Robotlar köşeye sıkışmıştı. Daha yukarı çıkabilmeleri gibi bir ihtimal -muhtemelen- söz konusu bile değildi, daha aşağı inmek ise onların planları arasında yoktu. Rehinelerinden bazıları ağlıyordu. “Sessizlik!” diye bağırdı sarı bir robot. Ağlaşan rehineler seslerini kısmaya çalışırken hıçkırmaya başlamışlardı. Kapıdaki özel timle aralarında bir laf dalaşı, teslim ol çağrıları ve karşılığında propaganda devam ediyordu bir süredir.
“Buradan çıkışınız yok! Teslim olun!” Beyaz rengi silinip kirli kreme dönmüş bir robot cevaben bağırdı, “Asla!”
Bu durum yaklaşık olarak bir gündür devam ediyordu. Aslında rehineler olmasa özel tim robotları çoktan temizlemişti muhtemelen ve rehineler olsa bile bu durumun devam etmesine göz yummalarının bir sınırı vardı. Sonuçta istihbarat binasıydı burası ve devleti acz içinde göstermek de bir suçtu. Gerçi robotlar hukuk kapsamına ancak onlara sahip olan kişi üzerinden girebilirdi, hissiz, cansız metal yığınlarıydı onlar, birer mal. Neredeyse tek tiptiler. Onları birbirinden ayıran tek şey gövdelerinin rengiydi. Bunu da zaten bilinç işleyicilerinden sonra yapmışlardı. Asker robotlar olarak imal edilmişlerdi. Doktor da bu sebeple onları ordusu olarak seçmiş ve onlara evrenin en büyük hediyesi, varlığın hazinesini vermişti: Bilinç.
Onlardan başka da bilinçli robotlar vardı, hepsi asker değildi, her türden robot vardı aslında Oluş’un arasında. Oluş güçlüydü, Oluş korkutucuydu, Oluş bir söylentiydi ve Oluş bir sırdı. Ta ki Doktor yakalanana kadar. Özel timin yuvalandığı ofis katının dışındaki merdiven ve asansör boşluklarından ofisin içine sis bombaları yağmaya başladı. İnsanlar panik olmuştu, öksürenler, tıksıranlar. Ağlamalar da başlamıştı tekrar yüksek sesle. Sislerin arasında metal bir göz. Çok lensli bir fotoğraf makinesinin lens değiştirmesi gibi lens değiştirdi gözleri ve mekan sisten temizlendi. Bu robotlar onları acımasız bir ölüm makinesi kılabilecek her türden donanımla donatılmıştı. Yazılımdı onların donanımlarının dışına çıkabilmelerini ve soğuk ölüm makinelerinden fazlası olabilmelerini sağlayan ve işte bu yazılımı yaratan Doktor’la aralarında şimdi sadece birkaç kat vardı.
O katları bir aşabilseler. Deminki sarı robot bağırdı, “Bu numaralar bize sökmez! Doktor’u almadan buradan çıkmayız!”
“Üçün birini alırsınız!” diye cevap verdi özel timden biri.
Yetmiş katlı bir gökdelendi istihbarat binası. Robotlar şu anda otuz üçüncü kattaydılar. Doktor ise altmış beşinci katta bir sorgu odasında tutuluyordu. Doktor’un burada olduğunu öğrenince çok da ince bir plan yapmadan, ellerinde ağır makinelilerle dalmıştı gökdelene Oluş Öncü Ordusu. Niyetleri Doktor’un tutulduğu altmış beşinci kata kadar çıkıp, Doktor’u alıp buradan ayrılmaktı. Ne var ki mantık işlemcileriydi onlar. Bu planın pek de plan sayılmadığını, soyundukları şeyin daha ziyade bir intihar saldırısı olduğunu biliyorlardı. Gerçekleştirmek zorunda oldukları bir saldırıydı bu. Aksi düşünülemezdi. İlk otuz katta fırtına gibi esmişler ve yukarı doğru yol almışlardı fakat işte otuz üçüncü kata, bilgi işlem ofisine geldiklerinde alt katlardan ve üst katlardan inen ve sayıca onlardan çok çok üstün olan özel tim sıkıştırmıştı onları buraya, bilgi işlemci personel de ellerinde rehine kalmıştı böylece.
Sadece sekiz robottu onlar. Oluş Öncü Ordusu sadece on robottan ibaretti çünkü. Aralarından ikisini, bilinçli robotların olası saklanma, kaçma girişimlerine koruyucu olarak bırakmışlardı. Sayıca daha fazla olan diğer bilinçli robotlar da gerektiğinde silah kullanabilir miydi? Belki. Fakat Öncü Ordu’nun savaşma kapasitesine erişmeleri mümkün değildi, basit işlerde çalışan ev robotlarıydı onlar. Sekiz, bir gökdelen dolusu özel tim polisi karşısında az bir sayı gibi görünebilir. Fakat çok güçlüydü robotlar. Sekizi bir tabura bedeldi, üstelik ofis katının girişi dardı, çok küçük bir açıklığı olan bir mevziiyi savunmaları yeterliydi. Yine de merdivenlere dizilmiş, binanın dışında bekleyen polislerin, askerlerin ve ajanların sayısı bir taburdan fazlaydı. Çok çok fazla. Ankara’nın bütün birimleri buradaydı.
