Dizanteri Vampirleri | Tuğrul Sultanzade (Kısa Öykü)

Yağmur dinmişti. Geride bıraktığı sisli yankılar ıslak kaldırımlara çarpıyordu. Sokaklar parça parça tenhalaşıyordu. İnsanlar sıcak ve kayıtsız evlerine çekilmişti. Televizyonlarda Geç Gece Yayınları gösterimdeydi. İnsomnia renkli bir evreye dönüştürülmüştü. Uykusuzları bu şekilde kontrol ediyorlardı. Şehrin bu alışılageldik geometrisi içinde vücut bulan bir apartmanın üçüncü katındayım. Soğuk böbreklerimi sızlatıyor. Yıpranmış bir koltuğa öylece çökmüş, yanımdaki diğer uykusuzlarla zamanın geçmesini bekliyoruz. Uykuyu kovalamaktan vazgeçtik aylar önce.

Onlar televizyonu seyrederken ben ısrarla duvardaki posterlere bakıyorum. Birbirimizle aynı kaderden muzdaribiz fakat baktığımız yönler, gördüğümüz şeyler farklı. Salondaki duvarların her yanı spiritüel atamız Kan Soytarısı’nın ağlayan suratı ile dolu. Kimi posterde binbir parçaya bölünmüş, yeniden sanki kırık bir aynadaymışçasına kübist bir ucubelikle kurgulanmıştı kafası.

“Onu hatırlayanınız var mı?” diye sordum. Melatoninli flöresan ışığı altında aciz bir sessizlik yanıt verdi bana. Yanımdaki uykusuz biçareler homurdandı. En az koltuk kadar yıpranmış gözlerini televizyondaki Palyaço’dan alamadılar. Zavallı adam kendini rengarenk bir pinataya dönüştürüp intihar etmek üzere. Tekrar posterlere bakıyorum. Kan Soytarısı da orada yine. Yine ağlıyor. Yıllarca, sayısız yıllar boyunca hep ağlayacak.

Onu ilk gördüğüm anı hatırlıyorum. İnternetin kuytu köşelerinden tut en açık meydanına kadar her yandaydı. Başka bir zaman diliminden insanlığı uyarmak için geldiğini söylemişti. Fakat onun korkunç bir zihinsel mutasyon geçirdiğini ve tarihin en tehlikeli şizofreni olduğunu söylediler. Çünkü delüzyonunu yayabiliyordu. Bir parazit gibi sanrılarını sıçratabiliyordu insanlığa. “Fakat bu benim suçum değil!” diye ağlamıştı. İnternette seyretmiştim onu ve o gözyaşlarında hakikatin paramparça oluşunu gören milyonlarca insan gibi ben de hiç farkında olmadan bir uykusuza dönüşmüştüm.

“Hatırlıyor musunuz?” diye sordum arkadaşlarıma. Dönüp, neyi hatırlamaları gerektiğine dair umutsuz bir yanıt bile aramadılar. Televizyona öylece kilitlenmişlerdi. “Bir zamanlar biz sıradandık… normal şehirlerde, ailelerimizin yanında yaşıyorduk. Okula gidiyorduk. Hayallerimiz vardı. Böyle mi olacaktı? O Kan Soytarısı neden gelmişti dünyamıza ve bizi neye karşı uyaracaktı? Hiç hatırlıyor musunuz?”

Cevap yok hâlâ. Bu korkunç suskunluğun içinden migren gibi geçen flöresanlarn melatonin yüklü ışığı bana hatıraları çağrıştırıyor. Günler boyu uyumadığım için ailemle aram feci açılmıştı her şey başladığı zaman. Fakat yalnız değildim. Komşularımız da benim gibiydi hatta amcam da.  ‘Uyuyamıyorduk’. Fakat amcama farklı bir şey daha oldu. Önce hormonal dengesi büsbütün bozuldu adamın. Tüm bedeni kıllarla kaplandı. Vücudu ve yüzü büyümeye başladı. Gittikçe deforme oluyordu. Akromegali teşhisi kondu ona. Fakat gerçek kaldırıldığı hastanede insanlara saldırmaya başlayınca ortaya çıktı.

