Cehennem | Tevfik Uyar (Kısa Öykü)

Tanıdığı bir his geldi önce sadece… Ama sadece bir his. Elindeki tek somut olan soyut buydu. Algılıyordu. Demek ki vardı… Ama aralarda bir yerde var olması gereken bir yokluğun eksikliği eşlik ediyordu bu hisse. Işık veya sesin yardımcı olmadığı bu varlık hissini daha önce yaşadığı bir şok haline benzetecekti biraz sonra… Ama biraz sonra… O an gelene dek şu an pamuksu bir karanlığın içinde bulunan her şey aydınlanmaya direnecekti.

Nihayet o sihirli an geldi… Etrafında fizikî bir boşluğun var olduğunu hissetmesiyle beraber zuhur etti o an. Işık ve ses hâlâ mevcut değildi ama derisi sanki işe yaramaya başlamıştı; zira üzerinde gezinen hava akımının dört duvar arasında sıkışmış, yarı durgun, yarı hareketli bir hava olduğunu anlayabilecek bilgeliğe sahipti artık. Sanki çok uzunca bir süredir tenine hiç hava temas etmemesi sayesindeydi bu. Tıpkı bir körün işitme becerisinin olağanüstü gelişim göstermesi gibi.

Artık düşünüyordu da… Ki öyleyse daha da vardı… Öldüğünü hatırlıyordu. Daha doğrusu ölmek üzere olduğunu. Yakınları başında toplanmıştı. Konuşma becerisini yitirmişti ama hepsiyle teker teker göz göze gelip manalı bakışlarıyla veda etmeyi başarıyordu. Gizli bir gücü varmışçasına, gözünü her kime dikerse onu ağlatabilmeyi, zaten ağlıyor olanların da feryadını artırabilmeyi başardığını hatırlıyordu. Tüm bu sevgi ve acı dolu vedalaşma anını içten içe baltalayan bir şey vardı ki, oradaki hiç kimsenin bunu gözlerine bakarak anlaması mümkün değildi: Bir sır ve bu sırrın yarattığı, ölüm döşeğine dek gizlenmiş ancak şimdi açığa çıkmış, derin bir korku… Ya “öte dünya” dedikleri varsa ve naçiz bedeniyle birlikte mezara götürdüğü bu sırdan dolayı tüm o ilahî kitapların bahsettiği cehennemde cayır cayır yanacaksa? Son nefesini verirken hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmesini beklediğini hatırlıyordu… Onun yerine vicdan azabı çekmekten ziyade korkmasını aslında ne kadar kötü bir insan olduğunun delaleti saymıştı. İşte böyle saçma sapan düşüncelerle vermişti son nefesini; onu dünyanın en iyi insanı olarak anacak yakınlarının gözleri önünde…

“Şimdi sanırım diriliyorum ve az sonra sırat köprüsünden aşağıya düşeceğim…” diye düşündü. İçinde bulunduğu pamuksu karanlık dağılıp, yerini buğulu ve yine pamuklu beyaz bir zihin bulutuna bırakırken kendi sesini kendi içinde duyarak kurduğu ilk cümleydi bu. Eğer az sonra tanrıyla karşılaşacaksa, şu an tüm varlığını kaplamış bu hissi bir korku değil de vicdan azabı olarak yutturmanın bir yolunu bulmalıydı ama eğer zaten kutsal kitapların aktardıkları doğruysa, tanrı bunu asla yemezdi…

“… bilinci yerine geliyor.” cümlesi ilişti kulağına…

İşte ilk “ses” de gelmişti. Yankılara bakılırsa dört duvar arasında olduğundan daha da emin olabilirdi. Henüz hiçbir uzvunu hareket ettiremiyor olmasının dışında bir tuhaflık yoktu ve “dirilmek” tıpkı narkozlu bir halden uyanmaya benziyordu.

Adı söylendi… “Adın bu mu?”

