Yerin metrelerce altında yüzlerce çalışana ev sahipliği yapıyordu bu milyar dolarlık tesis. Burada olup bitenler kesinlikle hükümet programlarından uzaktı ve ayrıca illegaldi. Bundan herhangi bir kimseye istesek de bahsedemezdik. Zira cezasının ölümden daha ağır olabileceğini tahmin ediyordum. Ne yazık ki biz çalışanlar aynı zamanda birer mahkûmduk da burada. Herhangi bir iletişim aracı kullanmamız veya ‘gerçek hayat’ın akışına karışmamız mümkün değildi. Tesis kendi içinde çok karmaşık güvenlik protokollerine sahipti. Ben ve ekibim, 7. Güvenlik Protokolüne tabiydik, 7. GP bölgesinde çalışıyor ve burada yaşıyorduk. Bu bölgenin dışına çıkmamız vücudumuzun çeşitli yerlerine yerleştirilen çipler nedeniyle imkânsızdı.
Yaklaşık on yıl önce ”yüksek gizli” dosyalarla karşıma çıkan Nadim ve Alyusha dudak uçuklatan bir meblağ ile beni kandırmayı başarmışlardı. Aslında söyledikleri meblağı aileme bir şekilde ulaştırdılar. Ancak işin tecrit boyutundan ve illegal çalışmalarından hiç bahsetmemişlerdi. Nasıl bir yerde görev alacağıma dair en ufak bir açıklama yapmamışlardı. Elbette su götürmez bir gerçek vardı ki bu görüşme sıradan bir iş görüşmesinden çok daha fazlasıydı. Bunu biliyordum ancak sonuçlarının böylesine ağır olabileceğini tahmin edememiştim.
Anlaşmayı kabul ettim ve testler başladı. İlk gün uygulanan testlerde akademik yeterliliğimi ölçmüşlerdi, sonraki günlerde yapılanlar ise yaşayacaklarımın adeta birer provasıydı. Testlerin tamamlanması tam tamına beş gün sürmüştü. Beş gün boyunca nerede olduğuma dair en ufak bir fikrim olmadan, çoğu zaman bağlı, penceresiz bir odada tutuldum. Bir hafta sonra anladım ki testler, yeterliliğimi ölçmekten ziyade uslu bir çocuk olmam için yapılan uygulamalardan ibaretti. Her nasılsa, onlar beni benden daha iyi tanıyorlardı. Karımla en son görüşmem telefonla olmuştu ve ona, “Akşama büyük bir sürprizim var, hazırlıklara başla,” demiştim. Yeni iş teklifini ve alacağım parayı anlatacaktım. Bir kaç kadeh şarap devirip sevişmeyi planlıyordum. Artık uzun ve yorucu mesai olmayacaktı. Arzuladığım projeler için makam sahiplerine yalvarmayacaktım. Karımın sesindeki mutluluğu asla unutamam. Mutlu oldu çünkü benim gibi insanların eşlerine sürpriz yapması çok sık görülen bir şey değildi. Onlarla buluştum, güzel bir araca bindirildim, boynumdan yapılan bir iğneyle kendimden geçtim. Ne o akşam ne de başka bir akşam evime gidemedim. Aileme öldüğümü söylemişlerdi. Onlar için silik bir anı oldum o günden sonra.
