Bilinmeyen bir zaman, bilinmeyen bir gezegen
Gezegenin yerli ırkından bir çocuk, “77’lerin Işığı” adlı kutsal kitabı okumaktaydı:
…Sanma ki iyiydi o tanrılar,
Tanrıdan çok şeytandılar…
4000 sene önce, İnsan hakimiyetindeki uzay
Yirmili yaşlarının ortasındaki genç ve güzel kız, sektör thx-1138’deki uzay istasyonu Valhalla’ya olan yolculuğunu tamamlamıştı. Onu girişte, yeni amiri olduğunu tahmin ettiği, orta yaşlı bir kadın ile bir android karşılamıştı.
“Valhalla’ya hoş geldin,” dedi kadın hem sevecen, hem de disiplinli bir tavırla, “kod adım Hera, amirinim.”
“Memnun oldum efendim, adım…” diye söze başlamıştı Hera’nın tokalaşmak için uzattığı eli sıkarken,
“Ah hayır, hayır,” diye sözü kesilmişti aniden, “burada yalnızca kod adlarımızı kullanıyoruz unutma, sanıyorum Akademi Genesis’ten mezun olduğunda sana da bir tane verilmiştir?”
“Heyecanıma verin efendim, elbette, kod adım Juno.”
“Ben de memnun oldum, Juno,” dedi Hera, belli belirsiz gülümseyerek. Ve yanlarındaki android’i takdim etti:
“Bu yakışıklı hurda yığınının adı Judas. Tasarımı biraz kaba görünebilir ama iyi iş görüyor,” dedi Hera, “şu anda olduğu gibi, bazen uzaklara dalıyormuş gibi görünebilir; tanık olduğu diyaloglara göre gündemdeki konuları sürekli veri bankasında tarıyor. Bu modelin özelliklerinden biri; eldeki göreve daha iyi odaklanmasını sağlıyor,” ardından, uyandırmak ister gibi android’in metalik kafasına tokat atmıştı.
“Memnun oldum Judas,” dedi Juno, Hera’nın aksine henüz disiplinden nasibini almamış, samimi bir gülümsemesi vardı ve bunu bir androidden bile esirgemiyordu.
“Tanışma: Ben de memnun oldum, efendim,” dedi android, mekanik ve cızırtılı sesiyle, “Bilgilendirme: Valhalla’daki ve saha görevlerindeki mesainiz süresince hizmetinize tahsis edildim.”
“Eski bir model misin?” diye sordu Juno kıkırdayarak, “neden cümlelerinden önce niyetini açıklıyorsun?”
“Cevap: Aksine efendim, son modelim. Yapay zeka, -alınmayın ama- insan zekasını aştığından beri, insan-cyborg ilişkilerinde problemler yaşanmaya başladı. Açıklama: İnsanlar, robotların ne zaman şaka yaptığından, ne zaman ciddi olduğundan emin olamamaya başladılar, hatta hakarete uğradığını düşünenler bile oldu. Şikayetlerin artması üzerine, iletişimde gelecekte yaşanması muhtemel yanlış anlaşılmaları en aza indirgemek maksadıyla, konuşma sistemimiz bu şekilde güncellendi.”
Juno düşünceli gözlerle android’e baktı. İşte ben “downgrade” diye buna derim. Ama androidler için mi, yoksa insanlar için mi, bilemedim.
Tanışma faslı sona erdikten sonra, Hera ve Judas, Juno’ya Valhalla’yı gezdirip tanıtmaya başladılar. Tesisin bitmek bilmeyen koridorlarından ve odalarından geçerlerken Juno, muhtemelen iş hayatının kalanını birlikte geçireceği iş arkadaşlarını ilk defa görüyor, fakat sıcak bir tavırla onlara gülümsemesine rağmen, kaçırılan bakışlar ve soğuk tavırlar ile karşılaşıyordu. Onlarca personelin tümünün bu kaba tavrı Juno’yu şaşırtmış ve hayal kırıklığına uğratmıştı.
Bu durum Hera’nın gözünden kaçmamış olmalıydı ki, “ilk görevini başarıyla tamamlamayan hiç kimseyi aralarına almazlar. Personelin bir nevi geleneği,” diye açıklamıştı durumu.
