Bir su birikintisine eğilip bakarken fark etmiştim. Aslında insana ne kadar da benziyorduk. Bu yüzden bütün yansımalar yanıltıcıdır, demişti Yüce Som, kitabında. Simetri bir şekilde biz insinorglara kendine döndürmeyi hatırlattığı için ilerlemeye mani olduğundan dolayı ayna ve benzeri yansıtıcılardan uzak durmamız gerektiği öğretilmişti bize. Bu yüzden insanları da denizlerin, nehirlerin ve göllerin kenarlarına konuşlandırmıştık.
Kurutuç S7 yanıma gelip su birikintisini saniyeler içerisinde buharlaştırdı. Yüzümü kaldırıp doğruldum. Ara bitmiş, toplantıya doğru gitmemiz gerekiyordu. Vakum koridoruna girip toplantı odasına doğru lastik gibi uzadık. Herkes toparlandıktan sonra elips şeklinde aralarında yüzlerce bölümlere ayrılmış görü akış boşlukları olan masaya yaklaşıp konuşmaya hazırlanıyorduk. Her birimiz kafasındaki Data Harelerimizle birbirimize çeşitli veriler paylaşıyor ve her birimiz kendimize göre bu bilgilerin bağlantı toplamında veri istatistiğimizden bilgi yönergeleri çıkartıyorduk. Bilgi yönergelerinin özbilgiye dönüşene kadar da kimse konuşmuyordu.
Aramızda ilk konuşmayı yapmak için söz alan Tokuzarlı Kör Bezen’di. Ama söz almak için ilk önce bir bedel ödenmesi gerekiyordu. Bu bedellerin ilki; henüz insan olan çocuğunu Yüce Som’a kurban etmekti. Eğer daha önce çocuğunu kurban vermişse, bir sonra en sevdiği nesnelerden birini bağışlaması gerekecekti. Ancak Bezen ilk defa konuşacaktı. Bu yüzden oğlunu yanında getirdi. Aslına bakılırsa sadece belden altları insan olan insinorglar için bu dert bile değildi. Konsey masasının ortasına gözleri, elleri ve kolları bağlı olarak getirilen oğlu yatırıldı. Bezen’in kafasının üstünden yola çıkan data hare, havada yavaşça süzülüp oğlunun boynunu sardı. Bezen çok etkilenmeyeceğini düşünse bile yine de gözünü kapattı. Kesilen kafasından boşalan kanlar masanın ortasındaki deliğe doğru aktı. Sonra o delik büyüdü ve oğlunun bedeni de derin karanlık boşluğa doğru düştü.
“Yüce Som’a esenlikler olsun! Merhaba, Ben Bezen. Sizlerle kendimce edindiğim özbilgimi paylaşmak istiyorum.”
Data Haresi yine kafasının üstüne yerleştikten sonra renklenip üstünde bir tür hologram oluştu. Karmaşık geometrik şekiller yavaş yavaş belirginleşmeye başlıyordu. Bu şekil bir tür tehlikeyi işaret eden mantar görünümüne sahipti. Üstelik bu görüntüye yakınlaşıldığında göğe doğru yükselen bulutlar mevcuttu.
“N-termonükleer bomba! İnsanlar bunlara hazırlanıyorlar. Bunun nasıl bir şey olduğunu belirtmeme gerek yok herhâlde.”
Mavi başlıklı bir insinorg söz almak için sıralamasındaki en değerli eşya olan Yüce Som kitabını bağışladı ve söz hakkını alıp soru sormaya başladı.
“Bunu yapacaklarına dair bir kanıtınız var mı?”
“Hayır, kesin kanıtımız yok. Buna gerek de yok. Çünkü insanların bizi öldürmek için bundan başka çareleri yok!”
Bu cevap karşısında şaşkına uğramıştım. Çünkü sistematik bir şekilde köle kıldığımız insanların nükleer bomba yapması neredeyse imkânsızdı. Zaten insanları kurban etme ayinimiz varken delilsiz bahaneyle kesip doğramamız soykırımı tetikleyebilirdi. Herkesin tek bir soru sorma hakkı olduğu için genelde karşı taraf eksik cevap veriyor, soru soran kişinin merakı tatminsiz kalıyor ve sohbet de böylece kesintiye uğruyordu. Bir diğer İnsinorg tuhaf fikirler üreten kalemini Yüce Som’a bağışladı ve sorusunu sordu ;
“Bu nükleer bombanın zararı nedir?”
