2 Ocak 1920 tarihinde Rusya’nın Petrovichi kenti, ileride “Bilimkurgunun Babası” unvanıyla anılacak bir erkek çocuğun doğumuna sahne olur. Henüz birkaç yıl önce yaşanan Kızıl Devrim’in ateşi, Rusya’yı her anlamda kaçınılmaz bir değişim ve dönüşümün beşiği hâline getirir. Anna Rachel ve Judah Azimov çifti, böyle bir manzarada dünyaya gelen çocuklarına Isaak adını koyar. Ancak Isaak’ın Rusya’daki hayatı pek uzun sürmez. Aile, Isaak henüz üç yaşındayken Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eder ve ağırlıklı olarak Rus mültecilerin yaşadığı New York şehrinin Brooklyn bölgesine yerleşir. Buradaki yeni adıyla Isaac Asimov, her ne kadar ev içerisinde sürekli olarak Yiddiş ve İngilizce konuşulduğu için Rusça öğrenemese de, İngiliz dilinde okuyup yazmayı daha okula gitmeden söker. Böylelikle, ders kitaplarını bile henüz okulun ilk haftası silip süpüren bu genç için hayatı boyunca bitip tükenmek bilmeyecek bir okuma tutkusu da başlamış olur.
Isaac daha altı yaşındayken, babası Judah Asimov bir şekerci dükkânı satın alır. Dükkân şekerlerle olduğu kadar başka şeylerle de doludur ve bu şeyler Isaac’in ilgisini şekerlerden daha çok çekmektedir. Çünkü okuyabileceği şeylerdir bunlar… Ne var ki okuldan arta kalan zamanlarını babasının şekerci dükkânında geçiren Isaac’in bu dergilere dokunması bile yasaktır. Zira baba Judah Asimov’a göre bu dergiler, çocukların zihinlerini bir yığın saçmalıkla doldurmaktadır. Dergilerin kapak resimlerine bakarak içlerinde nelerin yazılı olduğunu düşlemekten usanan küçük Isaac, bir gün babasına itiraz eder ve diğer çocukların bu dergileri okuyabildiğini, kendisine de izin verilmesi gerektiğini söyler. Ancak babasından aldığı cevap bir hayli sert ve keskin olur:
“O çocuklar beyinlerini işe yaramaz şeylerle dolduruyor ve babaları da bunu umursamıyor olabilir, ama ben umursuyorum!”
Küçük Isaac babasına gücenmiştir. Bunu fark eden baba Asimov, oğlunun gönlünü alabilmek için ona bir kütüphane kartı hediye eder. Judah Asimov’a göre halk kütüphanesinde bulunan eserler okunmaya uygundur ve oğlu için de herhangi bir tehlike teşkil etmemektedir. O günden sonra küçük Isaac, düzenli olarak annesiyle birlikte kütüphaneye gitmeye başlar. Artık Isaac’in önünde uçsuz bucaksız bir kitap deryası uzanmaktadır. Yunan mitolojisinden Shakespeare’e, Charles Dickens’dan popüler bilim kitaplarına kadar bulabildiği her şeyi büyük bir açlıkla okumaya başlar. Yaptığı bu okumalar, Isaac Asimov üzerinde büyük etkiler ve değişimler yaratır. Ta o yıllarda dar ve küçük mekânlarda bulunmaktan büyük haz duymaya başlayan Asimov, bu karakteristiğini şu sözlerle dışa vurur:
“Sokak gürültüsüyle çepeçevre sarılmış minik bir gazete büfesinin içinde, hiç durmadan okumak istiyorum.”
Isaac Asimov, başarılı bir okul hayatını takiben 1939 yılında Columbia Üniversitesi’nden mezun olur. Ancak aynı yıl 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber akademik hayatına ara verip silah altına girer. İlginçtir ki inançlı bir Yahudi olan babası 1. Dünya Savaşı’nda Rus ordusunun saflarında yer alırken, genç Isaac 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan cephesinde mücadele eder. Savaşın ardından 1948 yılında yine Columbia Üniversitesi’nde doktorasını tamamlar.
“Bilgisayarlardan değil, onların yokluğundan korkuyorum.”