Ailemde bir ‘mutant’ vardı ve üstelik bir uykusuzdum. Bu beni de tehlikeli varlık kategorisine sokuyordu. Böylece benim gibi, içinde gün gelip de filizlenecek vahşet tomurcukları taşıyan bir uykusuz kalabalığının içine dahil edildim. Dünyanın her yanında inşa edilen uykusuz kolonilerine, bir nevi post-modern panopticon projesine sürüldüm. Bana yeni bir kimlik, hayali bir ülkenin vatandaşlığı ve de uyduruk bir ev verildi. Ev arkadaşlarımla hiçbir zaman anlaşamadım.

“En son ne zaman uyuduk?” diye sordum onlar Palyaço’yu izlerken. Adamın dediklerinden bir kelime bile anlamıyorlardı kuşkusuz. Sorduğum bir soruyu günler sonra anlayıp ancak o zaman cevaplıyorlar. Fakat Tarık şaşırtıcı bir şekilde dudaklarını kıpırdatacak enerjiye erişmişti nihayet. “Üç ay önce,” dedi. “Ben üç ay önce uyudum.”

“Şu Palyaço’nun diğer yüzlerce Palyaço’dan ne farkı var?” diye provakatif bir soru atıyorum ortaya.

“Tek farkı şu an ölecek olması,” diyor Çağdaş.

“Hepsi Kan Soytarısı’nın mirasına sahip çıkmak isteyen leş vampirler.”

“Aralarında kurtadam da var,” diye beni düzeltiyor Tarık. “Aha. Farklı bir şeyler söylemeye başladı.”

Bu ani şaşkınlığı Palyaço’nun ekranı dolduran suratındaki gözyaşları yarattı. Kan Soytarısı’nın ilk kez döktüğü gözyaşlarına çok benziyorlardı. Rengarenk, biraz tiksinç, biraz karışık, çokça kaotik. Ruhum hatıraların yoğun yankıları altında titredi. Gözyaşlarının tırmalayıp yırttığı o surat, karmakarışık bir rüyanın tezahürü gibiydi. Uykuyu çok özlediğimi farkettim.

Palyaço artık uykunun o dingin ve kayıtsız diyarlarından uzak milyonlarca insanın kederi ile kabarmış, taşmak üzere olan bir deniz gibiydi. Kadın ve erkek kümesinin tam birleşim noktasında kalan belirsizliğin o genizden yükselen sesiyle konuşuyordu. “Bu benim son yayınım, özgür dünyanın uyuyabilen insanları! Beni tıktığınız şu sefalet kulesinden son kez yapıyorum yayınımı. Son kez eğlendireceğim sizi. Fakat anlayacaksınız. Beni yenemediğinizi anlayacaksınız. Çünkü benim ölümümün üzerinde hükmü yok hiçbirinizin…”

Bu muhteşem raconu tamamlayamadan burnunu çekip hıçkırarak ağlamaya başladı. Sonra son derece zavallı bir tonda. “Siz insanlar alçaksınız. Birileri uyuyabiliyor, öbürü uyuyamıyor. Birileri dünyayı yiyor, öbürü ise karanlığı kemiriyor. Biri yörüngede Ay manzaraları tatiller yaparken, öbürleri yanan şehirlerinin sefaleti içinde kavruluyor. Birileri rüya görürken, öbürleri karanlığa dönüşüyor. Bu mu sizin yarattığınız dünya? Bu mu muhteşem evriminiz.. Buysa sizin dünyanız bu benim renklerim için fazla karanlık… elveda; karanlığı bile paylaşamayan, birbirinin üstüne pisleyen maymunsu domuzlar… elveda. Yaşamama müsaade etmediniz. Yalnızlık çok derin. Beni kapattığınız bu kule çok ıssız. Her şeyi biliyorum üstelik. Her şey çok berbat. Bu birbirini umursamama, birbirini itip kakma… birbirinin arkasından gülme… rezilsiniz hepiniz, bana rezil diyorsunuz ama siz öylesiniz. Yapamıyorum daha fazla… bu gün, Palyaço son şaklabanlığını yapacak. Elveda hepinize elveda. Uyuyanlara, uyuyamayanlara… hepinize!”

Palyaço düşmanı karşısında son dansını yaptı ve düştüğü zaman ölmüştü. Yayın kesiliverdi. O gece bambaşka bir şeye dönüştü. Uykusuz ev arkadaşlarımın yüzünde bir idrak anının yankısı gezindi. “İntihar neye benziyor?” diye sordum. Bu sefer tepki hiç gecikmedi.