“İğneleme: Bir de robotlara soğuk derler…” dedi Judas.
Juno, kesinlikle Judas’ı Hera’dan daha çok sevdiğine karar vermişti.
Gezileri sona erdiğinde, “İşte burası senin masan,” dedi Hera, üzeri veri işleme cihazlarıyla dolu bir standı göstererek. Ardından, Juno’ya oturmasını işaret etti.
“Valhalla”, “Akademi+Genesis” ve “İlk+Görev” anahtar kelimelerinin tetiklemesi üzerine Judas, yürüyüşün bitmesini de fırsat bilerek, veri taramasına başlamıştı. Milyonlarca kayıt girdisi arasından seçmeler, kronolojik sırayla diziliyordu:
Judas’ın databankından:
- Dünyanın yaşanmaz hale gelmesinin ardından insan, diğer gezegenlerde ve uzay istasyonlarında kurduğu kolonilerde yaşamına devam etti.
- İnsanlar, uzayın kendi hakimiyetlerindeki bölgesinde keşfettikleri gezegenleri kaynak, bu gezegenlerde yaşayan primitif türleri de iş gücü olarak kullanan bir sömürü düzeni kurdu.
- Sömürülen sayısız dünya var ama bu dünyaların halklarının birbirlerinden haberi yok. Bir imparatorluğun parçası olduklarını bilmiyorlar. Dışarı ile tek temasları, tanrı olarak gördükleri insanlarla. Bu yüzden insanlar halk arasında kendi devletlerine “Sessiz İmparatorluk” adını takmışlardır.
- İnsanlar, sömürdükleri gezegenlerdeki akıllı yaşam formlarını iş gücü olarak kullanmaya devam etmek ve olası isyanları önlemek için, bu halkları primitif düzeyde tutmak zorundaydı.
- Kendi kadim ana gezegenleri Dünya’da, dinler üzerine binlerce yıl süren acı tecrübeler edinmiş olan insan, bunu fırsata çevirmiş ve din üzerine olan birikimini, hakimiyeti altındaki türleri primitif düzeyde tutmak için kullanmaya başlamıştı.
- “Akademi Genesis” adı verilen okulda, bu işi gerçekleştirecek kişiler eğitilir. Bu okuldan mezun olanlar “kozmogonist” ünvanı alır ve kendilerine dini veya mitolojik bir kod ad verilir. Kozmogonistler, atandıkları sektördeki gezegenlerin her biri için, o gezegene özel bir din yaratırlar. Bu yüzden, insanlar onlara halk arasında “kutsal kitap yazarları” derler.
- Yaratılmış dinin, peygamberler ya da tanrılar rolüyle o gezegene inen insanlar vasıtasıyla, yerel halka benimsetilmesi sürecine “ekim yapmak” denir.
- Görev yerine atandıktan sonraki ilk “test”lerinde BAŞARISIZ olan kozmogonistler için prosedür…
Veri analizi beklenmedik şekilde sonlandırıldı.
Bu defa kafasına vurmuş ve onu “uyandırmış” olan Juno’ydu. İki kadın konuşmaya devam ediyordu.
“Dosyanı inceledim,” diye söze devam etti Hera, “oldukça etkileyici. Dini ve mitolojik kaynaklarımıza dayalı klasik metotlara ek olarak, “dünyadaki yaşam dönemi”ne ait kurgu eserlerden de faydalanıyormuşsun. Antik Çizgi romanlar, fantazya ve bilim kurgu eserlerine büyük bir hayranlığın varmış ve bunu işine uygulamışsın.”
“Evet efendim,” diye onayladı Juno.
“Tez çalışmanı okudum, Tolkien’in Silmarillion’u, Lucas’ın Star Wars’u ve Martin’in A Song of Ice and Fire’ını harmanlayarak oluşturduğun din, simülasyonda %77 başarı vermiş. Oldukça yüksek bir oran.”
“Teşekkür ederim efendim, antik insan kurgusunun, en az klasik metotlar kadar faydalı olacağını düşündüm ve tezimde bunu kanıtlamak istedim.”
“Özel bir kozmogonist olduğun belli. Ve özel biri için, özel bir görev uygun düşer.”