20’li yaşlarından beri bilimkurguya ilgi duyan ve fırsat buldukça kısa öyküler kaleme alan Asimov, bu öykülerini yayıncılara kabul ettirmekte bir hayli zorlanır. Çünkü yazdığı öyküler, dönemin yerleşmiş kalıpları için olağandışıdır. Her şeyden önce onun öykülerindeki robotlar insanlığı yok etmek için sinsi planlar kurgulayan varlıklar değildir. Bu durum, dönemin bilimkurgu edebiyatında yaygın bir şekilde kullanılan “canavar robot” temasını altüst eder niteliktedir. Öyle ki Asimov’un robotları bozguncu değil, tam aksine yapıcıdır. Efendilerine başkaldırmak yerine hizmet eder ve en önemlisi de meşhur “Üç Robot Yasası”na tabidir. Asimov’un, Astounding Magazine dergisinin editörü John W. Campbell’den ilham alarak oluşturduğu dünyaca ünlü “Üç Robot Yasası” şöyledir:
- Bir robot, bir insana zarar veremez ya da zarar görmesine seyirci kalamaz.
- Bir robot, birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
- Bir robot, birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumakla mükelleftir.
Asimov bu yalın yasalar sayesinde robotların bir insana zarar vermesini ya da bir insanın buyruğuna karşı çıkmasını olanaksız hâle getirir ve robotları çeşitli işleri yapan mekanik araçlara indirger. Bu, o zamanlar için hem bilimkurgu ve hem de robot bilimi adına tam bir devrim niteliğindedir. Yazar, R. Daneel Olivaw gibi kimi zaman bu denklemin dışına çıkabilen karmaşık robot karakterler de yaratır, fakat bu durumu da insanlığın istikbali uğruna bireylerin feda edilebileceğini söyleyen “Sıfırıncı Yasa” ile sağlam bir mantık zemini üzerine oturtur. Kısacası Asimov,’ Frankeistein Kompleksi’ ile sağa sola saldıran, insanlığı yok etmeye ya da köleleştirmeye çalışan robot algısını parçalayarak onları bilimsel ve mantıksal bir düzlemde ele almış, bu da robot teknolojisine olan bakış açısını değiştirmiştir. Bu yeni bakış açısının robot teknolojisinin gelişimine ivme kazandırdığı kuşkusuzdur. Ekim 1976 tarihli New York Devlet Üniversitesi’ndeki bir söyleşisinde Asimov, robotlara ve robot teknolojisinin geleceğine dair düşüncelerini şöyle açıklar:
“Düşüncem iki yönlü: İlk olarak, robotları kendi yaratıcılarını yok edecek canavarlar olarak görmüyorum; çünkü robotları yapan insanların, kendi güvenliklerini sağlayacak vasıtaları da yine robotların içine koyabilecek kadar bilgi ve yetenek sahibi olacaklarına inanıyorum. İkinci olarak, robotların ya da genel anlamda makinelerin, bizlerin yerine geçebilecek kadar zekâya sahip oldukları anda bunu yapmaları gerektiği fikrindeyim.”
Galaktik Bir Destan: Vakıf
Isaac Asimov’un ilk kitabını henüz 20’li yaşlarının başındayken yazmaya koyulduğu Vakıf, üretilmiş en önemli bilimkurgu roman serilerinden biri olarak değerlendirilir. Asimov’un başlangıçta kısa öyküler şeklinde kaleme aldığı ve daha sonra bir üçleme hâline getirdiği eser, adeta incelikle yaratılmış galaktik bir destandır ve bilimkurgu edebiyatının en prestijli ödülünü dağıtan Hugo Komitesi‘nce bir kereye mahsus olarak “Gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu/fantezi üçlemesi” ödülüne layık görülür. Üstelik bu ödülü, “Yüzüklerin Efendisi” gibi bir başyapıtı geride bırakarak kazanır. Hiç kuşkusuz Vakıf Serisi’ni bu denli tarihi ve önemli kılan şey, hayal gücünü zorlayan yaratıcılığında gizlidir. Bu ölümsüz seri, ustalıkla örülmüş kurgusu, hız kesmeyen temposu, her defasında okurunu ters köşeye yatırmayı başaran kitap sonlarıyla içinde merak ve keşfetme duygusu barındıran her canlıyı cezbeder. Öte yandan, Vakıf Serisi’ni unutulmaz kılan bir diğer özelliği de içerdiği gelecek ve toplum öngörüsünde yatar. Öyle ki seri, insanlığın Samanyolu boyunca milyonlarca gezegene dağıldığı çok uzak bir gelecekte geçer. Her şeyden önce böylesi uzak bir geleceği konu almak başlı başına bir edebiyat cesareti gerektirir ve genç yaşına rağmen Asimov, bu cesareti sergilemekten çekinmez.
