“Azura, Azura… Azura!”
Aniden masadan başını kaldırıp sınıftaki herkesin kendisine doğru döndüğünü gördü. Edebiyat hocası elini beline koymuş, gözlerinin içine bakıyordu. Yüzünde hayal kırıklığından eser yoktu, çünkü Azura’nın sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olduğunu biliyordu.
Azura “Özür dilerim Bay Harlin, sanırım dün akşam birkaç tez üzerinde okumalar yaparken saate dikkat etmemişim. Söz veriyorum bir daha olmaz.” diyerek hocasını ikna etmeye çalıştı.
Bay Harlin bunun üzerine sınıftaki diğer öğrencilerin yanında gereğinden fazla anlayışlı görünmemek için hafif emrivaki bir tonla: “Farkındayım Azura, belki de bu yüzden en zor ödevi sana veriyorum. Bana çok önemli bir sorunun yanıtını bulmanı istiyorum.” dedi.
Azura “Elbette!” diyerek holografik ekranın not alma sekmesini açtı.
Bay Harlin derin bir nefes çekerek: “Bana hayatın anlamını tanımlamanı istiyorum.” dedi.
Parmakları saydam ekranın üzerinde yazmaya hazır hâlde bulunan Azura birden duraksadı. Edebiyat hocasının alay edip etmediğini anlayamamıştı. Gözleri itiraz edercesine bakıyordu ekranına, ama hocasına karşı geldiği izlenimini vermemek için harekete geçip soruyu kaydetti.
Bay Harlin “Diğer öğrencilerin aksine, sana iki günlük süre tanıyorum.” diyerek kürsüsüne yavaş adımlarla geri yürüdü. Yere değen her adımından gelen ses Azura’nın kulağında bir saat gibi işlemeye başlamıştı. Bu bir ödevden ziyade bir meydan okuma gibiydi ve Azura mücadeleyi seven birisydi.
Saat 12.45, tüm öğrenciler evlerine gitmek için otomasyon sistemlerine bağlı döner otoparka gidiyordu. Geçen yüzyıl içerisinde uluslararası görüşmelerde eğitim bakanlarının bir araya gelerek imzaladıkları genel kararnamede tüm okul programlarının öğlen saatinde bitirilmesi uygun bulunmuştu, böylece öğrenciler bu kısa süreçte derslerine daha çok odaklanabilecek ve günün geriye kalanında sosyal aktivitelerle kendilerini geliştirebileceklerdi. Benzer uygulamalar iş sektörüne de yansımıştı ve beklenenin aksine birçok gelişmenin önü açılmıştı. Anlaşılan, başarıya giden yol çok çalışmaktan değil, verimli çalışmaktan kaynaklanıyordu. Bu durum enerji sektörünün ilerlemesine ve sürücüsüz araçların yaygınlaşmasına da yol açmıştı.
Otoparkta sıralarını bekleyen öğrenciler önlerine gelen araçlarına binerek evlerine götürülüyorlardı. Azura ise babasının duyduğu endişesinden dolayı tüm itirazlarına rağmen evine yürüyerek gitmeyi tercih edenlerdendi. Henüz lisede olmasına karşın ileri düzey organik kimyaya duyduğu ilgiyle adli tıpta çalışmayı ve işlenen suçların arkasındaki gizemleri çözmek istiyordu. Ancak ensesine kadar gelen kısa mor saçları ve 21. yüzyılın punk kızlarını andıran sağı solu yırtık siyah giysileriyle ciddi bir dedektif gibi görünmekten çok bir suç avcısını andırıyordu.
Sene 2317, medeniyet birçok sıçrayış gerçekleştirmiş olsa da oranları iyice düşmesine rağmen cinayetler bütünüyle bitmemişti, üstelik bu cinayetleri işleyenler genellikle kapkaççılar kadar basit kişiler olmaktan ziyade kodlama dünyasının ustalarından oluşuyordu. Cep telefonlarının devri bittikten sonra iletişim aracı olarak kullanılan bilekliklerden holografik teknoloji sayesinde yansıyan yol haritasını uzaktan manipüle edip kurbanlarının yanlış yere gitmelerini sağlayabiliyorlardı. Azura kendi evini rahatça bulabildiği için bu endişeyi taşımıyordu, ama bu cihazlara güvenen milyonlarca insanın da güvende kalmasını istiyordu. 9 sene önce annesini bundan dolayı kaybetmişti ve daha fazla insanın acı çekmesini istemiyordu.