Beşinci günümde, saatin kaç olduğunu bilemiyorum, Alyusha girdi odaya. ”Tebrikler Bay Safwan, testleri başarıyla geçtiniz,” dedi. Bitkin bir sesle, ” Beş gündür beni alıkoyuyorsunuz, ilk gün hariç yapılan hiçbir testte olurumu almadınız. Vücuduma ne idüğü belirsiz ilaçlar enjekte ederek işkence yaptınız ve şimdi testleri geçtiğimi söylüyorsunuz,” dedim. Kendimi o kadar korkmuş ve çaresiz hissediyordum ki küfür bile edememiştim. Alyusha denilen şahıs en az 1.85 cm boyunda kas yığını bir adamdı. Gerçek bir Rus aygırıydı. İngilizce ve Türkçeyi çok akıcı bir şekilde konuşabildiğine şahit olmuştum. Alyusha, hiç acele etmeden kelepçelendiğim masada tam karşıma oturdu. ”Bay Safwan, elimizdeki verilere dayanarak artık bizimle çalışabilmen için hiçbir engelin bulunmadığını söylemek istiyorum, uzun vadede birlikte çalışabileceğimiz kıymetli bir insansın, kutluyorum,” dedi. Çantasından çıkarttığı ince bir dosyayı bana doğru sürdü. ”10 dakika içinde dosyayı inceleyip bana kararınızı bildirmeniz gerekiyor.” dedi. Dosyayı alırken Alyusha’nın yüzüne baktım. İfadesiz, soğuk bir çift göz ve öfkeyle gerilmiş bir çene gördüm. Alyusha, her ne halt yapıyorsa yapsın kesinlikle tehlikeli ve profesyonel bir manyak görünümündeydi. Tabi belirtmek isterim ki Alyusha, benim gibi sıradan bir insandan çok bir şahesere benziyordu. Yunan heykellerinin vücut bulmuş hali gibiydi.
Dosyayı açtım, okudukça kahroldum. Dosya hayatımın artık onların elinde olduğunu apaçık ifadelerle anlatmıştı bana. Rızam olmadan girmiş olduğum bu yolun bütün kapıları ölüme açılıyordu. Beş gündür çoğu zaman kelepçeli, yarı yarıya karanlık penceresiz bir odada aldığım sayısız ilaçların da etkisiyle ağlamaya başladım. Delirdiğimi düşünüyordum. Boynuma giren iğnenin acısıyla irkildim. ”Ağlamayı bırak da bizimle misin onu söyle!” dedi Nadim, iğrenç bir ses tonuyla. Zorlukla da olsa, “Evet,” diyebildim. Alyusha en azından kibar bir adamdı. Kısa boylu, tıknaz, pis suratlı Nadim ise buyurgan ve kabaydı. Odaya ne zaman girdiğiyle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Yılan gibi sinsi bir ifadesi vardı. Konuşurken gerçek bir yılan gibi tıslıyordu. Dosyada ben ve ailemle ilgili bilip bilmediğim aklıma gelebilecek her türlü bilgi vardı. Teklif çok açıktı. Yüksek güvenlikli bir tesiste ‘Genetik Kodların Hücresel Yenilenmesi’ alanında oluşturulacak bir ekiple en az on yıl süreyle çalışmam öneriliyordu. En az on yıl tesis içinde çalışacaktım ve ailem öldüğümü düşünecekti. Kabul etmem halinde hayal bile edemeyeceğim bir miktarın karımın hesabına aktarılacağı yazıyordu. Tesisle işim bittiğinde ise yeni bir yüz ve yeni bir kimlikle başka bir kıtada yeni baştan bir hayata başlayacaktım. Kabul etmediğim takdirde ise beni ve ailemi öldüreceklerdi. Bu insanlara hiçbir koşulda güvenemezdim.
Böylesi bir güce sahipken neden rızamı alacaklardı ki? Benimle işleri bittiğinde neden beni serbest bırakacaklardı ki? Bana kalırsa her halükarda öldürülecektim. Nihayetinde bir ihtimal sözlerinde dururlar diyerek iş teklifini kabul etmek zorunda kaldım. Hemen ardından beni uyuttular. Gözlerimi açtığımda üzerimde ameliyat önlüğüyle hastane odasını andıran bir odada yatakta yatıyordum. Vücudumun çeşitli yerleri bandajlanmıştı. Karşımdaki ekrana kaydı gözlerim ve yeniden ağlamaya başladım. Ekran, evimin salonunu gösteriyordu. Karım ve kızım salondaki koltuğa oturmuş ağlıyorlardı. Hareketlerinden ölüm haberimi aldıklarını anladım. Yaşadığımı, hayatta olduğumu haykırdım ama ne çare, sesimi duyurmam imkânsızdı.