Yanıt verebilmek için oynatması gereken dudaklarının oynadığını hissedemiyordu ama yapabildiği kadarıyla “evet” demeye çalıştı. Kendi sesini duymadı ama duyduğu sesin sahibi onu duymuşçasına sorularına devam etti:

“Doğum tarihin: 13.06.1974. Doğru mu?”

Yine “doğru” demek istedi ve anlayamadığı bir şekilde -diyememesine rağmen- bunu da başardı. Esas anlamadığı ise, sorgu meleklerinin doğum tarihi gibi bir şeyi sorması ve üstelik bunu sorarken de dünyaya ait bir takvimi referans almasıydı. Ahirette yeniden dirilmek gibi bir senaryo için pek anlamlı bir durum değildi.

“Yargılamasına başlansın!” dedi başka bir kadın sesi. Sesinin tonu, bu tonun barındırdığı otorite ve bu otoritenin odadaki diğerlerinin üzerindeki iktidarı anlaşılıyordu. Yargılama konusu “öbür dünya” senaryosuna uymakla birlikte, duruma oturtamadığı bir dünyevilik vardı her şeyde… Mesela M.Ö 300 yılında yaşamış bir mayalıya doğrum tarihini böyle soracak olsalar ne gibi bir yanıt alabilirlerdi ki? Hem… Gözleri ne zaman açılacak, ışığa ne zaman kavuşacaktı? Melekleri görmek istiyordu.

“Sayın ……, sadece sorulara cevap verin lütfen. 11.03.2018 tarihinde o sırada eşiniz olan merhum ……..’ı çıplak ellerinizle boğmak suretiyle katlettiniz mi?”

Bu muydu? Bu kadar doğrudan ve direkt? Ve hala dünya takvim sistemi… Belki de herkese yaşadığı çağın anlayışına uygun sorular soruluyordu… Mayalıya da “2 katunn” önce diye soracaklardı belki… Ama bunca detay neydi? Çıplak elle boğma detayının sorgu melekleri için anlamı ne olabilirdi? Tanrı katındaki Adalet Bakanlığı’na raporlamak ve suçun işleniş biçimine göre ne kadar yanacağını belirlemek için mi?

“Evet.”

Ne diyecekti ki? Tanrı’dan bir şey saklanamazdı…

“Peki daha sonra bu katliama kaza süsü vermek için eşinizin cesedini salonunuzdaki kanepeye yatırdıktan sonra evinizi ateşe verdiniz ve bu yolla da komşunuzun bebeğinin dumandan zehirlenerek ölmesine sebep oldunuz mu?”

İkinci sorunun birincinin devamı mahiyetinde olmasından ve soruya da “Peki…” ile başlanmasından, dudaklarını oynatamasa da konuşabildiğinden emindi artık.

“Evet.”

“16.05.2018 tarihinde ………… adlı soruşturma savcısının sizi şüpheliler listesine koyması üzerine onu makamında ziyaret ederek, suçu namusunuzu temizlemek için haklı(!) gerekçelerle işlediğinizi iddia eden bir konuşma yapıp, yüklü bir rüşvet vererek, dosyayı kapatmasını talep ettiniz mi?”

“Evet.”

“Ne kadar rüşvet verdiniz?”

Niye soruyorlardı ki? Tüm detaylara hakimdiler işte… Her şeyi zaten bilmiyorlar mıydı?

“250.000 TL”.

O ana kadar odada olduğunu fark etmediği başka biri mırıltıyla “Savcının beyanıyla uyuşuyor” dediğini duydu ve bunu Tanrı’nın meleklerine yakıştıramadı… Çapraz kontrol mü yapılıyordu yani?

“Sorularımız bu kadar efendim” dediğini duydu soruları soranın. “Efendim” denilenin kendisi olmadığını hem aciz durumundan hem de sesin yönünden anlamıştı. Ahirette kendisine “efendi” denecek değildi ya?