Okulun çıkışına doğru giderken koridorda yürüyen Edebiyat hocasını gördü. Arkasından seslenerek yanına gitti: “Bay Harlin, Bay Harlin, size bir sorum vardı!”
“Efendim Azura.”
“Bay Harlin, affedersiniz, vaktinizi almak istemezdim ama, sorduğunuz sorunun dersinizle tam
olarak ne ilgisi vardı diye merak etmiştim.”
Bay Harlin hafif bir tebessümle “Edebiyat dersinde neden yüzeysel olarak basit görünen, oysa böylesine karmaşık bir felsefi soruyu sorduğumu merak edeceğini tahmin etmiştim. Edebiyat bir sanat türüdür ve bu sanat türü içerisinde bir hikâye anlatıcılığı mevcuttur. Her ne kadar teknolojiye bel bağlamış bir topluluk hâline gelmiş olsak da hikâyeler daima insanlığın birer parçası olmuştur, Edebiyatın hayatta kalmasının nedeni de budur. Bu sanat türünün içeriği sana belli fikirler kazandırır. Felsefe de diğer derslerinde öğrendiğin gibi Philo ve sophia kelimelerinden türer, yani bilgeliğe duyulan sevgi. Fikirler ve bilgiler birleşince, ortaya hayal gücüyle harmanlanmış en büyük hikâyeler çıkar. Bu hikâyelerin yazarları da biziz, oysa pek çoğumuz daha elimizdeki kalemi neden tuttuğumuzu bilmiyoruz.”
“Kalem nedir Bay Harlin?”
“Eskiden insanlar bir şeyleri kayıt altına almak için grafit içeren küçük çubuklarla yazılar yazardı. Seneye Edebiyatta Kullanılan Aletlerin Gelişimi dersini işleyeceğimiz için henüz bunları bilmemen doğal.”
Azura kaşlarını çatıp “İlginç… Peki araştırabileceğim kaynakçalar biliyor musunuz?” diyerek konuşmasına devam etti.
Bay Harlin bir saniye bile gecikmeden: “Aslında evet. Bir adrese gitmeni istiyorum. Bilekliği kullanmadığın için sana koordinatları veremem ama neyse ki adresin basit bir ismi var.”
Azura çantasındaki holografik ekranı çıkardı.
“Vresas Ulusal Kütüphanesi. Evine yürüdüğün yolun üstünde G.E. Robotik Tamir Atölyesi’ni geçer geçmez sağa dönersen birkaç yüz metre sonra solunda dev bir yapı göreceksin.”
“Kütüphane?”
“Ah evet, kalemlerin yarattığı bir evren diyebilirim. Gidince anlarsın ne demek istediğimi. Şimdi izninle kaçmalıyım. Akşam şu yeni açılan gökyüzü restoranında kardeşimin doğum gününü kutlamak için hazırlıklar yapmam gerek. Tekrar konuşuruz Azura. Unutma, iki günün var.”
Azura bir yandan yürürken bir yandan da bulutsuz gökyüzünü izliyordu. “Sana neden Azura dediğimizi biliyor musun? Çünkü için karanlık bulutlarla kaplı olmak yerine sonsuza dek uzanan güzelliklerle dolu, tıpkı açık mavi bir gökyüzü gibi. Azura’nın da anlamı budur.” diye yumuşak tonlu bir ses fısıldamıştı kulağına. Henüz 7 yaşındayken işittiği bu sözlerle içindeki bu sınırsız potansiyeli kullanma hevesi artmıştı. İnsanların çeşitli idolleri vardı, ama onun esin kaynağı daima annesiydi. Şimdiyse babasının eski tip biyonik bacağının vida ve elektronik bağlantılarının ayarlarını ara sıra yapmanın yanında evin işlerine koşturan ve derslerine sıkı çalışan 17 yaşında genç bir kızdı. Araştırmayı çok seviyordu, zekâ seviyesi yüksek sayılabilirdi, hele bilgi yüklü bulmacalara olan ilgisi nedeniyle bazı geceler geç saatlere kadar uyanık kalıyordu, bu da derslerine geç kalmasına veya sınıfta uyuyakalmasına sebep oluyordu.