Yazar, böylesi uzak bir geleceği anlatmasına rağmen mantıksal düşünceyi ve bilimselliği elden bırakmaz, ayakları yere basan bir kurgu ortaya çıkarmayı da başarır. Bu da Asimov’un en öne çıkan bilimkurgusal maharetlerinden biridir. Isaac Asimov, geleceğin dünyalarını ve toplumlarını tasvir ederken bilindik kolaycılıklara kaçmak yerine mümkün olduğunca karmaşık ve girift yapılar ortaya koymayı yeğler. Bu durum, eserlerinin gerçekçiliğini arttıran önemli bir özelliktir. Söz gelimi, onun eserinde geçen herhangi bir gezegenin binlerce yıllık tarihi, kendisiyle özdeşleşmiş mimarisi, doğal koşulları, ticaret trafiği gibi ayrıntılı özellikleri bulunur. Bunun yanı sıra her gezegende mitolojileri, yaşam biçimleri, inanışları ve hatta gelenek-görenekleri bile birbirinden farklı olan halklar yaşar. Yazarın ayrıntılara önem veren bu tarzı, karmaşıklığın içinde kendi doğallığını var eder. Biz okuyucular, o gezegen ve üstündeki halk gerçekten de varmış gibi hissederiz. Dolayısıyla kendisinden aldığımız bu hisle kitaba çok daha bağlanır ve onun bizi çepeçevre sarmalamasına boyun eğeriz. Isaac Asimov, bu yazınsal yeteneğini Vakıf Serisi’nde adeta zirve noktasına çıkarır.
Vakıf, milyonlarca gezegene yayılmış olan Galaktik İmparatorluk’un adım adım çöküşe doğru ilerleyişinin ve Hari Seldon adında bir matematikçinin bu çöküşün ardından ortaya çıkacak karanlık çağları asgari düzeye indirme çabalarının hikâyesidir. Hari Seldon, adına “Psikotarih” dediği ve gelecekle ilgili olasılıkların önceden hesaplanabileceğini ileri süren kuramsal bir disiplin geliştirir. Disiplinin dayanak noktası ise kuantum mekaniğidir. Hari Seldon’a göre tek tek bireylerin hareketi önceden tahmin edilemez, ama kentilyonlarca insandan oluşan galaktik bir toplumun geleceği önceden hesaplanabilir. Hari Seldon, psikotarih bilimini kullanarak Galaktik İmparatorluk’un çökeceğini ve galaksiye binlerce yıl sürecek bir barbarlığın hükmedeceğini öngörür. İnsanlık, bu karanlık çağlar boyunca tüm bilgi ve birikimini kaybedecek, bir karmaşa ve şiddet sarmalına bulanacaktır. Galaktik İmparatorluk’un çöküşünü engellemek için artık çok geçtir, İmparatorluk çökecektir! Hari Seldon bu gerçeğin farkındadır, ama öylece durarak uygarlığın felaketine de seyirci kalamaz. Bir şeyler yapmalıdır, ama ne yapılabilir?
Hari Seldon’ın bu çıkmazı aşmak için psikotarihe ve zekâsına sığınmak dışında yapabileceği fazla bir şey yoktur. Binlerce yıla yayılacak dâhiyane bir plan geliştirir! Eğer planı başarıya ulaşırsa, insanlığın yaşayacağı karanlık çağlar önemli ölçüde kısalacak ve çökmüş olan uygarlık küllerinden bir kez daha doğacaktır. Hem de çok daha güçlenmiş bir şekilde! Seldon, galaksinin dış sarmal kollarından birinde yer alan ve doğal kaynaklarının yetersizliği yüzünden kimsenin önemsemediği Terminius adlı bir gezegende Vakıf’ını kurar. Vakıf, galaksinin çeşitli yerlerinden devşirilmiş ve her biri kendi alanında uzman bir grup bilim insanı için tam anlamıyla bir kale ve sığınak görevi üstlenir. Vakıf’ın görünürdeki amacı, insanlığın bilgi birikimini toparlayıp muhafaza etmek için bir Galaktik Ansiklopedi hazırlamaktır. Böylelikle, karanlık çağlar boyunca unutulacak tüm bilgiler bu muazzam ansiklopedide saklanacak ve yeni kuşaklara aktarılacaktır. Dolayısıyla insanlık, bir gün karanlık çağlar bitince her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalmayacaktır. Hari Seldon tüm ince ayarlamaları yapar, ileride Vakıf’ın karşılaşabileceği tüm zorlukları önceden öngörür ve buna karşı önlemler alır. Ancak içinde yaşadığımız evren, Seldon gibi bir dâhinin bile öngöremeyeceği sürprizlerle doludur…
Zaman içinde Vakıf Üçlemesi, bilimkurgu edebiyatında bir kült hâline gelecek, kendisine muazzam bir hayran kitlesi yaratacaktır. Asimov, Vakıf’ın kurgusunu bu üç kitapla sınırlar, yıllar boyunca seriye yeni kitaplar eklemekten kaçınır. Ama gerek hayranların baskısı, gerekse ekonomik nedenlerle seriye ek kitaplar yazmayı kabul eder ve ilk üç kitaptan yaklaşık otuz yıl sonra hikâyeyi kaldığı yerden devam ettirir. Böylelikle seri, sonradan yazılanlarla beraber toplam yedi kitaba ulaşır. Serinin kitaplarını bir bir okurken arada nefes almamız gerektiğini bile zorla hatırlarız. Muhteşem kurgusu, soluksuz akıcılığı ve muazzam sürükleyiciliğiyle Vakıf Serisi, her insanın ölmeden önce mutlaka okuması gereken bir başyapıttır. Diğer yandan aldığı bir kararla Asimov, Vakıf Serisi ile Robot Serisi’ni birleştirir ve bu birleşme çok daha kapsamlı bir kurgunun ortaya çıkmasına neden olur. O nedenledir ki Asimov kitaplarının doğru sırayla okunması büyük önem arz eder.