Otoriter sesin “Yargılama sona erdi.” diyerek yerinden kalktığını, bu sırada sandalyesini geriye ittiğini, sandalyenin de yere sürterek bir ses çıkardığını duydu ki, bu tahayyül ettiği cennet-cehennem lobisi tasavvuruyla epey bir çelişti. Son derece üşengeç olduğunu -ya da bu aciz kulun vakit kaybetmeye değer olmadığını açıkça gösteren bir ses tonuyla- “Cezası zaten belli. Prosedürleri uygulayın yeter” dedi. Önce bir köşeye yürüdüğü, sonra bir kapıyı açıp dışarı çıktığı ve kapıyı arkasından kapatmadığı ama biraz çektiği duyuldu… Daha doğrusu, rüzgârı hissedildi. Mekandaki somutluktan kuşku duydu ve içinden “galiba burası sırat köprüsünden önceki durak değil” diye geçirdi… Ve o sırada ummadığı bir şey oldu!

“Değil tabii…” diye cevap verdi diğer kişi.

İçinden “İyi de ben konuşmadım ki?” diye geçirirken bu defa da “biz sen konuşmasan da duyarız” dediğini duydu sorgucunun.

“Salağa bak… Olan biteni anlamıyor haliyle…” dedi gülerek diğeri. Sorgucu da genzinden alaycı bir gülüşün emaresi olan, tuhaf bir ses çıkardı. İkisinin de kendisinden nefret ettiklerini rahatlıkla anlayabiliyordu.

“Görüşünü aç madem şunun”.

“Önce diğer prosed…”

“Aç aç… Vicdan cezası çekecek nasılsa puşt! Neyi hangi sırayla yaptığımızın ne önemi var.”

“İyi tamam…”

Düşünmeye korkuyordu ama düşünmeden durabilmek mümkün olmadığından “düşünmekten korktuğu” da dışarıdan anlaşılıyor olmalıydı. İşte düşündüğü üzerine düşünebilen insan bu demekti zaten… Homo sapiens sapiens…

Gözlerini açtılar. Uzun süredir kullanmadığı gözlerinin karşılaştığı ışığın şiddeti karşısında birden acıyacağını sanıyordu ama öyle olmadı. Fişe takılan bir monitördeki gibi, görüntü birden geliverdi. Pamuksu aydınlık yerini görüntüye bırakmıştı ancak tanımlayamadığı “pamuksuluk” hissi hala yerindeydi.

Gördüğü ilk manzaraya bakılırsa tahmini doğruydu. Burası dört duvar arasıydı; yani yüzölçümü tam da sandığı -ya da hissettiği- kadar olan, küçük bir odaydı. Ve tıpkı bir yoğun bakım merkezi gibi, tıbbi olduğunu sandığı aletlerle doluydu ve hatta yanındakilerden biri beyaz önlük giyinmişti. Göz ucuyla görebildiği diğeriyse resmi giyimliydi. Kendi vücuduna bakmak istedi ama beceremedi. Kafasını, kollarını, kısacası herhangi bir uzvunu oynatamadığının farkındaydı ama en azından gözlerini aşağıya çevirmek istiyor, lakin onu da beceremiyordu. Odayı gözünün aldığı kadar izlemekten başka bir şey yapması mümkün değildi.

“Neden başka bir tarafa bakamıyorum?”

Resmi giyimli kadın elindeki bir cihaza bakıyor ve ekranda bir takım işlemler gerçekleştiriyor gibiydi. Diğeriyse bir köşede cam tüplerle uğraşıyor, itinayla hassas bir karışım oluşturmaya çalışıyor gibiydi.

“Size diyorum yahu! Neden gözlerimi hareket ettiremiyorum?”

“Baksanızaaa!”