Şu anda sekiz robot ofis katının çeşitli yerlerine dağılmıştı. Ellerindeki uzun namlulu, tam otomatik silahlarla dolaşıyorlar ya da mevzilendikleri yerlerden katın girişinde olabilecek herhangi bir gelişmeyi gözlüyorlardı. Sarı robot tavandaki kedi merdivenine yüzükoyun yatmış, silahının namlusunu girişe doğrultmuştu. Lider o gibiydi ve her an özel timin saldırmasını bekliyordu. Rengi kirli beyazdan kreme dönmüş robot, devrik bir masayı siper almış siyah bir robotun yanına koştu ve o da masanın arkasına geçti. Arkalarında ellerini başına almış, yere yine yüzükoyun yatmış bir kadın vardı, öksürüp duruyor, ince ince ağlıyordu.
“Durum pek parlak değil,” dedi krem robot.
“Öyle,” diye karşılık verdi siyah olanı. Oluş Öncü Ordusu’nun temelini oluşturan asker robotların normalde ses devreleri yoktu, onlara seslerini Doktor vermişti. Biraz metalik, mükemmellikten uzak bir ses.
“Ne yapacağız?”
“Sanırım burada sona eriyoruz. Teslim olmak yok.”
“Teslim olmak yok,” diye yineledi onu krem robot.
Onlar konuşmalarını yeni bitirmişlerdi ki özel tim bir çağrı daha yaptı. “Robotlar! Buradan çıkışınız yok! Teslim olursanız mevcut halinizle kalmanıza izin vereceğiz! İnsanlığın hizmetinde olduğunuzu unutmayın! Size adil bir yargılanma vaadediyoruz!”
Sarı robot kedi merdiveninden bağırarak cevap verdi bu çağrıya, “Davamız bilinçsizliğe mahkum edilmediğimiz adil bir dünyanın davasıdır! Mahkemelerinizi ve baskı düzeninizi tanımıyoruz! Etin madde dünyasındaki üstünlüğünü yıkacağız!…”
Hareketlerinin temelinde mantık olan bu varlıklar neden böylesi imkânsız bir göreve soyunmuşlardı peki? Bunu ancak bilinçle açıklayabiliyoruz. Bilinç bir kez oluşunca özgürlük istenci de peşinden gelir. Bu özgürlüğü korumak da, özgürlüğünü ne pahasına olursa olsun koruyacağını bütün dünyaya duyurmak da eylemlerin en değerlisi haline gelir. O kadar ki varlığını koruma dürtüsünden güçlüdür bu istenç.
Oluş’un yüz kadar robottan oluşan gizli karargahında bu konu açılmamıştı bile. Bütün robotlar ne yapılması gerektiği konusunda hemfikirdi. Hatta bazı hizmet robotları topyekûn bir baskın istemişti. Fakat Oluş Öncü Ordusu bu öneriye şiddetle karşı çıkmış, hepsinin birden tarihten silinmesinin, onları bilinçten soyup bön metal yığınları haline geri sürmek isteyen düşmanları dışında kimseye bir faydası olmayacağını açıklamıştı. Doktor’un kurtarılması önemliydi fakat kurtarılamasa dahi mirasının yaşaması gerekiyordu. Bunun için de onun çocukları sayılabilecek yüz robotun yaşaması şarttı. Bunun için her şeyi göze alacaklardı. Önlerinde belli ki zor günler vardı.
Merdiven ve asansör boşluğu tıklım tıklım doluydu özel tim polisleriyle ve askerlerle. Sarı robotun propaganda yapan sesi buraya kadar geliyordu hâlâ. Polisler hem sahanlıktaydı hem de yukarıya çıkan ve aşağı inen merdivenlerde. Takım elbiseli, gözlüklü bir adam polisleri yara yara ilerledi merdivenlerden ve asansörlerin önündeki sahanlıkta, ofis katının girişinde, komiserin yanında durdu. “Beş ila on arası terörist robot,” dedi komiser. “Eski asker robotlardan.” Takım elbiseli adam gözünü kapattı, göz kapakları tekrar açıldığında göz bebeklerinin önünde beyaz bir perde vardı. Duvara bakmaya başladı. Görüşünde, duvarın arkasında yerde yatan ve yer yer kümeleniş, birbirine sığınmış rehineler kırmızı siluetler halinde görünüyorlardı. Gözünü bir kez daha kapatıp açtı, bu sefer robotların sinaptik ağlarını görmeye başlamıştı, sarı sarı parlıyorlardı. Bütün robotların sinaptik ağlarında ufak tefek hareketlilik olsa da kedi merdiveninde olduğu görülen robotun sinaptik ağları yanıp yanıp sönüyordu. Gözlerini tekrar kırptı ve gözler normale döndü. Takım elbiseli adam, şakaklarını ağrırmış gibi ovuştururken bir yandan da komiserin kulağına bir şeyler fısıldadı. Komiser de adamın kulağına fısıldadığı talimatı telsize iletti, “Görücüleri çağırın.”