“Kolay gelsin Jax, bu sefer neyi tamir ediyorsun?”
“Merhaba Azura! Yorgun görünüyorsun, yine derste uyuyakaldım deme sakın. Ha ha ha… Bu sefer elimde nadir bulunan bir parça var, bir Audi A8 arabası. Müşteri önümüzdeki “Antika Otomobil Sergisi”nde koleksiyonun arasına bu bebeği eklemek için satın aldığı bir fabrikanın garajında bulmuştu. Eskiden insanların araçlarını hareket ettirebilmek için elektrik yerine petrol gibi ilkel yakıtları kullandıklarına inanabiliyor musun? Bu çok çılgınca!”
“Önceden karma sistemli robotlarla uğraşırken, şimdi eski arabalara kalmışsın, kariyerinde epey ilerlemişsin Jax.”
“Sorma, ben de ilk 100 Trilyonerler listesine gireceğim. Hepiniz göreceksiniz. Bu arada nereye gidiyordun?”
“İleride kütüphane adında bir yapı varmış. Oraya gidiyorum.”
“Evet, oranın önünden birkaç kere geçmiştim. Senelerdir kimse oraya uğramıyor diye biliyorum. Sanırım bir ödev için gideceksin. Bir ara tekrar görüşelim seninle.”
“Tabii ki. Görüşürüz!”
Azura’nın yanakları hafif de olsa kızarmıştı. Jax onunla yaşıt bir gençti. Çocukluğundan beri makinelere olan ilgisi hiç azalmamıştı, şimdi de ailesinin zorlaşan maddi durumundan dolayı okulu yarıda bırakıp tamirhanede çalışmaya başlamıştı. Bu durum onun yeni şeyler öğrenmesine engel olmuyordu. Ne zengindi ne de yakışıklıydı, ama ince kişiliği ve zekâsıyla Azura’nın gönlünü kazanıyordu.
Aradan bir 15 dakikanın daha geçmesiyle Azura nihayet o yapının önüne gelmişti. Tarih derslerinde gördüğü Antik Yunan mimarisindeki dorik sütunları andıran kolonları vardı. Çevresinde bulunan cam cepheli gökdelenlerin arasında eski ve aykırı duruyordu. Girişine doğru gelince yüksek ahşap kapıları gördü. Ellerini kapının üzerine koyup dokuyu hissetti. Normalde orman gezisine gittiklerinde gördüğü bu malzemeyi karşısında bulunca şaşırmıştı. Artık her yapının girişinde duvar görünümünde olup kişiye özel frekans algılama teknolojisi sayesinde seslenme komutuyla yanlara açılan kapılar bulunuyordu. İnsan nüfusunun 15 milyara ulaşmasıyla birlikte artan hırsızlığın önüne ancak bu şekilde geçilebiliyordu.
“Merhaba, kimse var mı?” diye seslenerek içeriye girdi.
Etraf birden aydınlanmıştı. Muhtemelen hareket sensörleri var, diye düşündü Azura. Tavana kadar uzanan ve kendisine tepeden bakan bir dev gibi görünen rafların arasında üzerlerinde yazıların basılı olduğu dörtgen şeklinde kutular vardı. Belki yüz metre kadar uzanan bir hol boyunca bu kutuların dizili olduğu raflar dikkatini çekmişti. Etraf kahverengi bir ambiyansa sahipti, yerlerde yumuşak dokulu, uzun dikdörtgenler vardı, tavanda da normalde görmeye alışık olduğu beyaz ışık yerine sarı parlayan lambalar vardı. Azura etrafını gözlemledikçe buranın eskiliğini hissedebiliyordu, ama yine de her yer oldukça temizdi.
“Nasıl yardımcı olabilirim?”