”Ahahah! Uyanmışsın Safwan, yeni hayatına hoş geldin,” dedi kahkaha atarak Nadim. ”Piç!” diye seslendim içimden. Doğrudan o sinsi surata baktım. Sustum. Gözyaşlarım ılık ılık akıyordu yanaklarımdan…
Oldukça büyük bir laboratuvarda 50 kişilik bir ekiple çalışıyordum. Elimizde inanılmaz cihazlar vardı. Bilim uğruna harcadığım hayatım boyunca hayalini kurduğum bir laboratuarın sorumlusuydum şimdi. Fon ve yasal dayanak sıkıntısı olmadan bize emredilen şeyleri yapıyorduk. Tesisteki ilk 1 ay yaşadığımız depresyondan ötürü ilaç desteğiyle geçti. Dinlenme saatlerinde herkes odasına geçer monitörden ailelerini izlerdi. Bu süreçte bilime pek bir katkımız da olmadı. Sonraları ailelerimiz varlık içindeki yeni hayatlarına hızla adapte oldular. Ağlamaları da kahırları da bitti. Herkes o kadar mutluydu ki şaşkınlıktan ne yapacağımızı bilemez olmuştuk. Uzun çalışma saatlerinden sonra eve döndüğümüzde bitirmemiz gereken makalelerle uğraşıyorduk ve ailelerimizle zerre kadar bir iletişimiz yoktu ama yine de kısacık bir aradan sonra unutulmayı beklemiyorduk. Artık üzülemiyorduk bile. İlk şoku atlatan aileler büyük paralarla baş başa kaldıklarında bizi hepten unuttular.
Tesise gelişimizin ikinci ayında gerçek birer işkolik olmuştuk. İhtiyacımız olan ne varsa en kısa zamanda temin ediliyordu. Beşinci yılın sonunda kendi laboratuarımızdaki çalışmalarımızı neredeyse bir insan yaratabilecek kadar ilerletmiştik. Tabi bizden başka yüzlerce çalışandan da haberdar olmuştuk. Herkes bizimle aynı işi mi yapıyordu bilmiyorduk ancak burada yepyeni bir dünyanın temelleri atılıyordu ve bizler bunun birer parçası olmaktan gurur duymaya başlamıştık.
Günün birinde İtalyan arkadaşım Zaira ile birlikte bize bahşedilen küçük bir molayı değerlendiriyorduk. Karımı ve çocuklarımı unutalı çok olmuştu. Zaira’yla çalışmak beni rahatlatıyordu. Tesis, kimin kimle ne yaptığına bakmıyordu burada. Onların daha doğrusu adını çok sonra öğrendiğim ve magazin dergilerinde birkaç kez fotoğrafını da görmüş olduğum Rus multimilyarderi Dmitriy Berezovskiy (ki bu tesisin lideridir kendisi)’nin tek önemsediği şey çalışmalarımızdı. Her neyse güzelim Zaira ile kahvelerimizi yudumluyorduk ve sigaralarımızı tüttürüyorduk ki ansızın deprem olmaya, aşılmaz denilen duvarlar sallanmaya başladı. Küçük bar masaları birer birer devrildi ve üzerindekiler yerlere saçıldı. Zaira bana tutundu bense bir kirişten destek almaya çalışıyordum. Tesis çökmek üzeriydi, tavandaki aydınlatma ve havalandırma sistemleri parçalanıp dökülüyordu. Duvarlar yıkılıyordu fakat bu yıkımda bir gariplik vardı. Düşen parçalar havada un ufak olup ardından görünmez oluyorlardı. Duvarlar garip bir titreşimle birlikte dökülmeye daha doğrusu erimeye başlamıştı. Bunun deprem olmadığını ve daha önce yaşanmamış bir deneyim olduğunu ilk o an anlamıştım.