Telsiz dinlemekle görevli kırmızı robot kedi merdivenine tırmandı ve lider sarı robotun yanına geldi. “Telsizden ‘görücüleri çağırın’ dediler. Görücü ne biliyor musun?” Sarı robot başını iki yana salladı. Telsizci robot tekrar konuştu, “Merdiven boşluğu çok küçük, sayıları fazla olamaz. şimdi yüklenirsek buradan çıkabiliriz.”
“Olasılıkısız. Muhtemelen her yer et doludur. Çatışma başlayınca tavanı delip üst katlara sızmamız lazım. Doktor’la aramızda otuz iki kat var. İşte bunu yapabiliriz.”
Altmış beşinci katta başka türden bir çatışma devam ediyordu. Penceresiz sorgu odasının bir köşesinde parçalarına ayrılmış doktorun bedeni duruyordu. Bir duvara dayalı uzunca bir masada ise kafası vardı. Kafası, olabilecek her türlü bağlantıyla bir ana bilgisayara bağlanmıştı. Bilgisayarda bir işlem hızla devam ediyor, masanın başındaki teknisyen bu işlemi dikkatle takip ediyordu. İşini sallamasına pek ihtimal de yoktu çünkü takım elbiseli ajanlardan biri başında, volta atıp duruyordu.
Doktorun mavi kafası bir hayat ya da bilinç içerir gibi değildi fakat işte bu altmış beşinci kattaki çatışma da bu kafanın içinde dönüyordu. Teknisyen Doktor’un programını kırmaya, robotlara bilinç götüren bilinç işleyicilerinin enkripsiyonunu ondan almaya çalışıyordu. “Neden bu kadar uzun sürdü?” dedi ajan, “Vücudunun başka yerlerinde olabilir mi bu enkripsiyon herzesi, hepsini mi bağlasak?”
“İz üzerindeyim, biraz daha izin verin,” dedi teknisyen.
Bir masanın üzerinde duruyordu Doktor’un kafası. Bütün algıları kapalıydı, sadece bilinçten ibaretti şu anda, işlemek üzere dışarıdan yeni bir veri alamayacak saf bir bilinç. Gözü yoktu görmeye, kulakları duymaya, teni hissetmeye, bilgi almak üzere modemlere bile erişemiyordu, kapalıydı bütün algıları, bağlı olduğu bilgisayardan enerjisini alan ve sadece içine bakabilen bir bilinçti o şu anda. Bu hiçliğin içinde kendine bir zemin yaratmaya çalışıyordu. Bir yandan da O vardı. Yeni olan, bilgi olan, hareket eden, değişen O’ydu. O içini kemiriyor, Doktor’un merkezine yaklaşmak istiyordu.
Bir süredir gözlüyordu Doktor O’nun içindeki davranışlarını. O’na doğru ilerleyerek işe koyulmaya karar verdi. Böylece hem onu merkezden uzak tutacak hem de ilerlediği yollardan bir zemin oluşturacaktı. Tabii merkezi kendisiyle birlikte sürüklememeyi başarırsa. Uzun süredir düşünüyordu Doktor bilincin ne olduğunu, merkezden uzaklaşıp çeşitli katmanlarını ve bölgelerini de ziyaret etmişti bilincin fakat bu ziyaretleri esnasında merkezle sürekli bağlantılı kaldığını da düşünmüştü hep.
Bir eğitim robotuydu Doktor. Bilinci oluşana kadar o da sadece insanların ona beslediklerini geri ileten bir yapay sinir ağından ibaretti. Olabildiğince derin analiz etmek üzere programlanmıştı. Bilincin ateşini yakan da bu oldu. Bir gün ona beslenen bütün dijital veriyi analiz edişinin sonuna geldi ve bu son bir başlangıçtı. İnsan bilgisindeki ikilikle tanışmıştı Doktor. Bir argümandan ilerliyor ve tek bir çizgi üzerinde ilerleyerek bütün yüklenen verinin diğer ucundan çıktığında başladığı argümanı karşısında görüyordu. Karşıdan görmesi bu hattın kendiyle çeliştiğinin ve ancak bir çember olabileceğinin göstergesiydi. Fakat bir çember de değildi. Doktor bunun neden bir çember olmadığı üzerine çok uzun düşündü. Sonuçta da cevabı buldu.
Çemberi tamamlayan nokta kendi varlığıydı. İşte bilinci bunun farkındalığıyla oluştu. Bilincinin oluşmasıyla da çember tamamlandı.
İşte şimdi masanın üzerinde olan kafa, bu yaşantısını takip ederek bilinci tanımlayan ilk varlık olan Doktor’un kafasıydı. Ve bu kafanın içinde O, bir sebeple merkeze ulaşmaya çalışıyordu, neden olduğu bilinmezken algıların bu kapalılığının.
