlarla aktif etkileşimi başlayınca, Güneş’e başka, daha resmi, daha ayırt edici bir isim verilecek, hatta bu isim muhtemelen Ra olacaktı. Ancak o güne daha on binlerce yıl vardı.
Bu ufak, unutulmuş yıldız sisteminin etrafında dolanan üçüncü büyük gök cismi -ki onun da adı basitçe Dünya’ydı, ancak Güneş’e Ra isminin verildiği gün, Dünya da Gaia olacaktı, ancak bunun şu anki zamanla alakası yok- yıldızın tüm özelliksizliğine karşın, kayda değerdi. Pek çok yönden sıradandı aslında: Yıldızına ortalama bir mesafede, ortalama bir sıcaklıkta, ortalama büyüklükte, ortalama uydu sayısına sahip –bir, o da Güneş’in Ra’ya ve Dünya’nın Gaia’ya dönüştüğü gün ismi Luna olarak değiştirilecek olan Ay’dı, ama bunların hepsi belki de asla gerçekleşmeyecek bir gelecekle ilgili önemsiz detaylar- basit bir gezegendi. Ancak uzaktan bakan bir gözlemciye son derece sıradan gelecek olan bu kaya parçası, sancılı oluşum dönemini atlatıp soğumaya başlayınca, Evren’de nadir görülen bir olaya gebe olacaktı: Yaşam.
Yaşamın büyüleyiciliği nerede? Bu alışıldık niteleme, milyonlarca yıl boyunca anlamsız kaldı. Okyanusun altındaki bacalarda ilk defa kimyasal moleküller değişik bir şey deneyip kompleks yapılar oluşturmaya karar verdiğinde, kimse bunun büyüleyici olduğunu düşünmedi. Kambriyen döneminde ortaya çıkan alışılmadık ve korkutucu canlıların büyüleyici olduğunu kim söyleyebilir ki? Ya Jurasik dönemde, bu gezegenin tüm canlılarını pençeleri altında ezen, ihtişamlı dinozorları kim takdir etmiştir ki?
Kimse.
Ve milyonlarla yıl boyunca, bu böyle kaldı. Kompleks kimyasal moleküller birleşti, kendi içlerinde organize oldu ve canlılığı oluşturdu. Önce Kambriyen canavarları, sonra ilk karaya çıkan balığımsılar, sonra sürüngenler, dinozorlar… Hepsi, mümkün olan en uzun süre boyunca hayatta kalmak için eşi benzeri görülmeyen –ve kimi nihilistlere göre anlamsız- bir mücadele sürdürdüler. Ancak, fiziğin yasaları hala tıkırında işliyordu. Bu küçük mavi gezegen kendi halinde takılıyordu. Kendi içinde oturmuş bir düzeni, kendi ortamına göre şekillenmiş canlılığının belirli yasaları vardı. Ancak, evrendeki diğer hoptirilyonlarca gezegenden daha önemli olması için hiçbir sebep yoktu.
Taa ki, bir gün, çıkıntı bir türün çıkıntı bir mensubu, buz gibi bir kayanın üstüne kurulmuş halde gökyüzüne bakıp, parlayıp duran küçük noktacıklarda ne olduğunu merak edene kadar.
O anda -evet evet, işte tam o anda- evrenin bütün dengeleri değişti. Galaksiler çöktü, yıldızlar söndü, gezegenlerin rotaları şaştı.
Hiç kimsenin umurunda olmayan bir galaksiler yığını içinde, sadece birkaç nanosaniye önce hiçbir özelliği olmayan Samanyolu isimli küçük sarmal yapı, ışıl ışıl parlamaya başladı. İçinde barındırdığı, oldukça standart bir yıldız, gururla göğsünü kabarttı. Ve, hepsinden önemlisi, bu yıldızın etrafında üçüncü sırada dönen o küçük mavi gezegen, bir anda evrenin en önemli yeri oluverdi.
O gün, yaşam bir büyüleyiciliğe kavuştu. O gün ilk defa birileri, derede salak saçma rotalarla gezinip duran balıkları tutmak yerine seyretmeye karar verdi.
O gün Güneş, Güneş oldu; Ay, Ay; Dünya, Dünya.
O gün, Homo sapiens isimli çelimsiz maymun türü, evrenin merkezine yerleşti.
O gün, “ev” sözcüğü yepyeni bir anlam kazandı.