Azura birden yerinden zıpladı! Arkasından gelen bu değişik sese doğru ağırca döndü. “Evet, ne için gelmiştin?” dedi karşısındaki kişi.
Azura daha dikkatli gözlerle bakan bu kişinin bir insan değil, bir robot olduğunu fark etmişti. Cildi bir insanınkisine çok benziyordu. Bir kadın simasına sahipti, alt gövdesi ise mekanik parçalardan oluşuyordu ve babasındaki biyonik bacakları andıran metal uzuvlara sahipti.
“Sen, sen bir robot musun?”
“Hımm, benim gibilere çoktan alışık olmanı beklerdim açıkçası. İsmim Sophia. Aslında bu ismi bir başkası önermişti, ama hoşuma da gitti. Benim türüm ilk kez 2016 senesinde üretilmişti. Bunu söyleyince şimdi dinozorlar çağı kadar uzak gelen bir tarih gibi duruyor. O zamandan bu zamana dek epey fonksiyonel değişiklikler geçirdik, tabii çok daha üstün modellerin piyasaya çıkmasıyla bizleri daha çok kütüphane gibi yerlerde hizmet vermek amacıyla kullandılar. Aradan geçen birkaç yüzyıldan sonra sanırım geriye bir tek ben kaldım.”
Azura biraz daha rahatlayarak “Özür dilerim, birden ortaya çıktığında korktum. Peki, tam olarak nasıl bir yer burası?”
“Burası Vresas Ulusal Kütüphanesi. Burada neredeyse her konuya dair kitap bulabilirsin.” “Kitap?”
“Şu raflarda gördüğün şeyler. Daha önceki ziyaretçilerin ellerinde hep o holografik ekranları gördüğüm için bunların ne olduğunu bilmemene şaşırmadım. Açıkçası bunlar sizin türünüze ait çok kıymetli varlıklardır. Kaleminizin gücüne daima hayran kalmışımdır.”
“Kalem, evet, bunun ne olduğunu bugün öğrendim. Bu kitaplardan birine bakabilir miyim?”
“Burası bir kütüphane, istediğine bakabilirsin. Bu arada, adını öğrenemedim?”
“Ah özür dilerim, ismim Azura.”
Bu ismi duyar duymaz Sophia’nın suratındaki ifade birden değişti. Raflardan birine uzanarak kitap denilen bu dikdörtgenlerin içlerine hayretle bakan Azura’nın yanına iyice yaklaştı.
“Benimle gelmeni istiyorum, sana bir şey göstereceğim.”
Holde ilerledikçe Azura yanından geçtiği kitapların başlıklarına göz atıyordu. Savaş ve Barış, Zamanın Kısa Tarihi, Hamlet, Türlerin Kökeni, İncil… Bir türlü bitmek bilmeyen, Edebiyat hocasının söylediği gibi, adeta apayrı bir evrendi burası.
Holün sonuna ulaştıklarında bir tezgâhın yanından geçerek arka tarafa uzanan bir koridora girdiler. Azura biraz daha aşina olduğu bir manzarayla karşılaşıyordu. Metal yüzeyler, mermer döşemeler ve tepe boyunca gömülü beyaz ledlerin olduğu bir koridordan geçtiler.
Sophia vardıkları karanlık odanın duvarındaki düğmeye basarak ışıkları açtı. Azura birden karşısında insan beyinlerinin bulunduğu yüzlerce yeşil sıvıyla doldurulmuş kavanozlar gördü. Her bir kavanozun üstü ve altına kablolar bağlıydı ve kavanozun içine elektrik sinyallerinin verildiği görülebiliyordu.
“Burası zihin projeksiyon laboratuvarı. Eskiden insanların hikâyelerini merak eden Harlin adında genç bir profesörle birlikte burada çalışmalar yapıyorduk.”
Azura “Har… Harlin mi?” diye tereddütlü bir sesle kekeledi.
“Evet, daha sonra Edebiyat alanına yöneldi ve yollarımız ayrı düştü. Pek fazla ziyaretçim olmuyor aslında. En sonuncusu 2308 senesinde gelmişti.”
Azura sesindeki endişeyi gizlemeye çabalarken “P… peki bu kavanozlardaki şeyler nedir?” diye sordu.