Zaira sımsıkı tutunuyordu bana ve ben onu koruyacak kudrette değildim. Duvarlar eridi, eridi ve biz büyük bir boşluğa düştük. Kaotik bir düzensizliği yaşıyorduk adeta. Başım zonkluyordu, vücudumdaki her bir hücre titriyor gibiydi. Ter içinde kalmıştık. Güneş ışığı o kadar beyaz ve aydınlıktı ki bir süre gözlerimizi dahi açamadık. Zaira’nın elini bırakmamıştım. Gözlerimi kısık da olsa aralayarak Zaira’ ya, ”İyi misin?” diye sordum. Şükürler olsun ki iyiydi. Onun sesini duymak bir nebze olsun rahatlatmıştı beni. Çevredeki uğultuları duyduğumuzda birbirimize iyice sokulduk. Çok uzun zamandır güneş ışığına ilk kez doğrudan maruz kalıyorduk. Toparlandık ve güç de olsa ayağa kalktık. Etrafımızda bir sürü insan birikmişti bu arada. Bize bakıp şaşkınlık içinde konuşuyorlardı. Bazılarıysa kaçışıyordu. Çevremize bakındığımızda büyük bir şok yaşadık. Burası farklıydı. Bizim dünyamıza hiç mi hiç benzemiyordu. Her şey çok farklıydı. İnsanların tamamı beyaz tenli, iri gözlü ve mükemmel beden ölçülerine sahipti. Kesinlikle başka bir yerdeydik. Ne olduğunu anlayabilmiş değildik henüz. Şaşkınlıktan nefes almayı unutabilecek kadar aptallaşmıştık. Zaira’nın elini daha da sıkı tutup kendimizi emniyete almak istedim. Oysa küçük bir böcek gibi zayıf ve savunmasız olduğumuzu biliyordum. Derken bir anda hareket edemez olduk, birkaç kişi bizi bu şekilde kaplumbağayı andıran gri bir araca bindirdi. Zaira ile ben hala beraberdik. Olanları görüyor ve duyuyorduk ancak hareket edemiyorduk. Aracın içi göründüğünden daha da genişti.
Buradaki insanlarla yaklaşık beş dakika kadar bekleştik. Hiç hareket etmemiş gibi hissetmişken araçtan çıkarıldığımızda bambaşka bir mekânın önünde olduğumuzu gördüğümüzde keskin çaresizlik duygusunu bir kez daha yaşadık. Zaira’ nın elini tutuyor olmak tek tesellimdi. Teslim olmuştuk. Direnmek, kaçmak gibi kelimeler birer birer siliniyordu zihinlerimizden. Merak ettiğim yüzlerce ve hatta binlerce şey vardı şimdi. Bu insanların ne konuştuğunu hiç mi hiç anlamıyordum, bu dili ilk kez duyuyordum. Çevremizde gördüğümüz yazılarda kullanılan alfabeyi de tanımıyordum. İnsanlar, ağaçlar ve bitkiler adeta birer hayal ürünü gibiydiler. Doğrusunu söylemek gerekirse, buradaki insanların yanında Zaira ve ben ucube ve hastalıklı iki ilkel insan gibi görünüyorduk. Kendi adıma ve sevdiğim bu kadın adına utandım o an. Beyazın en güzel tonlarıyla bezenmiş mimari harikası bir binaya girdiğimiz an duvara benzer bir yerde küçük bir haritayı ve fotoğrafı fark etmemle birlikte hayatım boyunca yaşadığım en büyük korkuyu deneyimlemiş oldum. Bu harita ‘dünya’ haritasıydı ancak benim hatırlayabildiğim dünyaya hiç mi hiç benzemiyordu. Bu dünya, masmavi bir alanın içine hapsedilmiş neredeyse yuvarlak bir ada görünümüne sahipti ve bu haritanın yanındaki süslü çerçevede bulunan fotoğrafta ise Dmitriy Berezovskiy’nin ‘üst insan’ formundaki hali vardı. Dmitriy’nin ilahi gözlerine bakmaktan alıkoyamıyorduk kendimizi. Zaira, zavallı kadın, öylesine korkmuştu ki ona bakarken kendi acımı unuttum…