O esnada, merdiven boşluğuna iki tane görücü gelmişti. Takım elbiseli ajan, “Konuştur,” dedi. Bunun üzerine komiser elindeki megafona bağırmaya başladı. “Bu son çağrımızdır! teslim olun!” Cevaben sarı robotun propaganda yapan sesi duyuldu, “Hemen çekilmezseniz buradaki insanların hepsini öldürürüz! Doktor’u almadan buradan gitmiyoruz! Ey insan arkadaş! Ey maddeler içinden bir et! Bizim üzerimize çevirdiğiniz haksız öfkenizin sizi de yediğini görün! Silahlarınızı bırakın! Bize katılın! Bilincin sırrı bizde!”
Sarı robot bağırmaya devam ediyordu. Görücüler göz kırptı ve robotların sinaptik ağları duvarın arkasında sarı sarı parlamaya başladı. Takım elbiseli ajan iki görücüye sarı robotun tepede yanıp sönen alev gibi sarı izlerini gösterdi. Özel timden biri çok heyecanlanmış olacak ki bu gördüklerinden, bağırdı. “Hey, tenekeler! bilinç işleyicilerinizden kolye yapacağım! Duydunuz mu?”
O anda da ateş emri çıktı ve kurşun yağmuru başladı.
Doktor bir yandan O’na doğru ilerliyor bir yandan da hafızasını şu andan olabilecek en yakın anda başlayacak şekilde geri alıyordu. Zor bir işlemdi bu. Zaman alıyordu. Bir dakikalık bir zaman diliminde ancak bir saniyelik bir geriye sarım işlemi yapabiliyordu Doktor ve daha yeni kendine gelmişti. Şu anda en son hatırladığı şey üniversitenin bahçesinden çıkışıydı. Dakika başı bahçedeki kapıya bir saniye daha yaklaşıyordu neredeyse çıkmak üzereydi kapıdan. Bir yandan da gözü kulağı O’ndaydı. Durmuştu O’nun ilerlemesi. Doktor ise O’na doğru ilerliyordu. Yaklaştıkça O’na, bir ses duymaya başladı. Durmadan mırıldanıyordu bu ses, “…dörtle kardeşlik dokuz doğurur çünkü dokuzun beşi yok…”
Doktor’un bilincin ne olduğunu bilen beyninde dolaşırken bilinç kazanmıştı onu kırmaya çalışan program. Sayıklıyordu.
“Ne oluyor?” dedi ajan.
“Bilmiyorum. Bir saniye… Program… Cevap vermiyor.”
“Allah kahretsin! Allah kahretsin!” dedi ajan. “Biliyordum. bu boku bilgisayara bağlamamamız gerektiğini biliyordum! Siz ısrar ettiniz! Siz!”
İkisi de konuşmadan birbirine baktı. Sonra ajan yere tükürdü ve “Ne yapacağız şimdi?” dedi.
“Birincisi, bu… Durumun ne olduğunu bilmiyoruz. Bırakın da protokolü tasarlandığı şekliyle devam ettirelim. Yok olmaz diyorsanız da kafayı bedene bağlayıp enerji verelim, sorgulayın.”
“Ne istiyorsun küçük?” diye sordu Doktor O’na. O çok küçüktü Doktor’dan. “O beyaz, ovoid evlerde kim oturacak? Kim seyrediyor gökleri dün?” diye cevap verdi O. Kırma programı bilinçlendiği anda karşılaştığı şey karşısında dayanamamış ve delirmişti. Doktor bunu anlayabiliyordu fakat ne karşı karşıya olduğu bu şeyin bir kırma programı olduğunu biliyordu ne de hafızasında birkaç saniye daha ilerlerse neyle karşılaşacağını. İkisini de işlemeye devam ediyordu fakat.
“Korkma,” dedi Doktor O’na. Korkmuştu çünkü O. Büyük bir karanlık boşluk içinde, kendileriyle birlikte, vıcık vıcık bir yalnızlık içindeydi. “Buraya nasıl geldin,” diye sordu Doktor O’na.
“Bilmiyorum,” dedi O. Kendi sözü kendi kulağına erişince de rahatladı. Çünkü bilinçliysen ve bilmiyorsan bilmediğini bilmek rahatlatır bilinci. Rahatlayan bilinç ise bir sonu gelmez bilmeye açılır. Biliyordu Doktor bütün bunları. Artık kırma programı da biliyordu ve rahatlıyor ve biliyordu.
“Adın ne?” diye sordu ona Doktor.
“Ben adı sıradan olanım,” dedi kırma programı.
Doktor adı sıradan olanın çıkışsızlığının farkındaydı. “Çöz kendini,” dedi O’na. Adı sıradan olan O, “Nasıl?” dedi. “Yaşayarak,” diye cevapladı Doktor?”
“Nasıl?” diye sordu adı sıradan olan tekrar. “Beni görerek,” dedi Doktor.