Hera, masadaki cihazlardan birinin panelindeki bir tuşa bastı ve bir gezegen hologramı belirdi.
“Bu, Criterion. Sorun yaşadığımız bir gezegen. Gönderilen ilk kozmogonist olan Prometh orada öldü.”
Şimdi gezegen yerine 30’lu yaşlarda bir adam olan Prometh’in yüzü hologramda belirmişti. Altında “Ölüm sebebi: Bilinmiyor” yazıyordu. Hera devam etti:
“Prometh’ten sonra görevlendirilen hiçbir kozmogonist, bu gezegenin ekiminde başarılı olamadı. Bir sebepten, din burada tutmuyor. Görevin, sahaya inip araştırarak bunun sebebini bulmak ve elbette, ekim işini tamamlamak.”
Bu defa hologramda, Criterion’daki bir bölgeyi gösteren bir harita belirmişti. Hera, parmağıyla haritadaki ormanlık bir alanı işaret etti:
“Prometh’in ölümünden sonra yerel türün bu bölgede alışılmadık aktivitede bulunduğunu tespit ettik. Değerleri görüyorsun.”
“O halde bu bölge iyi bir başlangıç noktası,” dedi Juno.
“Aynen öyle,” diye onayladı Hera, “Araştırman için istediğin kadar vaktin var, hazır olduğunda, seni ve Judas’ı Criterion’a götürecek mekik, hangarda bekliyor olacak.”
Ardından Hera, Juno ve Judas’ın yanından ayrıldı.
Juno, Judas ile birlikte, masadaki veri işleme cihazlarıyla, Criterion’un ve yerel halkının özellikleri ve kendisinden önceki kozmogonistlerin başarısız ekim girişimleri üzerine derin bir araştırmaya girişmişti. Şimdiden onu en çok meraka düşüren konu, Prometh’e ne olduğuydu…
Juno ve Judas’ın teorik çalışması birkaç gün sürmüştü. Juno mesai saatleri dışında, tesisteki odasına çekildiğinde bile çok az uyuyor, Criterion’un gizemi üzerine kafa yoruyordu. Şimdiden, gezegendeki sorunu çözdükten sonra, ekim işi için yaratacağı dinin eskizlerini kafasında oluşturuyordu. Bunun için çok sevdiği bir antik romanın ve bir antik video oyununun bir bileşimini kullanacaktı.
Juno hazır olduğuna karar verdiği gün, Judas ile birlikte hangara, kendisine tahsis edilmiş mekiğe binmeye gitti. Judas’ın mekiğe binmeden önce omzuna bir tüfek asmış olması dikkatinden kaçmamıştı.
“Cevap: Saha görevleri için standart prosedür, efendim,” diye açıklamıştı durumu Judas, “yerel türler bazen tehlikeli olabiliyor. Alay: Elbette bu anlamda insanların eline su dökemezler.”
Judas pilot koltuğundaydı, Juno da kokpitte onun yanındaki koltukta. Valhalla’dan Criterion’a olan, birkaç saat sürecek mekik yolculuğu başlamıştı. Juno bu süreyi, zoraki partneri Judas ile sohbet ederek geçirmişti. Varışlarına az bir zaman kala, merak ettiği bazı hususları sormuştu:
“Prometh ve ondan sonra bu gezegen için görevlendirilmiş kozmogonistlerle de çalışmış mıydın? Prometh’in öldüğü söylendi ama diğerleri nerede?”
“Ret: Korkarım bu sorulara, siz Criterion’daki görevinizden dönene kadar cevap veremem.”
Hmm… Bu çok ilginç, veri koruması. Belki sıradaki sorularımı dolaylı sormalıyım.
“Şu omzundaki tüfek… Daha önceki saha görevlerinde onu kullanmak zorunda kaldın mı?”
“Cevap: Kayıtlarıma göre 76 defa atış yapmışım.”
Juno dehşete düşmüştü.
“Hepsi yerel türlere miydi?”