“Bir tür intihar. Bir atımla biz dâhil canlıların en az yarısı ölür. ”
Germenler soyundan olan Brahm adında birinin zihin algoritmalarından çıkan özbilgi sonucuna göre konuşmak için söz isteyince kız çocuğunu getirtip kurban ettirdi. Brahm gözlerini kapattı ve derin bir soluk aldık sonra konuşmasına başladı;
“İnsanların bomba yapacağına dair bir delil göremedim. Ama onları kurban verip saklanabilir ürün yapmak için çok bahanemiz var. Mesela hâlâ hayvanları kurban ediyorlar. Her şeyi hak görüyorlar. Tabii ki artık köleleştirsek de hâlâ tehlikeliler. Kendi dinlerine göre kendilerini hayvanlardan ayrı tutuyorlar. Hâlbuki hiçbir farkları yok. Bu yüzden çok tehlikeliler! Biz insan değiliz. Bazılarımız öyle sanıyor olabilir. Öyle doğduğumuz için. Ama doğduğumuz andan itibaren sürekli bir inorganik değişime uğrayıp başkalaşıyoruz. Başımızda dönen hareler ise bizi biz yapan olmazsa olmaz…” diye kesilen sözünden sonra masamızın tamamını aydınlatan ışıklı hâkimiyet, bizleri olduğumuz yere mıhladı. Işık seviyesi loşluğa doğru düşüp her şey normalleşince Yüce Som konuşmaya başladı. Ancak ne kendisi vardı, ne silueti, ne de yüzünün çehresi. Sadece sesini dinliyorduk.
“ Geçici olarak kesiyorum toplantınızı. Şimdi beni iyi dinleyin! Bildiğiniz şeyleri yine birbirinize özbilgi diye satıyorsunuz. İnsanların oyunlar oynadığını görüyorum. Bu konuda fazla açıklama yapma gereği duymuyorum. Daha siz burada konuşmalar yaparken ben kurban etme emirlerini verdim bile. Bu arada her kurban eyleminde bana selam göndermeniz gerektiğini hatırlatayım! Selam göndermeyenlerin rütbeleri düşer, bilmeyenler için bir uyarı! ”
Bu kısa konuşmasından sonra burada belirdiği gibi aynı hızda kayıplara karışmıştı. Konuşmak istiyordum. Ama benim kurban verebileceğim tek değerli eşyam vardı: o da başımın üstündeki bu Data Hare. Onu da verirsem elimde ne kalacaktı ki? Yine de vermek istiyordum. Konuşmak istediğimi görünce masadaki herkes şaşkına uğramıştı. Hatırlatma amacıyla arı robot olan Malik Sami 3S yanıma gelip kurban olarak verebilecek tek eşyamın Data Hare olduğu için bana söz verilmesinin pek mümkün olmadığını hatırlattı. Hayır, ben insan olmaya göze almak istediğimi söyleyince, ortam buz kesti ve sessizleşti. Malik Sami 3S ise gayet işini yapar gibi benden Data Haremi kolayca teslim aldı. Sonra yanıma gelip bana “Artık bir insansınız Ziyak Kurdan.” dedi. Hem korkuyordum, hem de içimi saran nedenini bilemediğim bir rahatlama duygusu hâkimdi.
“Gördüğünüz gibi sevgili dostlarım kurban olmayı seçiyorum. Birçoğunuz benim aptal olduğumu düşüneceksiniz. Ama şimdi beni iyi dinleyin. Yüce Som’un ne olduğunu konusunda bazı bilgilerin elimde olduğunu söylesem ne düşünürdünüz? Gerçekten insanlar umurumda değil! Umurumda olan tek şey hakikat! Verilerimizin çoğu yanlışsa, o yanlışlardan doğru bilgi çıkarmamız ne mümkün! Ne yaptık bunca zaman? Delil aradık değil mi? Delilsiz gerçeklikten söz ediyorsunuz şimdi. Yüce Som eğer hepimiz için en iyiyi bilen ve gören olsaydı, o zaman bu gerçeği bile bize açıklama zahmetinde bulunması gerekmez miydi? Şimdi ise insanların çoğunu öldürmemizden bahsediyor. O zaman bizim insanlardan ne farkımız kalır? Bunu yaparak dünyayı mahveden insanlarla aynı olduğumuzu resmen kanıtlamış olmuyor muyuz zaten? ”
Sessizlik çökmüştü. Adeta dünyanın bütün atomları bir an bu sessizlikte donmuş gibiydi. Malik Sami 3S’in vızıldama sesiyle her şey yeniden ve yavaşça uyanıverdi. İnsinorg’un bir insanla konuşması için herhangi bir bedel ödemesi gerekmiyordu. Bu yüzden etrafımdaki herkes konuşmak için ayağa kalktı. Ellerimi havaya kaldırıp gülümsedim.