“Şiddet beceriksizlerin son sığınağıdır.”
Asimov, lazer tabancalı delikanlıların metal sütyenli kızları kurtardıkları ucuz bilimkurgu eserleri vermekten her daim kaçınır. Yazınsal metinleri, yoğun bilimsel ve felsefi temeller üzerine kuruludur. Robot ve Vakıf Serisi’nin yanı sıra Sonsuzluğun Sonu, Zamandan Kaçış, İşte Tanrılar gibi romanları da öne çıkan ve okunması gereken ödüllü yapıtları arasındadır. Romanlarını okurken göze çarpan önemli bir husus da yazarın şiddet karşıtı duruşudur. Hemen hemen tüm eserleri, ışın tabancalarının ölüm kustuğu şiddet yüklü uzay operalarına karşı adeta bir kafa tutuş niteliğindedir. Şiddet ve özellikle de nükleer silahlar, onun yapıtlarında hep tiksinilecek son çareler hatta çözümsüzlükler olarak sunulur. Bu durumu, Asimov’un uzun süre Amerikan Hümanistleri Derneği’nin başkanlığını da yapan ateşli bir hümanist oluşuyla açıklamak mümkündür.
Isaac Asimov, edebiyat dışı kitapları da dâhil olmak üzere hayatı boyunca yazdığı beş yüzden fazla yapıtıyla 50’li ve 60’lı yıllarda yükselen pozitivist dünya görüşünün ve uzaya açılma eksenli sert bilimkurgu akımının öncü ismidir. Yazarın ortaya koyduğu bu ürünlerin, uzay yarışının hızlandığı ve yeni gezegenlere yayılma hayallerinin kurulduğu, Ay’a henüz yeni ayak basıldığı, dolayısıyla insanlığın doğayı kontrol etmesi ve dönüştürmesi adına önünde hiçbir engel olmadığı kanısının yaygınlaştığı, bilime duyulan inancın ve endüstriyel üretimin büyük boyutlara ulaştığı bir çağın dışavurumları olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Öte yandan, yazarın ölümü de en az kitapları kadar sarsıcı olur. Alınan kanların henüz HIV testine tabi tutulmadığı ’80’lerde geçirdiği baypas ameliyatı, Asimov’un sonunu hazırlar. Zira Asimov, enfekte kandan kaptığı HIV virüsü nedeniyle 6 Nisan 1992’de hayata gözlerini yumar, AIDS’ten öldüğü ise on yıl sonra açıklanır. Bir röportajında, “Eğer doktor altı dakikalık ömrümün kaldığını söyleseydi biraz daha hızlı yazardım,” diyen Asimov, son günlerinde artık iyice güç kaybeder. Bir gün çevresindeki dostlarına, “Her zaman daktilomun başında yazı yazarken başım klavyeye düşmüş ve burnum iki tuşun arasına sıkışmış bir şekilde ölmek istemiştim, ama bu mümkün olacak gibi görünmüyor,” diye yakınır. Kendisinin bu yakınışı, yazmaya ne denli tutkuyla bağlı olduğunun bir göstergesi gibidir.
Son tahlilde Isaac Asimov, yalnızca bilimkurgu türünün değil; tüm yazın dünyasının çalışkan kalemlerinden biri olarak adını ölümsüzler listesine yazdırmayı başarmıştır. Yapıtları, biz geride kalan dünyalılara yol göstermeyi sürdürmektedir. Bilimkurgu, onun düşleriyle gerçek anlamına ve değerine kavuşmuştur. Kendisinin de dediği gibi:
“Bilimkurgu kurtuluşumuz için hayati bir önem taşır, tabii eğer bir gün kurtulacaksak…”