“Özgürlüğe benziyor olmalı,” dediler. “Kapkara bir rutubetin içinde öleceğim ya da öldürüleceğim günü beklemektense bu acı verici bekleyişi keyifle sonlandırmak…”

Bir şema getirip sehpanın üstüne bıraktım. Bir de kolonimizin haritasını. Venüs Projesi’ni andıran kusursuz bir çember şeklindeydi şehrimiz. Öbür koloniyle aramızda karasal irtibatı sağlayan bir otobanı kırmızı keçeli kalemle işaretledim. Sonra şemada arabamızın temsili taslağını çizdim. Bunu haritanın üzerinde bıraktım.

Koloninin şebekelerinden gürül gürül akan o melatoninli ışığın altında hesaplamalar yapmaya başladık. Gece kasvetli bir olasılıklar yığınına dönüştü. İntiharı hiç düşünmemiştik daha önce fakat bizlere reva görülen son sanırım buydu. “Belki de intihar bir devrimdir?”

Bunu sorduğum için acıdım kendime. Eskiden intihar dünyadaki en uzak ihtimalken, şimdi kendimi öldürecek cesareti arıyordum gecenin kalbinde. Çok geçmeden yola çıktık. Camları metal kafesli bir sedan içindeydik. Aracı ben sürüyordum. Arka koltuktaki iki gölge endişeliydi. Uykusuz hayatlarımız acı bir bekleyişten ibaret olsa da, yaşam en acımasız uyuşturucudur. Bedenlerimizi öyle bir uyuşturur ki olmadık hayaller, ömür denen kocaman bir halüsinasyon görürüz. Onsuz yapamayacağımızı sanarız. Her sabah, her gece, o bedenimizden hiç çıkmasın diye varoluruz adeta. Oysa yaşam sadece bir yanılgıysa, intihar bir devrim midir?

Düşüncelerimi kendime sakladım. Biz uykusuzlar için kurulmuş bu sefil koloninin dışına sapan Bıçaklı Yollara girmiştik bile.  Haritada işaretlediğim otobana gidiyorduk geri dönüş olmadan. “İşte bir prova,” diyorum. “Hayat ölümün provasıdır. Biz de bu gün tüm provaların provasına tanıklık edeceğiz.”

Otoyol camdan duvarlarla çevrelenmiş köprülere oturtulmuştu. Burada yasadışı şehir içi yarış yapan nekrofil-simforofil uykusuzların hayaletleri aydınlatma direklerinden sarkıyor gibi hâlâ. Ötede, şehrin güneydoğu yakasında parıl parlayan birkaç gökdelen geceye ve Bıçaklı Yollardaki zavallı arabamın yalnız sessizliğine gülüyor.

En az on yılı doldurmuş kahpe sedanın pencerelerinden içeri vuran geç gecenin lezzetini gözlerimizde süzüyoruz. On yıldır kalkıştığımız en canlı şey bu. Bir an uykum gelir gibi hissediyorum. Fakat uyusam bile en fazla yarım saat sonra acı içinde uyanacağımı bildiğim için öfkeleniyorum.

Yol Geç Gece Yayınları’ndan dolayı bomboş. Kolonide kimse dışarı çıkmak istemiyor. Eğer karanlığa adım atarlarsa sahip oldukları o sahte benliğin dahi buharlaşıp, geride bir ucube bırakacağından korkuyorlar.

Aydınlatma direklerinden damlayan turuncu ışıkla boyanmış yolda hâlâ araba harabeleri ve cesetlerin yerini belirleyen tebeşirle çizilmiş vücut resimleri duruyordu. Ölümün sade güzelliği dünyadaki en güzel şiir, en güzel resim, en güzel müzik. İçim duru bir heves ve arzuyla doldu yoldaki izleri görünce.

Neden sonra Bıçaklı Yollar bitti ve şehir son katmanının içine kustu arabamızı. Billboardlarlarda uykusuzların bitkin suratları görünüyordu. İLKEL DÜRTÜNÜZE KARŞI KOYUN!