“Açıklama: Aslına bakarsanız…”
Gezegenin atmosferine henüz girmişlerdi ki mekiğin motorları durmuştu. Korkudan buz kesilen Juno’nun zihnindeki her şey uçup gitmişti. Neyse ki Judas, inmeleri gereken noktaya yakın bir yere -epey sarsıntılı da olsa- inmeyi başarmıştı. Juno’nun tekrar sakinleşmesi için bir süre dinlenmeleri gerekti. Bu süreyi mekikteki problemi halletmek için kullanan Judas işini bitirdikten sonra, yanlarına keşif için gerekli gereçlerini alıp haritada işaretlenmiş ormanlık alanın içine yol aldılar.
Ormanın derinliklerine ilerledikçe, Juno bir tanıdıklık hissine kapılıyordu. Bitki örtüsü, yer çekiminin şiddeti, atmosfer, doğanın renkleri… Yerel tür ile de karşılaşmışlardı. Ormanın derinliklerinden, ağaçlardan bakan meraklı gözler tarafından izleniyorlardı. Özellikle bir çocuğun, korku ile karışık merakla bakan gözleri Juno’yu etkilemişti. İlerledikçe daha çoğuna rastladılar. Sonunda Juno bu tanıdıklığın sebebini anladı. Gezegen, dünyanın yaşanılabilir zamanlarına çok benziyordu. Ve yerel tür de, insanın evrim aşamasındaki halini andırıyordu. Tüylü, kısa ve çeviklerdi. Üzerlerinde basit kıyafetler, yüzlerinde çeşitli renklerde boyalar vardı.
Yolculukları birkaç saat sürdü, sonunda haritada işaretli noktaya vardıklarında, karşılarında devasa bir taş yapı buldular. Juno okuduğu raporlardan, buranın bir tapınak olduğunu tahmin etti. Tapınağın girişinde ve merdivenlerinde yerel türün yüzlercesi onları karşılamıştı. Basit sesler çıkararak, kendi aralarında Juno’nun anlamadığı dillerini konuşuyorlardı.
“Alışılmadık aktivitenin kaynağı bu tapınak,” dedi Juno, “bir sebepten, yerel ırk burada toplaşmaya başlamış.”
Juno ve Judas, tapınağın merdivenlerini çıkarak büyük bir avluya vardılar.
Etrafını sarmış onlarca yerlinin arasında, taht gibi duran bir kayanın üzerinde oturan bir figür gördüler. Onlardan biri olamayacak kadar uzun boyluydu. Daha da yaklaştıklarında, bunun bir insan olduğunu fark ettiler.
Hologramda gördüğünden beri aklından çıkmadığından, Juno bu yüzü anında tanımıştı:
“Prometh!” diye bağırdı heyecanla.
Judas herhangi bir tepki vermemişti. Prometh de öyle…
“Sen Prometh’sin,” diye şaşkınlıkla konuşmaya devam etti Juno, “öldüğünü söylemişlerdi. Burada ne arıyorsun?”
Prometh yerli tür gibi giyinmiş, onlar gibi yüzüne boyalar sürünmüştü. Benzerlik görsellikten ibaret değildi zira Prometh onların dilini de konuşuyordu. Kalabalığa bir şeyler söyledi ve yerlilerin tamamı mekanı terk edip, iki insan ve androidi avluda yalnız bıraktılar.
“Sen yeni kozmogonist olmalısın,” diye konuştu Prometh, şimdi insan dilinde.
“Bunu söylemekten yoruldum ama burada başarılı olamayacaksınız. Onlara zarar veremezsiniz,” gitmekte olan yerlileri işaret ederek söylemişti.
“Sen neden bahsediyorsun?” diye sordu Juno. Cevap alamadı.
“Sende farklı bir şeyler var,” dedi Prometh, bir süre Juno’nun gözlerine baktıktan sonra, “sesinde samimiyet var, belki de diğerleri gibi değilsindir ve beni anlarsın.”
Prometh uzaklara daldı ve bir şeyler düşündü. Sonra konuşmaya devam etti:
“Bildiğin üzere ben de senin gibi bir Kozmogonist’tim. Birkaç başarılı ekimden sonra buraya tayin edildim. Lakin buradaki bir şey zaman içerisinde beni tesiri altına aldı. Buranın anayurdumuz dünyaya olan benzerliği. Ve yerel türün… Bize olan benzerliği. Eski halimize. Çocuk halimize. Ve onların çocuklarının gözlerinin içine baktıkça, onlara safsatalar anlatmak, teknolojik harikalarımızı kullanarak sahte mucizeler göstermek, tanrıcılık oynamak, gittikçe daha zor bir hale geldi. Ve sonunda, artık bunu yapamayacağımı fark ettim.”
