Rıhtımda bekliyorduk. Ellerimiz cebimizde, omuzlarımız kalkık, bu güneşsiz ve kurşuni gökyüzünün altında denizi seyrediyorduk. Deniz de fazla mesai yapmış bir işçi gibi homurdanıyor, kükreyen dalgalarını bizi ve yaşadığımız bu kenti silip atmak için üzerimize salıyordu. Ortalıkta henüz gemi görünmüyordu. Fakat bu, kimse için umutsuzluk kaynağı olmuyor, gözler ufukta belirecek o bilindik karartıyı merakla bekliyordu. Nasıl beklemesinlerdi? Herkes ona bir kurtarıcı gözüyle bakıyordu. Bu boğucu, sıkıcı ve somurtan şehirden ve dünyadan kurtulmanın yoluydu o.
Arkadaşım ağzını montunun içine doğru çekmiş, boğuk çıkan bir sesle söylendi, “Sen de gelsen iyi olurdu.”
“Gelemem,” diye kestirip attım.
Bunun üzerinde çok konuşmuştuk. Yeniden aynı yolların sıkılgan yolcuları olmamıza, aynı tartışmaları yürütmemize gerek yoktu. O gidecekti, ben kalacaktım. Olur da bu dalgalar bir kule gibi yükselir, bu dağlar onun altında inim inim inler, tüm şehir suların altında kalıp Antik Çağ’ın kayıp uygarlıklarının arasında yerini alır, Sultan’ın minberinde bir balık vaaz verirken, gökdelenler bile insanları kurtarmaya yetmez ise, işte o zaman ben de tüm köprüleri atar ve kendi yolculuğuma çıkardım.
Ama şimdi değil…
Bir parçam buradaydı çünkü… Ya da onun bir parçası da bendim.
“Sen bilirsin,” diyen buğulu sesi işittim. Bu arada gemi de ufukta görünmüş, herkes toparlanıp yükünü yüklenmeye başlamıştı. Öylece küskün, bir an önce kıyıların kumsal, insanların çiçekten olduğu yere gitmek istiyorlardı. Burayı unutmak, hayallerini süsleyen o topraklara göçmek…
Az sonra gemi rıhtıma dalgalara rağmen zar zor yaklaşıp, herkes birer ikişer kalkıp vedalarını öpücükleriyle süsleyip geminin içinde kendi yerlerini aramaya koyulunca, arkadaşım da küçük bir çantadan ibaret olan yükünü eline aldı ve boş gözlerle yüzüme baktı. Biraz sonra ulaşacağı sıcak yeri düşlemiş olsa gerek artık ağzını montunun içine gizlemekten vazgeçmişti. Eğer diye düşündüm, elindeki çantasına bakarak, ben gidecek olsaydım, bundan daha fazla şey taşırdım yanımda.
Fakat insanın taşıyamayacağı kadar yükü varsa bence ayrılmamalıydı toprağından. Bu toprak betondan ibaret de olsa böyleydi. Sonra aniden arkadaşımın tıraş olmuş yüzünü hissettim yanaklarımda. Veda ediyordu. Kendime iyi bakmamı, istediğim zaman yanına gelebileceğimi söyledi. Bir misafir, ya da daimi bir komşu olarak… Mesafeler bu kadar hızlı geçilebilir miydi?
Gülümsedim. Az sonra gemiye bindi ve o alışageldik el sallayışlara bile gerek duymadan gözden kayboldu. Bir süre gidenleri izledim. Yüreğime ister istemez bir ağırlık çöktü.
Davranışlarından hayli evhamlı olduğu anlaşılan sarışın, genç bir kadın sağa sola hediyeler vererek elindeki fazla yükü azaltmaya çalışıyordu. Öyle ki benim yanıma da gelip bir yün kazak verdi; soğuklardan korunmam için. “Buraların kışı eski kış değil,” dedi rüzgarla dalgalanan saçlarını eliyle düzeltmeye çalışarak, “baksanıza şu havaya… Diyorlar ki bir tsunami kopacakmış… Hem de Akdeniz ve Ege’de… Buraları bile yerle bir edecekmiş. Kaçın buradan!”
“Başkasının evinde yanıp kurumaktansa, kendi evimde boğulmayı tercih ederim,” dedim. “Gideceğiniz yerde su bulamayacaksınız hem. Ama burada, su bolca var… Ve bir kesişme noktasındayız, kıtaları kıtalara, suları karalara, umutsuzluğu da umut çağına bağlayabiliriz. Köprüler hala sağlam. Bir el uzatsak…”
Fakat o son sözlerimi söyleyemeden çoktan uzaklaşmıştı. Gözleriyle endişeli endişeli etrafı süzüyor, gemi görevlilerine kendisini de alması için bağırıyordu.
Sarışın kadın da bindikten sonra gemi, altında fokurdayan köpüklerle, yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Uzaklaştıkça bir hayalet gibi belirginliğini kaybediyordu. Acımasız dalgalar her bir yanını sarmış, onu bir beşik gibi sallıyordu. Bir süre onu takip ettim. Zor olan adaya gitmekti, kalanlar ve gidecek nihai kişiler orada belirlenecekti. Ondan sonra uzaya çıkmak kolaydı.
Gemi ufukta bir karartı halini alınca dalgalara ve güçten düşmüş rıhtıma baktım. Rıhtımın bu dalgalara fazla dayanamayacağı belliydi. Şimdi işe koyulma zamanıydı.
Önce bir dalgakıranla işe başlamak gerekiyordu.