Az evvel düşündüklerini bile duyabilenler, şimdi olanca şiddetiyle haykırdıklarını duymuyorlardı. Resmi giyimli olan elindeki cihazı bir kenara bırakıp, yatağa doğru geldi. Orada duran başka bir ekrana bakınca,

“Bize seslenmiş bu” dedi. “Neden gözlerini çeviremediğini soruyor. Şuna bir ayna getir” dedi.

Beyaz önlüklü kadın doktor biraz merhamet kırıntısı taşıyan gözleriyle resmi giyimli olan kadına baktı. “Getir getir, önünde sonunda anlayacak” dedi. Sanki sırf tereddüt gösteren doktor ikna olsun diye “bunu bilmeye hakkı var hem…” diye de ekledi.

Kabın içinde ıslak bir pamuk üzerinde duran beyin oldukça zavallı ve aciz bir haldeydi. Hemen arkasındaki bir implanttan çıkan kablonun ucundaki kameranın önüne küçük bir ayna koydu doktor.

“Görüyor musun?” diye sordu. Beynin vereceği yanıtı görmek için yine başka bir implanttan çıkan kablonun uzandığı cam ekrana baktı.

Bir çember içerisinde beyin resmi gören “beyin”, “Bu nedir?” diye sordu.

“Sensin.”

“Nasıl yani? Bu resimden başka bi…”

“Sensin dedim!”

Gerçekten de öyle olduğunu anladı beyin. Ayna hareket ettikçe, içerisindeki resim sağa sola kayıyordu. Şu an gerçekten de kendine bakıyordu! Diriltilmişti evet… Ama düşündüğü gibi değildi. Beynin bu duruma nasıl tepki vereceğini merak ettiği için resmi giyimli kadın koşar adım ekran başına geldi.

Beyin, “Burası ahiret değil mi?” diye sordu.

Doktor acı acı gülümsedi. Avukat olansa adaletin yerini bulmasından duyduğu bir hazla sırıttı. Sorusunu duymamışlar gibi, kendi aralarında herkesin aynı düşünceye kapıldığını ama bunun normal olduğunu, zira herkesin öldüğünü hatırladığını konuştular. Sonra biri başını beyne çevirip “Değil” dedi. “Burası sandığın hiçbir yer değil…”

“Neredeyim ben?”

“Yaklaşık 80 yıl önce işlediğin ama aklanmayı başardığın bir suçtan yargılanmak üzere bilincine yeniden kavuşturuldun. Az önce yargılandın ve ceza aldın. Yani burası bir nevi adliye… Ve sen de geçmiş suçlar mahkemesinin laboratuvarındasın.”

Çok tutarlıydı… Eğer tanrı cehennem konusunda özellikle yaratıcı davranmadıysa…

Daha az evvel vicdan azabı yerine sadece cehennem korkusuyla ölen adamın bu yeni durumu kabullenmesi çok zaman almadı. Nitekim, bir cehennem fikrine zaten hazırdı. Kaçacak hiçbir yeri olmadığının “bilincinde” olarak “anlıyorum” dedi. Daha doğrusu, ekranda “anlıyorum” dediği yazdı…

“Peki ne yaptığımla ilgili bu kadar bilgileri nereden aldınız?”

“Zavallı kadını da bilincine kavuşturup ondan öğrendik. Senin ölmüş olsan dahi yargılanıp ceza alacağını ve sonra başına neler geleceğini anlatarak onun huzura kavuşmasını sağladık. Bu yolla bütün faili meçhul kadın cinayetlerini aydınlatıyoruz ve senin gibi, o savcı gibi namussuzlara, alçaklara hak ettikleri cezalarını veriyoruz.”

“Vicdan cezası… Az önce, zannedersem hakimdi, öyle dedi…”

“Hayır. Ben söyledim… Ve evet öyle. Vicdan cezası çekeceksin.”

“Peki nedir bu ceza?”

Ekrana bakan iki kadın birbirine baktı. Avukat başıyla onay verdi.