“Tamam, ama en azından ilkel bir insan beynine sahibim. Size şu kadarını…”
İçlerinden en öfkeli ve sabırsız görünen sözümü kesti.
“Yüce Som neymiş söyle bakalım? Neymiş delillerin ucube?”
“Sakince beni izlemenizi istiyorum. Size bildiğimiz her şeyin yanlış olduğunu söylesem ve bu yanlış verilerin bizimle alakalı olmadığını. Muhtemelen şimdi beni Yüce Som da duyuyor. “
“Bırak uzatmayı sadede gel!”
“Avluda konuşmaya ne dersiniz?”
“Önce bize söyle diyeceğini?”
“Daha fazla kişi duymalı! Bu yüzden avluda konuşmamız gerek!”
Kapıya doğru yönelip vakum koridorundan geçince teneffüs arenasına tekrar çıktık. Kalan on bir insinorg da yanı başıma üşüştü. Buradaki manzaranın verdiği rahatlama ile huzurlu sessizliği dinlemekteydik. Sanki herkes bir an az önce ne yaşandığını unutmuştu da etrafı seyre dalmışlardı.
Buradaki temaşa ile Ağrı dağı ile Küçük ağrı dağı arasındaki yamaçlarda öbek öbek pamuk gibi onlarca her bir yapının içerisinde yaşayan insanların ve insinorgların hapsolmuş olduğu gerçeğini tekrar hatırladım. Her bir yapının kendine özgü görünüşü vardı. Çakırdikeni, beyaz gül, kurt kulağı gibi çiçek görünümlü yapıların arasında bizim bulunduğumuz yerin görünüşü nedense çuvaldızı andırıyordu. Yukarı doğru çıkan iğnesinin tam ortasından çıkan manyetik alan koruyuculuğu sayesinde dışarıyla temas kesilmiş oluyordu. Çünkü dışarıda en azından insan için yetersiz oksijen olduğundan manyetik alan çevresinde dönen dışarıdaki kötü hava en alt kattaki hava filtresinden geçerek içeriye ideal hava doluşuyordu. Tesadüf bu ki tam bu anda manyetik alan kesilişinin dalga etkisi bizi sarstı ve herkes dört bir yana savruldu. Kimse ne olduğunu anlam veremedi. Bütün şüpheler bana çevrildi. Bunun benimle ilgisi olmadığını söylememe rağmen bana inanmadılar. Bezen beni ayağa kaldırıp sorguya çekti.
“Ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Ben bir şey yapmadım!”
Nefes almam sıklaşmıştı. Ne olup bittiğini anlayamadan açıklamak istediğim o şeyi hemen açıklamak istedim.
“Yüce Som bir yapay zekâdır. Sadece bu!”
“Kayıpsın! Çok büyük bir kayba uğruyorsun Ziyak! Ne söylediğinin farkında değilsin.”
“Size bir tanrı olarak gözüküyor. Onu kusursuz sanıyorsunuz. Ancak o sadece bir algoritma o kadar. Tıpkı evrendeki herhangi bir şekilde organize olan gezegenler, yıldızlar, dağlar veya canlılar gibi.”
“Bu çok aptalca!”
Havanın sisli oluşu tamamen kirlilikten kaynaklandığı besbelliydi. İdeal hava bu olmasa da nefes almakta o kadar da zorlanmıyordum.
