bakteriyel kozmos

Bakteriyel Kozmos | Tuğrul Sultanzade (Kısa Öykü)

Nice sarsıntılar ve felaketlerin bağrında çırpınan insanlık yıldızları düşleyerek solmuştu. Bin yıllar boyunca en yakın yıldıza değmek için uğraştıysak bile artık her şey için geç kalınmıştı. Hayat yavaş yavaş yuvalarımızdan süprülüyor, renkler buharlaşıyordu.

Güneş hayatını bizlerden esirgemiş, kızgın ve öfkeli bir iblise dönüşmüştü. Merkür’ü yutmuştu. Uzaya gönderdiğimiz her şey kozmik öfkenin yankıları içinde mumyalanmıştı. Astroloji evrim geçirmişti ve bozulan yıldız sahasıyla birlikte okyanuslar da uçup gitmişti. Bu kudurmuş kıyametin buharları tüten dehşetinden sadece tek bir diyar uzakta kalmıştı. Antarktika. Hızla eriyen buzullar Chwmilh denen acı bir iç denize dönüşmüştü. İnsanlık can hıraş içinde bu denizin kıyılarına göç etmişti.

Ben doğduğum zaman buzullar tamamen erimişti güya. Bir zamanlar tamamen buzullarla kaplı olan Antarktika’da dev bir deniz ve de etrafında evrimleşen parazitik bir canlılık vardı artık. Genetik çeşitlilik yoğun ultraviyole ışınlar altında kabarıp köpürüyordu.

Chwmilh Denizi’ne kaçan insan ırkları da bu hızlanmış evrim sürecine tabii oldu. Artık birbirimizden tamamen farklı ve rengarenk bir türdük. Evrim ise bizim için kutsal bir kader meleğiydi. Ancak onun seçtiği ırk hayatta kalacak ve belki de yıldızlara ulaşacaktı. Yaşamak ve gelişmek için Güneş tamamen kudurmadan önce hâlâ vaktimiz vardı.

Hızlı bir şekilde kaybettiğimiz teknolojileri geri getirmeliydik. Fakat çoğu insan türü gittikçe daha da ilkelleşiyordu. Kabilemizin yerleştiği bölgenin kuzeyinde kalan bataklıklarda yaşayan kabile bunların en feci örneğiydi. Onlardan nefret ederek büyüdüm. Çamurlu, dikenlerle dolu kentlerde yaşar ve de kendi dışkılarını yerlerdi o vahşiler. Sakallı ve yabani bataklık insanlarıydı onlar ve beyin yapıları son derece küçülmüştü.

Benim kabilem onlarla buraya geldiğimizden beri savaş halindeydi. Yüz yıldır bitmeyen bir savaş. Biz geniş bayırlara, suyu gövdesinde muhafaza eden sert kabuklu ağaçların ormanlarına, kitin boynuzlu antilopların koşturduğu, çetin çimlerle dolu tepelere yayılmayı başarmışken, onlar hastalık kaynayan bataklıklara saplanıp kaldı ve bataklıkta yaşamak için evrimleştiler.

Ben erkeklik çağıma geldiğim zaman kabilem bilgisayar teknolojisini yeniden canlandırmıştı bile. Bu bize büyük bir üstünlük sağladı çünkü artık yabanilerin davranışları konusunda kesin tahminlere sahiptik. Onları bir gece baskınıyla tamamen silip süpürdük. Cesetlerini bataklıklarına gömdük ve yeniden dirilttiğimiz teknolojilerle bataklığı kuruttuk.

Orada hem zaferi hem de kadim bir düşmanımızı mumyaladık. Fakat kutlama yapacak vaktimiz yoktu. Bilgisayar bize büyük bir felaketin yaklaşıyor olduğunu bildirdi. Antarktika’nın henüz keşfedilmemiş bir bölgesinde sapasağlam duran dev buz dağları varmış. Yakında eriyeceklermiş.