“Bunlar CERN adında eski bir araştırma tesisinde kullanılmış makinelerden artakalan parçalarla inşa ettiğimiz bir tür koruma sistemi. Organik yapıda olduğunuz için biyolojik bedenleriniz kolay çürüyebiliyor, ama neyse ki beyninizdeki bazı nöron bağlantıları aradan yüzlerce ve hatta binlerce yıl geçse bile sağ kalabiliyor. İnsan zekâsına duyduğumuz merak nedeniyle, yeterli arazi olmadığı için yok edilen mezarlardaki önemli sayılabilecek insanların beyinlerini profesörle birlikte buraya getirdik. 2100’lü senelerde iyice gelişen zihin okuma teknolojisiyle hafızaları görüntüleyebiliyorduk. Acıları, mutlulukları, zorlukları, maceraları, neredeyse her şeyi görebiliyorduk. En korkutucu anılar IV. Dünya Savaşı’ndaki askerlere aitti. Şuradaki elektrotlarla bağlı kaskı takarak adeta bu insanların hayatlarını yaşayabiliyorduk. Tabii uzun süredir kaskı çalıştırmıyorum, muhtemelen içindeki eskimiş parçaların değiştirilmesi gerekecek.”
Beyinlerin nereden tedarik edildiğini öğrenince Azura daha rahat nefes almaya başlamıştı. İnsan duygularından yoksun robotlara karşı güveni hâlihazırda azdı. Sonuçta annesi, bilekliğindeki haritayı takip eden bir hacker’ın ele geçirdiği bir robot tarafından soyulurken karşı koymaya çalışmasından dolayı öldürülmüştü.
Azura “Demek ki Bay Harlin bu yüzden buraya gelmemi istedi. Sanırım ödevimin yanıtını burada bulabilirim.” dedi alçak bir sesle. Ardından Sophia’ya dönerek kendisine sorulan soruyu yöneltti: “Sophia, bu kadar süredir burada olduğuna göre birçok beynin derinliklerine bakmışsındır. Peki hayatın anlamını yanıtlayabilecek bir şeyler öğrendin mi?”
Sophia bu soru karşısında birden şaşırır gibi bir ifade sergiledi. Sofistike bir robot olması nedeniyle insan-benzeri duyguları iyi yansıtabiliyordu.
“Bulmacaları seversin değil mi?”
Azura bunu neden sorduğunu anlamadan “Evet” diye yanıtladı.
“Harika. Buradaki birkaç zihinden bahsetmek istiyorum, bunun sonucunda da bulmacayı çözersen o zaman sorunun yanıtını bulabileceksin.”
“Hımm, tamam…” diye yanıtladı Azura, bunun ne gibi bir faydası olacağına emin olmadan.
“Sene 1969, ilginç bir yüzeyin üzerinde yürüyordum. Bana telsize benzer bir cihazdan Armstrong diye sesleniyorlardı. Yukarıya doğru baktığımda Dünya’yı görebiliyordum. O kadar küçüktü ki baş parmağımı kaldırıp baktığımda onu kapatabiliyordum. Çok kırılgan bir gezegene benziyordu. Şu diğer zihne geçtiğimde sakin bir şekilde bacaklarımı çaprazlamasına birleştirip oturarak garip sesler çıkarıyordum. Uzun ve derin sesler. Bir robot olmama rağmen o andaki sakinliği ve rahatlığı hissedebiliyordum. Uzaktan geçen insanlar ellerindeki cihazları bana doğrultmuş, kayıt alıyorlardı. En öndekilerden biri sessiz kalmalarını rica edip benim bir Zen Budist keşişi olduğumu söylüyordu.”
Azura’nın aklı biraz karışmıştı, ama Sophia’nın sözlerindeki bulmacayı bulmak için pür dikkatle dinliyordu.