Solgun solgun parlayan aydınlatma direklerinde bile melatonin vardı. Fahişelerin makyajı geceye karışmıştı. “İntihar Otobanına gidiyoruz!” diye bağırdım ve son bir dönemecin ardından koloninin sınırlarına vardık. Şehre giriş çıkışlar uykusuzları öldürmek isteyen ekstremistlerin saldırısından sonra ordu tarafından kontrol altına alınmıştı fakat güney doğu yakasından İntihar Otobanına açılan yol, denetimin zayıf olduğu kırılgan bir noktaydı.

Araç, şehrin acı ve irin dolu varlığından sıyrılıp doğaya karışıyordu yavaş yavaş. Bir devin ölmesi, çürümesi ve cesedinde tüm o kola tenekeleri, cep telefonları, disketler ile birlikte bir höyüğe dönüşmesi gibiydi bu. Şehirden uzaklaştıkça banliyölere has bir sessizlik çöktü her yana. Camları açtım. Nemli bir soğuk, geceye has bir reçine kokusuyla doldu içeri. Çok özlemiştim hiçliğe benzeyen bu ayazın kasvetini. Uzaklardan çirkin sesler geliyordu. Yaklaşmıştık. “İLKEL DÜRTÜMÜZE KARŞI KOYALIM HA? YOK ÖYLE ŞEY!”

Yonca şeklinde bir kavşaktan dönüp İntihar Otobanı’na indik. Sanki sapkın bir punk grubu konser veriyordu. Bir melek, cennetinden itilmiş de yere düştüğünde kanatları paramparça olmuş gibi cam kırıklarıyla doluydu asfalt. Bu manzaranın merkezinde için için kanayan melek ötede dumanları tüten stok yarış arabasına ne olduğuna dair mesajlar veren zavallı göstergelerdendi.

Katliam Civcivleri çalıyordu megafonlardan. Müzik gecenin her yerindeydi. Tavanında A.N.A.L şirketinin logosu olan bir başka stok yarış arabası tekerleklerini cam kırıklarına kurban edip güzergahından saptı ve kanayan meleğin hayatından kalan son kırıntıları da çiğneyerek kanlı bir dışkı halinde asfalta sıçrattı. Sonra beton kenarlıklara doğru yalpaladı ve hızını alamayıp şarampolden aşağı yuvarlandı. Müzik daha bir hızlanmıştı, GG Alien daha tutkulu haykırıyordu.

Arabam yarışı seyreden ve bir sonraki tura katılmak için bekleyen en az bir düzinelik yarış arabası kalabalığı içinde gömülüp gitti. Yolun betondan kenarlıkları, onlarca nekrofil-simforofil uykusuz keşle dolmuştu. Bazıları aldığı aşırı dozdan dolayı cavlağı çekmişti ve nekrofiller ölüleri taciz etmekten hiç çekinmiyordu. Arada koprofiller de vardı. Keşlerin bir çoğu leksatif tetikleyici almıştı alkolle birlikte ve otoban bok kokuyordu. Koprofiller ve nekrofiller, bağırsakları patlayan ölüler üzerinde garip bir savaş veriyordu ve dışarıdan pornografinin yeni yüzü ışıltılı ölümlerin sahnesi altında kendini gösteriyordu. Uykusuz kitlelerinin intiharı dünyanın geri kalanı için korkunç bir keyiften ibaretti. Aklını başında tutabilen ve bu sefalete yakından tanıklık eden uykusuzlar içinse sancılı bir ishal gibi.

“Bizleri bu şehirlere niye hapsediyorlar sanıyorsunuz?” diye bağırdım. “Görüyorsunuz işte. Ya bir paranormal ucubeye dönüşeceğiz ya da kafayı yiyeceğiz. Sizce hangisi? Yaşamak hak mı bize?” Dizanteri kokan hava deliliği çağırıyordu. Kalbim hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Otobandaki o korkutucu yarış tantrik yılanların birbirine çarpmasına benziyordu.

Nihayetinde araçlardan biri takla atarak ters yattı ve alev aldı. Diğer ikisi de birbirine çarparak sürücülerini asfalta fışkırttı. Katliam Civcivleri susuverdi. Sapkın kalabalığın homurtuları asılı kaldı karanlıkta. Pantalonunu indirmiş bir uykusuz gördük. Yalpalayarak kalabalıktan sıyrıldı ve otobana çıktı. Geceye doğru uludu. Dönüşmeye başlamıştı. Çok geçmeden bir itfaiye aracına ait siren seslerini duyduk uzaklarda.