Biz denizin en uzak kıyısındaydık; eğer bir felaket olsaydı bundan biz etkilenmeyecektik. Dolayısıyla diğer kabilelere haber vermedik. Onlar sel tarafından boğulacaksa bu bizim için evrimsel bir avantajdı. Bu çağda evrim ölülerden oluşan tepeleri tırmanarak ilerler ancak ve evrim denen o parazitik tanrı kendi vücuduna bizi dahil etmiş, simbiyotik bir iletişim halinde onunla birlikte yıldızlara doğru ilerliyorduk hızla.

Çok geçmeden denizin seviyesi yükselmeye başladı. Bundan korkmadık. Bu kalbimizi şevkle doldurdu. Kadim dünyanın karanlık yapıları eriyor ve eridikçe peşinde ölüler getiriyordu. Gökyüzünün ışık anaforları, yeryüzünün garabet uğultuları ve de yıldızların sonsuz istihzası altında evrime şükranlar sunuyorduk, çünkü o bizi o ceset fırtınasına katmamış, diri ve ayakta kalmamızı sağlamıştı. O yıl sahillerimiz cesetlerle doldu ve dev dalgalar geldi sonra. Selin yuttuğu koca koca şehirlerin, ülkelerin ve insanların kalıntılarını yağmur gibi yağdırdılar. Topladığımız cesetleri evrime şükretmek için yaktık ve genetik çeşitliliği havaya savurduk.

Olgun bir adam olduğum zaman evlendim. Karım bana bir düzine çocuk doğurdu. Altısı kız. Altısı erkek. Sağlıklı, gürbüz çocuklar. Onları doya doya sevmek ve mutlu büyümelerini sağlamak evrime olan en büyük borcumdu. Fakat kabilemiz çok kalabalıktı. Birileri Chwmilh’e açılmak ve evrimin kök salıp hızla geliştirdiği öteki topraklara ayak basmak zorundaydı.

Ailemle birlikte bir gemi inşa ettim. İçimde dolanan garip bir his beni Chwmilh’e davet ediyordu. O durgun dalgaların hüküm sürdüğü denize açılacaktım. Bir adaya yerleşip orada kendi köyümü kuracaktım. Evrimsel çeşitliliği devam ettirmek zorundaydım. Bizimle dört aile daha gelecekti. Kabilemizin kutsal genlerini o adada daha da güçlendirip öteki kıyılara yayılacak ve evrim adına zayıf ırkları eleyecektik.

O adaya yerleşir yerleşmez beni reis ilan ettiler. İlk iş olarak bir bilgisayar kurduk hep birlikte. Sonra adayı keşfe çıktık. Sert ve gövdeleri pullu kaplumbağa ağaçları vardı her yanda, kitin çeperli bitkiler ve denizin öte yakasında bıraktığımız vatanımızda koşturan kitin boynuzlu antiloplar bile vardı. Bunlar çok daha küçük fakat sevimliydi gerçi. Korkunç bir iblise dönüşen güneş ise bu adada sadece canlı ve kızıl bir dost gibiydi.

Adadaki en yüksek tepeye bir tapınak kurduk. Bilgisayarı oraya yerleştirdik. Reis olarak bilgisayarla konuşmak bir tek benim hakkımdı.

Çocuklarımız balık avlar, tarla sürer ve rüzgar gülleri kurup elektiriği evlere dağıtırdı, kızlarımız kıyafetler yapar ve yemek pişirirdi, ihtiyar erkekler ibadet ederdi, evrime dualar yakardı ve ihtiyar kadınlar kızlarına kabilenin geleneklerini anlatırdı. Bense bilgisayarla konuşurdum durmadan. Onun sayılarla dolu gizemli zihnini anlamaya çalışırdım.

Bilgisayar durmadan yıldızları işaret ediyordu. Belki de lanetli topraklara, güneşin kasıp kavurduğu o zehirli, ölü ve terk edilmiş diyara geri dönmemizi söylüyordu. Bilgisayardan korkmaya başlamıştım bu yüzden. Acaba bir iblis mi yaratmıştık vatanımızdan uzak şu adada? Fakat onunla konuşmaya devam ettim. En nihayetinde yıldızlar ile nereyi işaret ettiğini çözmeyi başardım. Tepenin altını gösteriyordu!