“Üçüncü zihne baktığımda şu içeride gördüğün kitaplardan birini yazmakla meşguldüm. Kitabın adı Ulysses idi. Ulysses, efsanevi bir Yunan kahramanı olarak bir deniz yolculuğuna çıkmıştı. Bilinmezliğe doğru gittiği için çok cesur olmalıydı. Gerçek hayatta hiç denizi görmediğim hâlde çok etkilenmiştim. Dördüncü zihne geçtiğimde bu sefer ne uzayda, ne bir tepede ne de denizdeydim. Bu kez sırf kumla kaplı bir bölgedeydim. Başımda bir kuşu andıran ilginç bir maske vardı, karşımdaki insanlar da bilgelikle ilgili daha çok şey öğrenmek istiyorlardı. Bu bilgileri Firavunun isteği üzerine sadece özel bir kesime öğretiyordum. Ama daha fazla dayanamayıp bu gizli öğretileri herkesle paylaştığımda dışarıdaki insanlar beni aydınlığın simgesi olan Güneş’in tanrısı olarak ilan etmişti. “Ey Ra!” diye seslendiklerini duydum. Ama amacım tapılmak değil, herkese bir şeyler öğretmekti.”
Gözleri dalgın, iyice düşüncelere dalan Azura halen bulmacayı bulmaya çabalıyordu.
“Son olarak da şu zihne geçtiğimde kendimi Antik Yunan dönemlerinde bulmuştum. Maddenin temel yapıtaşları üzerinde felsefi tartışmalar gerçekleştiriyorduk. İkide bir “Saçmalama Demokritos!” diye seslenip söylediklerime itiraz ediyorlardı. Ancak onlara parçalanamaz olan Atomos’a dair düşüncelerimi ısrarla söyleyip duruyordum.”
Azura önünde iki gün olduğunu bilmesine rağmen hocasının kendisine sorduğu bu soruyu en kısa sürede cevaplandırmak istiyordu. Kendini yeni keşifler içerisinde bulduğu bu durumda kitaplarla çevrili ve bir insan olduğuna inandırabilecek ölçüde gerçekçi bir robotla insanların zihinlerine erişmekten bahsediyorlardı. Önceki dakikalarda hissettiği korkunun yerine heyecan gelmişti ve sadece bu bulmacayı çözmekle kalmayıp başkalarının da kütüphane denilen bu yapıya gelmeleri için onlara gördüklerini anlatmak için sabırsızlanıyordu.
Azura az önce duyduklarını aklında yorumlamaya çalışıyordu: “Bir düşüneyim. Dünya’nın farklı yerlerinde gerçeklemiş hikâyeler, yaşanan farklı dönemler, gösterilen cesaretler ve yüce bilgiler. Sayılan kişilerin arasında Armstrong, bir Zen Budisti, Ulysses, tanrı Ra ve Demokritos var. Armstrong gezegenimizin kırılganlığına değinerek onun değerine vurgu yapıyordu. Herkes yürümeye devam ederken Zen Budisti bir acelesi yokmuş gibi oturuyordu. Ulysses, karşısındaki yolculuğun getireceği bilinmezliklere rağmen korkusuzca yelken açmıştı. Ra, insanları aydınlatma amacını taşıyordu, ama insanlar onu gereğinden fazla yüceltmişlerdi. Demokritos da var olan her şeyin temel yapısını anlamaya gayret ediyordu.”
“Hemen iyi ezberlemişsin Azura. Tüm isimleri eksiksiz saymana şaşırdım doğrusu.”
Azura odağını bozmamak için kısa süreliğine gülümseyerek “Aslında bulmacalara bayılıyorum.” diye yanıtladı.
Sophia, Azura’ya fark ettirmeden “biliyorum” dermişçesine bir bakış attı.
“Aslında, bu kadar farklı karakterler için hayatın anlamı farklı olmalıydı. Verdiğin örnekler çok uç çünkü. Belki de sorunun yanıtı kısaca budur: Hayatın anlamı, kişiden kişiye ve onların yaşam görüşüne göre değişir. İster başka bir gök cisminde olalım ister kumların ortasında. İster hareketli bir denizle boğuşalım ister sakin bir tepenin üstünde oturalım. Bunu bir atomun seviyesine indirgesek bile, durum değişmiyor. Evet sanırım buldum!”
Sophia, Azura’nın omzuna metal kolunu uzatarak: “Sonuca yaklaştın, ama bulmacanın başına da odaklanman gerek bence.”