Vampirin biri otobana soktuğu bu itfaiye aracından çıkardığı hortumu uzatıp üstü başı boka bulanmış kurtadamı tazyikli suyla yıkadı. Kurtadam suyun basıncına dayanamadan yerde sürüklenmeye başladı. Yerde acı içinde kıvranan biçarenin üzerine onlarca koprofil üşüştü. Hep bir ağızdan “KAN SOYTARISI İÇİN!” diye bağırdılar. Kanlı yumruklar, vahşet, tazyikli su ve uyuşturucu bir araya gelip kırık dökük bir şiddet kompozisyonu yarattı.

Kahkahaları yarıp geçen ve vahşet müziğini zirveye tırmandıran bir gölge belirdi zalim parıltıların arasında. Sonra bir rüzgar esti, dizanteri yalpaladı, banliyölere doğru ve daha sonra tüm şehir duysun diye kanalizasyonlara doğru dağıldı.

“Bu KAN SOYTARISI!” diye hayretle bakakaldık itfaiyenin fışkırttığı sudan arta kalan buharlara. “Tekrar normal olmak için bir şans…”

O an hatırladığım son andı. Gecenin kaşınan teninden fışkıran ufunet, çürüme, otoban, insanların dağınık halleri ve silinen benliğim…

***

Ucuz atlatmıştım o geceki intihar provamızı. Kurtadamlar ve vampirler otobanda birbiriyle ölümüne bir savaşa tutuşmuştu. İtfaiye araçları, çalıntı zırhlılar, polis arabaları, tazyikli su topları ve de medeniyetten koparılan diğer parçalar. Hepsi orada, asimetrik bir savaşın geometrisini yaratarak yeni bir sanatın, hatta pornografinin şafağını getirmişti.

O gece otobandaki savaş diğer uykusuz kolonilerine de sıçramıştı. Filiz Mevsimi başlamıştı uykusuzlar için. İçimizdeki şeytanlar büyüyüp olgunlaşarak genetiğimize sıçrıyordu. Otobandaki uykusuz keşler birer birer ya kurtadama ya da vampire dönüşmüş ve de saflarını seçerek dövüşmeye başlamıştı. Arkadaşlarım bu savaşın kurbanı oldular. Ben ise Federal Cadı Avı ekipleri tarafından yakalanıp üst düzey bir arıtım merkezine yollandım.

Amcam gibi, benim de bir kurtadama dönüşeceğim teşhisini koymuşlardı. Bu yüzden bir an önce içimdeki yaratığı ortaya çıkarıp işimi bitirmek için bedenime sayısız hesapsız hormon enjekte ettiler. Fakat nihayetinde ucube bir Palyaço’ya dönüştürüldüm. Arıtım merkezinden taburcu edilip Palyaçolar’ı yolladıkları kulelerden birine yolladılar beni. Bir zamanlar onlardan birinin içine hapsedildiğim uykusuz şehirleri delirmesin diye gece boyu yayınlar yapıyordum.

Neden bu kadar işkence ediyordu insanlık kendi kendine? Oysaki her şey çok basitti. Çözüm, önce çözümsüzlüğün nedenini aramaktaydı fakat insanlar bu kaotik durumun üzerine giderek her şeyi daha da berbat ediyor. İnsan hükümetleri uykusuzluğu ve de ardından gelen o ucubeleşme evresini Kan Soytarısı tarafından dünyaya saçılan psikotik bir salgın sanmakta ısrarcı.

Oysaki hakikat bambaşka… kulelerde geçirdiğim zaman boyunca her şeyi öğrenmeye başladım ve Kan Soytarısı’nın dünyada nasıl bir vücut bulduğunu keşfettim. Fakat sessizce ilerlemeliyim… fazla dikkat çekmekten, keşfimin yanlış ellere geçmesinden korkuyorum.

Yazar: Tuğrul Sultanzade

2000 yılında Bakü'de doğdu. Uzun bir süredir Kuzey Kıbrıs'ta yaşıyor.

İlginizi Çekebilir

nebula

Spinoza’nın Hayaleti | Varlık Ergen (Kısa Öykü)

Varsayım. Bu kelimeyi herhangi bir yerde herhangi bir insandan duymuşsundur. Hatta sen de sık sık …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et