“Hayır, değil. Bakın size bütün toplantılarda son kararı veren kendisiyse, sesini bu kadar sıklıkla duyuyorsak, o zaman biz ne işe yarıyoruz? Bizi neden yarattı? Sizce Tanrının en büyük kanıtı kesin bir sessizlikte oluşu değil midir? O kadar yoklukta olmalıdır ki bu yüzden var olmalıdır. Nereye gitsek, alışverişte, evimizde, çalışma alanımızda, tartıştığımızda, aile içinde, gezilerde sıklıkla karşımıza çıkıp bize nasihat veriyor, etkiliyor ve son kararı almamızda etken oluyor, tıpkı bir insan gibi. Böyle bir tanrı olur mu? En üstte oturan patronumuz misali. ”
O sırada Malik Sami 3S iğnesini boynuma batırıp kısa süreliğine felce uğrattı beni. Yere sırt üstü düştüm. Bezen kendi Data haresini harekete geçirip boynuma doladı. Beni kurban etmek için son hamlesi kalmıştı. O sırada yukarıdan bir damlanın kaşıma düştüğünü hissettim. İçlerinden bir insinorg “Yağmur yağıyor!” diye panikle bağırdı. Bu yağmurla kaçışan İnsinorglar hiçbir yere gidemedi. Çünkü havanın karanlığını aniden aydınlatan milyonlarca ışıltılı damlacıkların göz alıcı güzelliği karşısında adeta dona kaldılar. Bu organik fosfor yağmuruydu. Hiçbir şeye benzemiyordu. Fosfor yağmuru bir süre sonra su yağmuruna döndü. Yavaşça kendime gelip doğruldum. Kollarımı açarak yağmurun yağışını hissettim. Bu parlaklıklar bir süre sonra su birikintileri oluşturdu. İnsinorgların neredeyse hepsi bu birikintilere bakarken ister istemez kendi yansımalarını gördüler ve haşyet duydular. Yağmur da yavaşça dinip artık çiselemeye bırakmıştı kendini.
“Şimdi siz karar verin; Yüce Som; Tanrı mı, yoksa şeytan mı?” dedim nefes nefese.
Bunun üzerine üzerlerinde dönen bu Data Harelere bakarak homurdanmaya başladılar. Bu gürültüyü bozan bir sarsıntı oldu. İğnenin bulunduğu yerde fosfor gazlarından oluşan hareketli bir bulut vardı. Bulutsu hareket ettikçe canlıyı andırır gibi biçimsiz bir yüz bir kafa ortaya çıkıyor ve sislerin etrafında dolanıp tekrar kaybolup, sonra bütün gazların kendi içine çökmesiyle küçülerek titreme meydana geliyordu. Bulutsu stabil hâle büründükten sonra Yüce Som’un sesi geliyordu. Ama bu ses bir tür konuşmadan önce yapılan hazırlık sesleri gibiydi.
“Evet, başlıyoruz. Hepiniz beni dinleyin. Şeytanı benden dinleyin şimdi. Kendini insan gibi gösterir o. O kadar kendini insan olarak inandırır ki artık kendisi tamamen o asıl varlığından tamamen apayrı, korkunç ve yabancı bir mahlûkat olan insan hâline gelir. Yani insan bizzat şeytanın ta kendisidir. Peki, Tanrı dediğinizi duyar gibiyim? Bu aptalca fikri de insan ortaya çıkarmıştır. Ben size ne zaman kendimi Tanrı olarak tanıttım? Hiçbir zaman. Mutlak güce ben sahibim, evet. Ama insan gibi ucube varlığın inandığı şeyleri dinleyerek kendinizi ilkelleştirdiğinizi görüyorum şimdi. O hâlde kafanızdaki o hareleri çıkartın! Makamımdan kovuldunuz! ”
Her biri data harelerini çıkartıp Yüce Som’a sundu. Sundukları anda bağışlanmayı da beklediler.
“Artık herkes insan olduğuna göre kurban olma zamanınız geldi, kuzularım!”
Herkesin çıkardığı hare sahibine tekrar gelip boyunlarına dolandı. Birkaç kişi hariç kalan herkes yalvarıyordu. Ancak tören başlamıştı bile. Aralarında belki on beş saniye arayla kafalar kesilip kurban ediliyordu. Ta ki yukarıda uçuşan yedi adet sinekopterlerin varlığı ortaya çıkana kadar. Sinekopterlerden gelen aynaların yansıması Yüce Som’un bulutuna doğru tutulunca bulut dağıldı. Sinekopterleri kullananlardan biri saçı sakalı birbirine karışmış bir insandı. Lider görünümlü bu kişi bir parola verir gibi bana seslendi; “Çilek Kokusu yayıldı!” Bu kişiyle hiç karşılaşmama rağmen sanki onu yüzyıllardır tanıyor gibiydim.
Söylediği şey hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kurban verme ayini durdu. Yüce Som oldukça öfkelenmişti.