Azura soru işaretleriyle dolu bir şekilde bakarak “Bulmacanın başına mı?” diye düşündü.
“Bulmacanın başı… Bulmacanın ba… Hımm… Armstrong, Zen Budisti, Ulysses, Ra, Demokritos. Bu isimlerin bir önemi var mı acaba? Armstrong, Zen Budisti, Ulysses, Ra, Demokritos… Arm, Zen, Uly, Ra, Dem… A, Z, U, Ra, D. Azura! Aha! Ama bir saniye, D harfi ne alaka?”
Sophia laboratuvar çıkışını gösterip “Bence D bölümüne bakmalısın.” diye Azura’yı yönlendirdi.
Azura hızlıca koşarak D bölümünü aradı ve rafların üzerinde kitap kategorilerini yazan etiketleri seslice okudu: “Derin Uzay, Dağ, Deniz, Dünya…”
Azura birden durup gözünü yakalayan o kitabı gördü. Demin saydığı kategorilerin arasında tek eksik kalan yeri simgeliyordu: “Mavi Gökyüzü”nü
Biraz yüksekte kaldığı için yan taraftaki kaydırmalı merdiveni kendine doğru çekerek üzerine tırmandı ve kitabı eline aldı. Tam kapağını açmak üzereyken Sophia kolunu tuttu.
“Epey heyecanlısın görüyorum. O elindeki çok özel bir kitap. Bence yarın okuluna gittiğinde ilk sayfalarını açmalısın, ondan sonra hocanın sorusunu yanıtlayabileceğinden eminim.”
Azura bir anlığına hayal kırıklığına uğramış gibi hissetse de nedense Sophia’ya güvenmeyi tercih etti. Onunla vedalaştıktan sonra bu ilginç ve gizemlerle dolu yapıdan ayrılıp evine kadar kitabı açmadan sağ salim taşıdı. Babasına olup bitenleri anlattıktan sonra bacağının ayarlarını yaptı ve ardından uyumaya koyuldu. Masasının üzerinde duran kitap cansız bir obje olmasına rağmen “Beni aç ve oku” diye seslenir gibiydi, ama Azura içindeki bu arzuyu bastırmayı başardı. Sophia’ya verdiği sözü kırmak istemiyordu.
Bir sonraki sabah okula gelirken hocasına cevabı tam olarak bulamadığını ama üzerine kendi yorumunu sunabileceğini belirtti, elindeki kitabı da açıp içinden bir kısım okumak istediğini söyledi.
“Sanırım Sophia’yla tanıştın. İlginç bir karakteri vardır. Benden önce onu en son bir arkadaşım görmüştü. Çok akıllı bir Felsefe öğretmeniydi. Sık sık görüşüyorlardı ve derin konularda sohbet ediyorlardı. Kütüphanesine bir kitap da hediye etmişti. Sonrasında başına talihsiz bir olay gelince Sophia köşeye çekildi, benimle de konuşmaz oldu. Edebiyat alanına yöneldiğimi fakat oradan ayrılmam gerektiğimi söyleyince de aramızda sessiz bir kırgınlık yaşadık. Bu duygusal yönüyle bazen bir robot olduğunu unutabiliyorsun. Sanırım bir ara ziyaretine gitmeliyim.”
Bay Harlin’in söylediklerini dinlemeye çalışmıştı ama heyecandan onun sözlerine tam odaklanamamıştı. Ders saati gelince sınıfın karşısına geçip önce kütüphaneyle ilgili deneyimlerini anlattı. Ardından elindeki kitabı bulduğunu söyleyip kapağını açtı. İlk sayfadaki yazıyı okurken gözleri birden yaşarmaya başladı:
“Kendi yaşamlarımız birer bulmaca,
Aramaya devam etmeliyiz daima,
Ve düşüncelerimizde kaybolsak da,
Asla pes etmemeliyiz bu yolculukta,
Nice duygularımın anlatımı bu kitapta, Onlarca anımı tek bir yerde bulsan da,
Zaten hayatımın anlamı sevgili kızım Azura…”
Not: Redaksiyon için Şule Ölez’e teşekkürler.