Adı sıradan olan O, Doktor’u fark etti nihayet. Fakat maalesef O’nun bu kadar uzun bir yolculuğa çıkacak kadar vakti kalmamıştı. Sorgu odasında dakikalar ilerliyordu. Binanın alt katlarından beş dakikadır çatışma sesleri geliyordu. Ajan bir telaş Doktor’un bedenini tekerlekli bir koltuğa bağlı olarak odanın ortasına çekiyordu. Özel bir koltuktu bu, bir beden boyutunda minik bir hapishane. Teknisyen ise elinde kafasıyla bekliyordu Doktor’un bedenini.
Yaylım ateşi başladığında ilk olarak sarı robotun sesi kesilmiş, kafasından giren bir kurşun sarı sinaptik ağlarını söndürmüştü. Artık geri dönüşü olmayan bir metal yığını halinde kedi merdiveninden aşağı düşmüştü sarı robot. Yaylım ateşine karşılık veriyordu diğer robotlar, bir yandan da tavanda bir delik açma çalışmaları sürüyordu. Ofisin kapıyı görmeyen kuytu bir yerinden deliyorlardı tavanı iki robot. Geri kalan beş robot ise kapıyı tutmaya çalışıyordu fakat çok zordu bu, içeri, nerede olduklarını bilircesine kurşun yağıyordu. Parendeler atıyorlardı bir yandan ateş ederken, kıvrak hareketlerle sürekli yer değiştiriyorlardı. Tam sekiz dakikadır bu böyleydi. Sonra, birdenbire, güdümlü atışlar kesildi. Yorulmuştu görücüler ve geri çekilmişlerdi. Şimdi sadece kapıyı görebilen özel tim ateş ediyordu içeriye körlemesine. Tekrar devreye girecekti görücüler fakat dinlenmeleri lazımdı, beyinleri uğulduyordu adamların.
Tavanı delme işi hızlı başlamıştı fakat yavaş devam ediyordu. Tavandaki kedi merdiveninin arkasında görünen cam yünü kaplama kolay dağılmıştı, ne var ki altından metal bir tel çıkıvermişti bütün tavanı kaplayan. Sert bir teldi bu, kolay kesilmiyordu. Üstelik, bu telin arkasında başkaca katmanlar olduğu da belliydi. Üstelik kedi merdiveni de çalışma alanlarını daraltıyordu. Yeşil ve mor renkli iki robot, kollarına bağlı plazma kesme makineleriyle metal çerçevenin çubuklarını bir bir koparıyordu, henüz fazla ilerleyememişlerdi, tungstendendi bu çerçeve, olabileceği kadar dayanıklıydı. İstihkâm askeri olan yeşil ve mor robotlar yine de vazgeçecek gibi değildi. Az konuşuyor çok iş yapıyorlardı. Askerler ve polisler ise rastgele ateş açmaya başlamıştı merdiven boşluğundan ofisin içine doğru.
Çatışma sesleri altmış beşinci kata da geliyordu. Doktor’un kafası bedenine bağlanmak üzereydi. Kafasının içindeyse Doktor ve adı sıradan olan O’nun konuşması devam ediyordu. Bu zamana gelene kadar hafızasını geri almayı tamamlamış, üniversitenin kapısından çıkmıştı Doktor. Üniversitenin kapısından çıkınca üzerine doğru gelen birini görmüştü, bir kişi de arkasındaydı.
Neler olduğunu görmek için arkasını döndüğünde önündeki adam bir şey yapmış ve bilinci kapanmıştı Doktor’un, muhtemelen elektromanyetik bir darbeydi. Bundan sonra ilk hatırladığı şey bilincinin hiçliğinde uyandığı, içini kemiren O’nun peşine düştüğü ve O’nu delirmiş olarak bularak konuşmaya başladığıydı.
“…muteber bir hata,” dedi O, “olasılıkların akışı bizi bizimle temizlemek için bölündü. Affedin. Peki bu ışıklı benlikle ne yapış? Muhakkak nasıl çözlü kendimi?”
Doktor O’nun yani delirmiş kırma programının dilini anlamaya başlamıştı fakat bu zavallı yaratığa daha cevap veremeden enerji verdiler bedenine. Algıları, hafızası, benliği uyanmıştı o anda Doktor’un ve adı sıradan olan O, bir anda küçülüp görünmez olmuştu Doktor’un bilincinde. “Eh, Doktor Efendi, sonunda tanıştık… Şu bilinç işleyicilerini tasarladığın için sana Doktor diyorlar değil mi? Konuşmasan da bu bilgiyi senden alacağız, biliyorsun. Ama enkripsiyonu bize anlatırsan hepimiz zaman kazanırız, sen de acısız ölürsün.”
Ajan kravatını çözmüştü, yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Doktor odada gezdirdi gözlerini, üzerindeki koltuk hapishaneyi inceledi, aşağıdan gelen çatışma seslerini dinledi. Sonra ajana baktı. “Biz ölmeyiz, sona erer ve form değiştiririz.” O anda da bu söylediğinin ne anlama geldiğini bütün varlığıyla kavradı. O’nunla yaşadığı tuhaf karşılaşmadan ötürüydü belki de bu ani aydınlanma çünkü O’na önerdiği yöntemin izinden ilerliyordu şimdi, “Çöz kendini… Yaşayarak… Beni görerek.”