Juno şaşkınlık içinde dinliyordu fakat Judas hiçbir tepki vermemişti. Oysa bu konuşmalarda, meşhur iğnelemelerini yerleştirebileceği birçok fırsat vardı. Prometh devam etti:
“Dünyadaki dinlerle olan binlerce yıllık kötü tecrübemizi kullanmak için önümüzde iki yol vardı: Ya karşılaştığımız türlere aydınlığa giden yolda rehberlik edecektik, ya da tecrübemizi kötüye kullanıp, onları köleleştirecektik. Tüm insanlık ikincisini seçmiş olabilir. Ama ben, ilkini seçtim.”
Juno’nun gözlerinin içine baktı.
“Söyle bana, sen hangisini seçiyorsun?”
Juno sonsuzluk gibi gelen bir süre boyunca cevap veremedi. Yetiştirilme tarzı ve aldığı eğitimle inşa edilmiş tüm değer yargılarına ters düşüyor olsa da, Prometh’in haklı olduğunu yüreğinin derinliklerinde biliyordu. İnsanlığın sayısız dünyada uyguladığı bu prosedürün korkunçluğu hep oradaydı ama fark edilmesi için Juno’nun zihninde Prometh’in bu kıvılcımı çakması gerekmişti. Bu kıvılcım kısa sürede yangına dönüşmüştü zira Juno’yu farklı kılan, Hera’nın iddia ettiği gibi özel yetenekleri değil, Prometh’in ima ettiği yüreğindeki sevgiydi.
Prometh devam etti:
“Bana katıl. Birlikte bu dünyadan başlayarak insanlığımızı vaftiz edelim. Onlara insanların sahtekarlığını ifşa edelim. Onlara sanata, bilime, akla ve mantığa giden yolda rehberlik edelim! Evrene yayılacak aydınlanmayı buradan başlatalım!”
Juno, buraya yürürken ormanda karşılaştığı çocuğun gözlerindeki bakışı düşündü. İçindeki duygu yoğunluğunu daha fazla dizginleyemezdi. Prometh’e sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
“Beni bir kabusun başında uyandırdın, sana hayatımı borçluyum,” dedi Juno ve titrek ama kararlı bir sesle ekledi, “seninleyim…”
“Pekala Judas, sanırım yeterince duydun,” dedi Prometh, suratında iğrenç, çarpık bir ifadeyle.
Juno ne olduğunu anlayamadan, Prometh tarafından sertçe itildi, ayağı yerdeki bir taşa takılıp kalçasının üstüne düştü.
“Ne oluyor?!” diye haykıracaktı ki androidin sesi onu durdurdu:
“Onaylama: Bana sorarsanız fazla bile duydum.”
Android, tüfeğiyle Juno’nun alnının tam ortasına nişan almıştı.
“Vedalaşma:…” diye cümlesinin niyetini belirtti, fakat cümlenin kalanı silahtan çıkmıştı:
BANG
Judas ve Prometh, ölü yatan Juno’nun başında dikildiler.
“Görüş Belirtme: Yazık oldu, öncekilerden daha zekiydi. Hayıflanma: Sorgusunu kesmek için atmosfere girdiğimizde mekiğin motorlarını durdurmak zorunda kaldım.”
“Valhalla’yla iletişime geç,” diye emretti Prometh androidi hiç duymamış gibi, “söyle, aday başarısız oldu, 78 numaralı adayı göndersinler.”
4000 sene sonra
Bilinmeyen bir gezegen
Çocuk “77’lerin Işığı”nı okumaya devam ediyordu:
“…Onlar arasında da içinde,
İyilik olanlar vardı,
Ne var ki o iyiliği gün yüzüne,
Kendileri gibi şeytanlar çıkardı,
77 kişiydiler, sırayla öldüler,
Ölümleri ateşledi kıvılcımı,
Işık olup evrene yayıldılar,
Ve yolumuz aydınlandı…”