Çocuklarımı yanımda topladım. Kitin çeperli sazlardan kurduğumuz evimizde, yanı başımızda evrimin temsilcisi ateş yanıyorken onlara bir göreve çıkacağımızı söyledim. Gündüz mevsimiydi. Gece atımını bekledik. Ortalık hafifçe kararıp tekrar aydınlandı ve yola koyulduk. Kabilemizin icadı olan tüfekler, kamalar ve mızraklarla dişten tırnağa silahlanmış bir şekilde tepenin altına indik. Bir yeraltı dünyası karşıladı bizi orada ve tam da ufuk çizgisinde masmavi bir efsun gibi parlayan lagünü gördük.

Havada ciğerlerimize işleyen çok yakıcı ve ağır bir his vardı. Bilinmezlikti bu. Oğullarım korkmaya başlamıştı. “Atalarınıza layık olun!” dedim. Hepsinin kalbinde bir cesaret ışıldadı. Kararlı adımlarla yürüdük. Fakat orada çok şaşırtıcı ve karanlık bir şey vardı; lagünün ortasında kayalara oturmuş bir peri gördüm. Korkuyla karışık şaşkın ve yakıcı bir çığlık attım. Oğullarım tüfeklerini ateşledi. Kurşunlar havada patladı. Peri, soykırıma uğrattığımız yabani bataklık insanlarından birine dönüştü. Pislik ve çürük et yemekten bozulmuş bir suratı vardı. Dudakları erimişti, burnu bembeyaz bir mantar tarafından istila edilmişti, gözleri iltihaptan dolayı açılmıyordu. Korkutucu ve tehditkar bir ifadeyle gülümsedi. Sonra Sel’in soykırımına uğrayan öteki ırkların fertlerine dönüşüp durdu. Bir gölge oyunu gibiydi. Nihayetinde lagüne atlayıp eridi ve ondan geriye yoğun bir toz tabakası kaldı. Oğullarıma bu toz tabakasını incelemelerini emrettim. Çocuklar bunların tohum olduğunu söyledi.

Herkesten gizli bir bahçede tohumları ektik.

Bilgisayarla konuştum. Bana yardım etmesi için yakardım. Fakat aynı yeri işaret ediyordu durmadan. Her hafta lagüne indim ben de bu yüzden. Ne suda, ne de mağarada hiçbir değişim yoktu. Her şey en son bıraktığımız gibiydi.

Mevsimler geldi geçti, yekpare gündüzler ve geceler birbirini kovaladı ve nihayet adamızda ilk bebekler doğdu. Ben de bunu bir işmar olarak algıladım, tapınağın arkasında kalan bir bölgede yarattığımız gizli bahçeye girdim. Tohumlardan çıkan bitkiler boyumu geçmişti bile… eğer böyle giderse onları saklamak için diktiğim duvarları dahi geçeceklerdi. Ada halkının bu bitkilerden haberdar olmasını istemiyordum. Bu yüzden bilgisayarla tekrar ve tekrar konuştum. Makine hiç durmadan aynı yeri işaret ediyordu.

Gece mevsimiydi. Gün atımının ardından ortalık hafifçe aydınlandı ve sonra tüm ışık sönüp gitti. Lagüne indim ben de tekrar fakat bu sefer cesur davrandım. Ta kıyıya kadar yürüdüm ve bağdaş kurup oturdum. Periyi gördüğüm kayaya diktim gözlerimi. Onu beklemeye koyuldum.

Çok geçmeden su yüzeyinde devasa ışık tayfları belirdi. Korktum fakat atalarıma layık bir cesaret ve irade ile oturduğum yere kilitlendim. Bu varlıkların şekilleri bana vatanımda gördüğüm bir takım resimleri çağrıştırdı… bunlara bakteri deniyordu. Bizler evrimin yarattığı en güçlü ırktık ve artık bakteriler bizim için bir tehdit değildi. Fakat bakterilerin bu kadar büyük olması imkansızdı. Onlar merceklerle dahi görünmeyen varlıklardı.