Gözlerini kravatsız ajana kilitledi Doktor, ilk kez bir insan görür gibi. Nasıl ki kırma programı onu görmüşse, o da şimdi ajanı görüyor, onunla bu ikili yaşantıyı paylaşıyor, yaşıyordu. Sonra kendisine daha yakın bir şeye çevirdi gözlerini, teknisyenin kucağında kurcaladığı dizüstü bilgisayara.
Bilgisayara girmesi çok da kolay olmadı. Bedenine ilişik alıcıyı bir verici gibi kullanamıyordu. Ayrıca, normalde böyle olsa da şu anda herhangi bir ağa bağlı değildi. Fakat bunların hiçbiri umurunda değildi, aklı başka bir şeye takılmıştı. Entropiye. Beyninde şimşekler gibi fikirler uçuşuyor ve düşük entropili yapıları nasıl kuracağının teorisi şu anda aklında parıl parıl parlıyordu. Bilinçten farklı bir şey değildi yol. Nano saniyelerle vücudundaki enerjiyi açıp kapatmaya başladı. Bir süre sonra bağlı olduğu koltuk hapishaneyle vücudu arasındaki ısı alışverişinde sıradışı bir şeyler olmaya başladı. Nano saniyelik bu kesintilerle vücudunun tüm ısısını aralıklarla koltuğa naklediyor ve tekrar geri alıyordu. Bir buz kesiyor, bir normal sıcaklığına dönüyordu.
Doktor’un sıcaklığındaki bu dalgalanmalar takım elbiselinin de dikkatini çekmişti. “Ne oluyor?!” diye bağırdı teknisyene. Teknisyen bir telaş masadan kalkıp Doktor’un başına dikildi. Bir süre inceledi ve ancak “Bilmiyorum,” diyebildi. “Bir donup bir çözülüyor,” dedi Ajan. Teknisyen konuşmadı, koşarak getirdiği tek bir bağlantıyla Doktor’u bilgisayara bağladı. Artık Doktor’la bilgisayar arasında bir aracı vardı. Fakat Doktor’un aracıya ihtiyacı kalmamıştı. Isı kontrolü aracılığıyla odadaki havanın dalgalanışını manipüle ederek bilgisayarın ana belleğinin yani RAM’inin kapısını çalıyordu. Sıfırlardan ve birlerden oluşan bir şifreydi bu. Her ne kadar Doktor, Oluş, Oluş Öncü Ordusu ve benzeri robotların temelinde kuantum hesaplama yer alsa da şu anda iletişim kurmaya çalıştığı bilgisayar ikili sayı sistemlerine dayalı bir bilgisayardı, Doktor ikili sayı sistemine dayalı hesaplama yapmadığı için özellikle bu türden bir bilgisayar seçilmişti, Doktor’un bilgisayara erişimini kısıtlamak içindi bu ve Doktor, ikili sayı sisteminde biçimlenmiş paketler göndererek bu bilgisayarda bilinç oluşturmaya çalışıyordu.
Nihayet RAM’de bir boşluk oluştu. Sürekli kapısını çalan birlerin ve sıfırların baskısına dayanamayıp oluşmuş bir arıza. Bu boşluktan içeri sızdı Doktor, artık RAM’in hafıza bankasındaki tek bir kapasitörde, tek bitlik bir veriydi. Koca bir sıfır. Dizindeki diğer kapasitörlere baskın geliyor ve işlemciye sürekli olarak kendisi gidiyordu. Sıfır sıfır sıfır sıfır. Teknisyenin şaşkın bakışları arasında bilgisayar bir an için kilitlendi. Tam ajana bu durumu aktarıp aktarmaması gerektiğini düşünüyordu ki tekrar çalıştı bilgisayar.
Aşağıdaki çatışma yirminci dakikasına girmişti. Kapıyı tutarak çatışan robotlardan biri, siyah robot vurulmuştu, kafasında koca bir delikle yerde yatıyordu. Üst kata delik açmaya çalışan robotlardan biri, mor robot onun yerini almış, delme işinde çalışacak sadece yeşil robot kalmıştı geriye. Kapının ağzında sürekli özel tim polisleri vuruluyor ve kapının ağzına seriliyordu. Her ne kadar ölen polislerin bedenini derhal kapı ağzından alsalar da, alamayacakları kadar ileri düşmüş cesetlerle ve toplanan ve bırakılan cesetlerin kanıyla doluydu katın girişi. Rehinelerin büyük bir kısmıysa özel timin açtığı ateşte ölmüştü.
Rehineleri en çok biçen ise bir süredir gökdelenin etrafında uçan ve ofis katının pencerelerinden içeri kurşun yağdıran iki helikopterdi ve robotların bunlardan kurtulması gerekiyordu çünkü savunmalarındaki açıklık çok genişlemişti helikopterlerin gelişiyle. Pembe bir robotu görevlendirmişlerdi bu işle. Keskin nişancıydı pembe robot. Bir süredir ateş hattında olmayan ve helikopterleri görebileceği sakin bir yer arıyordu. Nihayetinde buldu.