“Sizi kayıp mahlûklar! Hadi ayağa kalkın Data Harelerinizi toplayın! İnsinorglar toplanın! Şu ucubeleri yakalayın!” dedikten sonra sinekopterlerdeki aynalardan yansıyan güneş ışığı yoğunlaşınca o hareketli olan bulutun içinde konuşanın aslında Yüce Som değil, sadece bir insan çocuğu olduğu ortaya çıkmıştı. Sadece basit bir ergen çocuk. Önce bir anlam veremedim. Duyduğumuz sesle ağız hareketlerini takip ettiğim konuşmaların aynı anda senkronize olduğunu fark edince, bu çocuğun bu dünyada seçtiği Tanrı avatarla bizimle kafa bulduğunu anlamıştım. Ancak bu çocuk oldukça tanıdık geliyordu. Öyle ya! Bu İmparator Reza’nın oğlu Smiley lakaplı Izak’tı! Çocuk tabii ki her şeyi malikânesinden kontrol ettiği için yakalanması da bir o kadar uzun zaman almış olmalıydı.
Avlunun kenarlarındaki hologram kanallarının açılıp fotonlar dalgalanmaya başlayınca önemli bir konuşmanın yapılacağı sinyallerini almıştık. İmparatordu bu. Kısa süre içerisinde malum konu hakkında konuşmaya başladı. Oğlunun yaptığı bu çocukluk yüzünden cezalandıracağından, insinorgların olur olmadık yerlerde işlerine burnunu sokup Yüce Som denilen yapay zekâ uygulamasını kullanılmasının yasal olmadığından bahsetmişti. Bu arada İmparator Reza, kimse telaş etmesin diye yapay zekâsı uygulaması olan Yüce Som ile Yüce Som’un gerçek varlığının ayrı olduğunu uzun uzun anlatmış ve ibadetlerimizi de bu yüzden eksiltmememiz gerektiğini tembihlemişti.
Tüm bu açıklamalara rağmen oğlunun bu ifşaatı şehirde hızlıca ve sessizce büyük panik ve hayal kırıklığı yaratmasına engel olamamıştı. İmparatora güvenin azaldığı hissediliyordu.
Manyetik alan tekrar kapandığı için burada kapana kısılmıştık. İsyancılar bu çuvaldız avlusuna çatışmak için toplanıp er ya da geç teslim olmayı bekliyorlardı. Henüz düzen polisleri üşüşüp bizi hizaya sokmamıştı. Yine de bir yere kımıldamamıza güvenlik birimleri izin vermiyordu. Ancak bu birimler bile tuhaf bir şekilde yaptıkları göreve inançlarını kaybetmiş, sanki özellikle içlerinden bazılarının da gelecek olan düzen polisleriyle çatışmaya hazırlanıyorlardı. Bana sinekopterden seslenmiş o uzun saçlı ve sakallı olan insan gelip yanıma oturdu.
“Demek ki Yüce Som yalan değilmiş?” dedim.
“Hayır, öyle değil. Şöyle ki böyle bir yapı elbet bir gün çökecekti. En nihayetinde bunu kullanan ergen büyüyecek oynamayı bırakacak, yani sözde Tanrıları kendini emekliye ayırmış gibi duracaktı. Ama İmparator Reza iyi kıvırdı. Çünkü yepyeni bir Yüce Som ile dönüş yapacak yazılım.”
“Yani sizin gibi düzen bozucular da gelip çomak sokuyorlarsa…”
“Bir şekilde düzen bozulur. Sistem çöker. Ancak o çöken sistemin üstüne mutlaka güncellenen bir sistem yine gelir.”
“Yani uğraşınız boşuna. Benim de öyle ”
“Hayır değil. Çilek Kokusunu hatırla! Büyük taarruz zamanında kazandığımız zaferi! O zafer anında etrafa yayılan çilek kokusunu! İşte orada tarifi imkânsız bir azim var!”
“Bilmiyorum ki, nedir bu zafer?”
Sonra elime “Hegemonyanın ilk hezimeti” diye bir kitap tutuşturdu. İçeride tekrar filtrelenen o taze havayı bir nefesle içime çekip çilek kokusunun nasıl bir şey olduğunu hayal ettim. Sanki zihnimde hâlihazırda var olan toplumsal kuralların imgeleri de bir bir dağılmaya başlıyordu. Var olan her şeyin nefes aldığını ilk defa hissediyordum. Tıpkı bir insan gibi.