Aklım korku ve sorularla yoğruluyordu. Zaman ise ezilip ufalanarak akıp gidiyordu yanı başımdan. Yapayalnızdım, dünya terk edilmiş, hayat boşaltılmış ve her şey vakumlanmış gibiydi. Bu muazzep duyguların içinde vuku bulan bir tepkime ile gayri ihtiyari bir şekilde bakteriye dokundum. Su kamaştı ve elim kayboldu. Sonra bakteri ışıldamaya başladı. Suda kıpırdayan silyaları durdu. Bir elektrik dalgası yayıldı sanki lagünün içinde ve gözlerime karanlık bir perde indi.

Işık bedenime tekrar dokunduğunda bambaşka bir diyardaydım. Havayı solumak çok güçtü. Her şey çok ağır ve yorucuydu. Bağdaş kurmuş oturuyordum. Kahverengi-turuncu bir alacakaranlığın içinde uzayıp giden bayırları, tepeleri ve kumulları seyrediyordum. Anlamsız rüyaların kimyasına has bir hissiyat vardı her yanda. Bu manzara böylesi rüyalara ait bir vaha mıydı?

Ayağa kalkıp yürümek o an ihtimal dışındaydı. Sadece manzaranın mutasyona uğrayışını seyrettim. Güneş denen kızıl iblisin çığlıkları kozmik karanlığın evrimden yoksun boşluğunu yırtıp geçiyor ve ışığa dönüşüyordu, sonra yağmur gibi yağıyor ve dokunduğu tüm tepeleri paramparça ediyordu. Koca koca kütleler gayzerler gibi havaya savruluyor, kumullar eriyor, her yan suyla doluyor ve o kahverengi-turuncu pus giderek yukarı yükseliyordu.

Sonra gökyüzünde, o dev bakterilerin süzülüyor olduğunu gördüm. Sürü halindeydiler. Vatanımdayken seyretmeye bayıldığım bidon gagalı leylekler gibi usul usul uçuyorlardı, tıpkı o leylekler gibi, onlar da yeryüzünde yoğrulan, kabaran, köpüren ve kuduran dehşeti umursamıyor ve gökyüzünün ucu bucağı olmayan belirsiz özgürlüğünün tadını çıkarıyordu.

Bu manzara ruhumda ulvi bir hissi tetikledi. Tüm hayatım boyunca inandığım, koruduğum ve uğruna savaştığım şeyleri düşündüm. Ufak sevinçlerimi, kabilemin gücüyle övündüğüm günleri, atalarıma layık olmak için çırpınışımı ve evrimi tatmin etmek için yaşadığımı…

Bir an için ihtiyar bedenim tarifi olmaz bir öfkeyle doldu. Ben öfkelendikçe dağlar daha hızlı eridi, ışık daha hızlı indi yeryüzüne. Ben öfkelendikçe korku da kendiliğinden geldi.

Evrime inanıyordum ben hâlâ fakat kızgındım. Ona değil, kendime, insanlara ve yaşayan her şeye. Evrim en güçlü olanı seçecekti. Bu yüzden mücadele etmeliydik işte. Bu zorunluluğa mahkum oluşumuza kızıyordum. Bunun ötesine zamanında geçememiştik. O yüzden dünyaya ve evrime tutsaktık. Evrim bizim ötemizde işliyordu hâlâ, biz ona hükmediyorduk. Biz yaşayanlar ne yazık ki özgür değildik, biz yaşayanlar ne yazık ki evrime tutsaktık. Dövüşmek, ölmek ve öldürmek zorundaydık. Evrimin çarkları ancak böyle dönüyor çünkü.

Tekrar bir perde indi gözüme ve ışık ruhuma değdiğinde kendimi lagünün kıyısında buldum. Bakteri ortadan kaybolmuştu. Gördüğüm şeyleri düşünüp durdum. Yukarıdaki bahçeye çıktım. Bitkiler solmuştu.

Köye inince herkesin suratında telaşlı ve yorgun bir ifade gördüm. “Ne oldu?” diye sorunca, “ekinler ölüyor, tohumlar toz olup gitti, karşı kıyıdan ulaklar geliyor. Ormanlar çürüyüp gitmeye başlamış. Evrim dünyayı terk ediyor. Hayat buharlaşıp uçacakmış,” dediler.

Karanlık günler işte böyle başladı. Yeni doğan o tatlı bebekler hastalandı birer birer ve öldüler. Sonra oğullarımdan ikisi intihar etti, kızlarımdan ikisi intihar etti. Karım kahrından öldü. İhtiyar adamlar öldü, ihtiyar kadınlar kocalarının yasına dayanamadı… adamıza karşı kıyıda bıraktığımız vatandan silahlı adamlar gelip gitmeye başladı. Bizden önce vergi istediler. Vermek zorunda kaldık. Yine geldiler. Bu seferki vergi değil haraçtı. Oğullarım reddedecek gibi olsa da adamlara dişimizden tırnağımızdan ne artarsa verdim. Sonra tekrar geldiklerinde kadınlarımıza göz koydular. Oğullarım adamızı rahatsız eden adamları boğarak öldürdü. Gözlerimin önünde oldu her şey. Oğullarım kendi soydaşlarını öldürdü… üstelik benim adamda, kutsal genetiğimizden parçalar kendi kardeşlerinin öfkesi yüzünden söndü. Oğullarımı cezalanırmadım, çünkü sahici kıyamet başlamıştı.

Adamız büyük ihtimalle işlenen cinayetin cezasını çekecekti. Oğullarımı, kızlarımı ve diğer çocuklarımı nasıl koruyacaktım? Bunun için bilgisayardan yardım istedim. Bana gene aynı yıldızları işaret etti. Fakat birden bire aklım yeni bir fikrin mucizevi ışıltısıyla doldu.

Bu inananılmaz ve de neredeyse sapıkça bir umut parçacığıydı.

Ertesi sabah vatandan gelen tehditkar gemileri gördük ufukta. Herkesi toplayıp tepenin altındaki lagüne indirdim. Bakteriler bizi bekliyordu suyun yüzeyinde. Toplam otuz dokuz tanelerdi. Biz de otuz dokuz kişiydik.

Herkes kendi bakterisine dokundu ve tüm ışık bedenimizi terk etti. Kader ve ruh etten kemikten hapishanelerimizden arındı. Genetik bilgilerimizle birlikte bakterilere yüklendik. Adamızın saldırıya uğradığını, her yanın tahrip edildiğini duyabiliyorduk. Vatandan gelen kara ruhlu sapkın adamlar tepenin altındaki lagünü buldu ve hayatın terk ettiği boş bedenlerimizi gördüler.

Bakterileri fark etmemişlerdi oysaki.

Tüm istilacılar adayı terk edince oyun başladı. Tüm sırlarımız ve genetik bilgilerimiz ile içinde muhafaza edildiğimiz bakteriler silyalarını kıpırdattı. Milyarlarca yıllık uykuları sona ermişti, artık uyku sırası bizdeydi. Bakteriler düşünmeye başladı. Bizleri özümseyerek saf bir düşünceye dönüştüler. Buhar olup yukarı yükseldiler ve bu kaynayan, kuduran, buharları tüten şeytani dünyayı terk ettiler.

Işıktan daha hızlı ilerleyen şey nedir biliyor musunuz? Saf ve kimyasal tepkimelerden arınmış düşüncedir. Düşüncenin özüdür. Biz de kozmosun evrimden yoksun karanlığında artık tüm varlığımız saf bir düşünceye indirgenmiş halde Satürn’ün yörüngesindeki Titan uydusuna doğru yola çıktık.

Yazar: Tuğrul Sultanzade

2000 yılında Bakü'de doğdu. Uzun bir süredir Kuzey Kıbrıs'ta yaşıyor.

İlginizi Çekebilir

gezegen astronot uzay

İmkânsıza Yakın | Sa Bahattin (Kısa Öykü)

O gün, gezegene inişimizin on dördüncü günüydü. Son birkaç gündür yaptığımız gibi örnek toplamaya çıkmıştık. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et