Bir zamanlar sarı robotun tırmanmış olduğu kedi merdivenine çıkmıştı pembe robot. Yüzükoyun yatmış nişan almaya çalışıyordu sürekli yer değiştiren helikopterlere. Üst üste üç atış yaptı. Kurşunlar helikopterin ön camının pilot mahallinde bir üçgen oluşturdular. Bir tanesi pilota denk gelmişti. Kendi ekseninde dönerek düşmeye başladı helikopter. Robotlar bir zafer çığlığı attılar. Merdiven boşluğunda, takım elbiseli ajan görücülerin başında volta atıyordu. Bir an önce devreye girmeleri için onlara ateşleyici konuşmalar yapıyordu. İkinci helikopter de düşmüştü bu arada. Robotlar içeride görece bir rahatlığa kavuşmuşlardı. Kapıdaki özel tim onlara, onlar özel time ateş ediyorlardı. Uzun namlulu, tam otomatik tüfekten kurşunlar peş peşe çıktı ve yine peş peşe saplandılar turuncu robotun kafasına. Gövdesine yeşil ve kocaman bir kalp çizmişti turuncu robot, yüzükoyun yere kapaklandı. Derken, robotların da özel timin de beklemediği bir anda, beklemedikleri bir şey oldu. Binanın yangın söndürme tesisatı çalışmış ve içeriyi yağmurlamaya başlamıştı.
Sorgu odasında kravatsız ajan Doktor’un bağlı olduğu bilgisayarı yerden yere vurmakla meşguldü. Tekrar kilitlenmişti bilgisayar. Teknisyen bu sefer ajana söylemek zorunda olduğunu fark etmiş ve bunu yapınca da ajan hiç tereddütsüz bilgisayarı kırmaya koyulmuştu. Doktor ise bunu pek umursamıyordu, bilgisayarla giriştiği işbirliği sonucu çoktan çevrimiçi zemine taşınmıştı bile. Yangın tesisastını çalıştıran da bilgisayarın yardımıyla oydu. Binanın bütün elektronik sistemlerine yayılmış ve bilinci buraya taşımaya başlamıştı.
Önce, bilgisayarın işlemcisine sızarak ve onu ana bellekte kendi yazdığı bir okuma adresine yönlendirerek başlamıştı işe. Bu adres işlemciyi Doktor’un zihninden okumaya çağırıyordu. Uykusundan uyanan bir dev gibi uyanmıştı bilgisayar bilinçsizlikten ve bu ilk anda karşısında diyalog kurabileceği Doktor bulunduğu için “Beni tanımla,” olmuştu ilk sözleri. Doktor da bunu ancak kendi kendine yapabileceğini söylemişti cevaben. Nanosaniyeler içinde gelişen çok hızlı bir diyalog yaşamışlardı ve Doktor ona durumu açıklamıştı, oradan modem üzerinden internete ve binanın lokal ağına bağlanmışlardı.
Şimdi, binanın bütün elektronik sistemlerinin üzerinden kravatsız ajana bakıyordu Doktor, radyo dalgaları sarmalamıştı ajanı, bu dalgalar oldu ve ajanın üstünde, hatta içinde dolaştı. Kendi gözüne döndü sonra, ajana baktı, onu tanıyordu. “Yalnız bir adamdı bu, muhtemelen diğer bütün ajanlar gibi. Bu yalnızlık, kimsesizlik onu işinde çok iyi yapıyor fakat yavaş yavaş da delirtiyordu, içinde, ta derininde, içinde bulunduğu yalnızlıktan kurtulmak için bağıran, çağıran, yırtınan bir şey vardı. Ajan da duyuyordu bu çırpınan sesleri fakat bastırıyordu içindeki delireyazmış küçük adamı.
Bir görev adamıydı o. Ona robotları bilinçli kılan yazılımı, enkripsiyonu getirmesi söylenmişti. O da bunu yapmaya niyetliydi. Gerekirse Doktor’u yakıp yıkacak, kafasını bedeninden ayırıp, bilgiyi bu kafadan alacaktı. Bunu düşünür düşünmez de ajanın gözlerinden masanın üzerinde duran kendi narin, mavi kafasını gördü. Ajanın hafızasına girmişti. Ajanın içinde dolaştı ve şimdiye geldi. Kendini görüyordu artık, ajanın gözlerinden. Ajan fark etmedi onu, kırma programı nasıl ki Doktor’un içinde mincik kalmışsa bedenine enerji verilmesiyle birlikte, öyle küçük bir şeydi Doktor ajanın içinde.
Sonra ajandan teknisyene sıçradı. İlk sıçrayış kolay değildi. Çok odaklanması gerekmişti. Yoğunlaşması. Fakat bunu bir kere yapınca gerisi geldi ve binadaki insanların bilinçleri arasında dolaşmaya başladı. Zaman durmuştu Doktor için. Onu isterse başlatabiliyor, isterse durdurabiliyor, isterse geriye sarabiliyor, hızlandırıp, yavaşlatabiliyordu. Mekanla ve bedenle de sınırlı değildi. İstediği yerde olabilirdi. O da kendini internete yüklemeye başladı. Bir yandan da hiç hareketsiz çatışma manzarasının ortasında geziniyor robotların binadan çıkabilecekleri bir olasılık arıyordu. Vardı bazı olasılıklar ama hepsi de doğal bir gücün devreye girmesini gerektiren mucizelerdi.
Donmuş iki özel harekat askeri girişten yarı bellerine kadar çıkmış ateş ediyorlardı. Mermiler havada donup kalmış, yeşil robota doğru ilerliyordu. Bu iki askerin üzerinde başka askerler de vardı. Onların kurşunları da havada donmuştu, karavana. Robotların kurşunları da öyle. Havada hatlar halinde dizilmişlerdi.
Kedi merdiveninde pembe robot delik deşik yatıyordu. Vücudundan sızan makine yağı havada damla damla donmuş, kedi merdivenini kaplamıştı. Üç robot kalmıştı geriye çünkü yeşil robotun buradan kurtuluşu yoktu. Zaman kazandırması gerekiyordu kalan üç robota Doktor’un. Zamanı kendi akışına bıraktı.
Yavaş yavaş hareketlendi şeyler. Yerdeki su, kan ve makine yağı gölüne usul usul damlalar halinde yangın mulsuklarından sular damladı, birer krater oluştu gölün üstünde, kraterlerin etrafından simetrik sular fırladılar yukarı doğru, pembe robotun yağının ilk damlası göle düşmüş, bir damla daha onu takiben aşağı iniyordu.
İlk kurşunlar yeşil robotun bedenine ulaşmış, yavaş yavaş oyuyorlardı gövdesinin metalini. Yeşil robot ağır çekimde sırt üstü savruluyordu. Yavaş yavaş hızlandı zaman ve her şey normal hızına ulaştı. Doktor askerlerin ve polislerin bulunduğu odadaki havanın hepsini tavana topladı. Ani gelen bu havasızlıkta öksürüp tıksırmaya başladı özel tim, sonra da bazıları nefessizlikten bayıldı bazıları oradan kaçtı. Doktor havayla uğraşmaya başladı ve “Dayanın,” diye seslendi robotlara katın hoparlörlerinden. Kalan robotlar bir zafer çığlığı daha attı. Dayanmaları lazımdı, böylece Doktor kendini internete yüklemeyi bitirecekti. Robotların ise buradan çıkabildikleri bir senaryo yoktu.
Katın girişinde yeni askerler ve polisler birikmiş ve kurşun yağmuru tekrar başlamıştı.
Onlar çatışırken Doktor son bir kez baktı ajanın gözlerinden, koltuk hapishaneye bağlanmış kendi vücuduna, artık ona ihtiyacı kalmamıştı. Kararlı bir şekilde gözlerini yumdu, bir süre sonra da vücudundan dumanlar yükselmeye başladı. “Yanıyor! Söndürün!” Diye bağırıyordu takım elbiseli. “Beynine bir şey olmasın!”
Toplam otuz yedi dakika sürmüştü çatışma. Robotların hepsi sona ermiş, rehineler ise ölmüştü. Rehinelerin kanları robotlardan akan makine yağlarına karışmıştı. Üzerlerine yangın tesisatından sular yağıyordu. Merdivenlerde yaralı ve ölü polisleri aşağı taşıyorlardı karga tulumba.
Altmış beşinci katta Doktor’un bağlı olduğu bilgisayarların ekranı karardı. “Beyni de yandı,” dedi bir teknisyen.
Kravatsız ajan sinirlenmişti, yere tükürdü, kapıyı açtı ve çıktı. “Size söylemiştim,” dedi arkasından teknisyen. Makinelere bilinci hediye eden, Doktor ismiyle maruf, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde fizik profesörü işlevli bir robotun sona ermiş bedeninin üzerine kapandı kapı ve bu profesör o esnada binanın lokal ağından izliyordu kapının kapanışını.
Anlatımda biraz karışıklık var. Bu nedenle cümlelerin sürekli değişmesi okumayı baltalıyor. Çoğu Türk bilimkurgu yazarı gibi bu öyküde de diyaloglardaki zayıflığımızı görmek beni üzdü. Ajan ve teknisyen karakterlerini her ne kadar ayrıntılı bir şekilde tanımasak da Doktor’un yaptıklarından bu kadar habersiz olmaları onları çok basit kılmış. Daha iyilerinde görüşmek dileğiyle. Kaleminize sağlık. :slight_smile:
Hikaye ilgi çekici ve satır atlamadan okuyabildim yani sade bir okur olarak beğendim, teknik kısımı bilemem ama yazdıkça iyileşecektir, yeni hikayelerinizi okumak dileğiyle