“Sonsuza kadar, en azından insanlık var oldukça ve dünyada elektrik üretildiği sürece bilincin açık kalacak.”

“Gerçek bir cehennem gibi değil mi?” diye bağırdı avukat, beyinden çıkan bir başka kabloya bağlı mikrofona yaklaşarak. Aslında sesin şiddeti modüle ediliyordu ve bunu da biliyordu ama yine de böyle yapmak ona iyi hissettirdi.

“Keşke sesini de duysaydık… Yazısından anlaşılmıyor ne kadar korktuğu” dedi doktora.

“Bedeni yerinde olmadığı için korkuyu bizim gibi deneyimleyemiyor olabilir.”

“Hadi ya… Öyle mi dersin?… Tüh…”

“Peki ya gözlerim? Açık kalacak mı?” yazdı ekranda. Doktor söze başlamadan avukat atıldı:

“Karanlık bir havuzda tutulacağından bunun önemi yok. Ayrıca halkın verdileriyle sana bir kamera tahsis edecek değiliz. Ayrıca ait olduğun karanlığa ancak kör olarak layık olabilirsin. Bu arada… Sanma ki sadece seni önemsediğimiz için veriyoruz bu cezayı… Bu uygulamamız sayesinde kadın cinayetlerini engellemeyi başarmak üzereyiz. Ne yaparsanız yapın, öyle iyi halden, tahrikten, delil yetersizliğinden kurtulamayacağınızı bilmek epey etkili oluyor emin ol. Adamı mezarından çıkarıp yine cezasını veriyoruz…” dedi tüm kadınlar adına intikam alıyor olmanın verdiği keyifle.

“Bedeni bir acı çekmeyeceksin, ama ne bok yediğini düşünmek için yüz yılların olacak… Çok nefes tükettik bunun için. Ve ne acı değil mi sizi terbiye etmek için medeniyetin yetmiyor olması? Çağır götürsünler…”

Doktor kadın, elindeki cihaza bir şeyler fısıldadı. Biraz sonra beyni dehlize taşımak için küçük bir sedye getirilirken adamın ne söylediğinin bir önemi kalmamıştı zira artık kimse ekrana filan bakmıyordu.

Önce göz implantı söküldü. Sökülür sökülmez ışık kayboldu. Sonra ses implantı söküldü ve sesler gitti. Sonrasında ekranın bağlı olduğunu sandığı implant sökülmüş olmalı ama bunu anlamasının zaten bir yolu yoktu. Hava akımlarını algılamasını sağlayan şeyin de bir başka sensör olduğunu anlayınca epey şaşırdı. Çünkü az evvel ona var olduğunun ilk haberini veren, çevresini hissetmedeki muazzam becerisini de bir anda tamamen yitirdi.

Artık ne olduğunu bilmiyordu. Bilmesine de imkân yoktu.

Sadece ve sadece düşünmesine, kendi varlığının farkında olmasına izin verilen bir beyin sedyeyle en alt kattaki dehlize götürüldü. Dehliz, bir sarnıça benzeyen, özel bir sıvıyla dolu havuzdan ve bu havuzun üzerindeki ince bir köprüden oluşuyordu.

Sedyeyi köprünün üzerinde durduran taşıyıcı personel, beyni içinde bulunduğu geniş kaptan özenle çıkardı. Kenardaki kaydıraklardan birinin üzerine yavaşça bıraktı ve beynin yuvarlanarak jelimsi sıvıya yavaşça dalışını izledi. Kendisini duymayacağını biliyordu ama yine de büyük bir keyifle şöyle söyledi:

“Cehenneme hoş geldin…”

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

kisa oyku

Kaplumbağalar ve İnsanlar | Erhan Yıldırım (Kısa Öykü)

Yaşaması için ilk kural neydi hakikaten? Su mu? Hava mı? Yoksa lezzetine bakmadan midesine tıkacağı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin