“Bu dert benim başıma ilk defa 12 Temmuz 2017 tarihinde geldi.”
Robert Heinlein‘ın “Puppet Masters” adlı ünlü romanının baş kişisi Sam, kitabın 62 yıl önce yayınlanan Türkçe çevirisinde anlatımına işte bu sözlerle başlıyordu.
Sam’ı bilemem, ama bu dert benim başıma ilk kez 7 Eylül 1954 tarihinde geldi.
O günlerde biz İstanbul çocuklarının bambaşka bir yaşamı vardı. Nüfusu milyona yeni değmiş İstanbul’un tüm mahalleleri, çocuk cenneti arsalarla doluydu. Külüstür Ford’ların, Dodge’ların tıngır mıngır geçtiği caddelerde, 25 kuruşluk kırmızı lastik toplarla çift kale futbol oynanırdı. Tramvaylara asılırdık. Leblebi fiyatına girilen sinemalardaki renkli renksiz Amerikan filmlerini, tarzanları, kovboyları, korsanları, lorelardileri hiçbirimiz kaçırmazdık. Hüngür hüngür yerli melodramları sevmezdik ama, kolu saatli padişahların ordusunu “allah! allah!” diye telgraf direkli ovalarda hücuma kaldırdığı tarihî filmlere bayılırdık.
Evlerimiz televizyonsuzdu. Bunlar ne şimdikilere benzerdi, ne de elektrik öncesi çağın titrek kandilli evlerine. Kırk mumluk ışıklar çıt diye açıldığında, çocukların kulağı radyoya, gözü kitaba giderdi. Büyüklerin yanında Doğan Kardeş, Pekos Bill, Oklahoma, Köroğlu okurduk. Yalnız kalınca da Mayk Hammer. Büyüklerimiz bazen bize edebî eserler armağan ederlerdi. Bunları kitap rafına yanyana öyle güzel dizerdik ki, seyrine doyum olmazdı.
“Merihten Saldıranlar“, 7 Kasım 1954 günü yayınlandı ve benim çocuk dünyamda bomba gibi patladı.
Artık kıtıpiyos bir Amerikan hafiyesinin alelâde serüvenleri beni ilgilendirmeyecek, sıradan savaşlar, günlük ve zaten bildiğimiz bir yaşantının ortasında tekerlenip giden aşklar yavan gelecekti. Herbirinin yarıçapı milyarlarca ışık yılı olan sonsuz sayıda olasılık evreninden bir tanesinin beş on metrelik bir köşesinde yaşanabilecek insanlık dramları ne kadar da anlamsızdı!
Elvedâ bilinirin rahatlığı ve bilinenin yapay gizemi… Elvedâ ey çocuk masalları, “terbiyevî” eserler ve “edebî” eserler elvedâ. Orada, tanıdık bir yazın dünyasının çevresine kılı kırk yararak örülmüş duvarın ta ortasında kuraldışı, esrarlı bir pencere aralanmıştı ve ardında patlayan güneşlerin, inanılmaz olayların, akılalmaz hârikaların büyülü dünyası bizleri (yani ülkemizin “eskitüfek” bilimkurgu tutkunlarını), meraklı kediler gibi o dünyaya dalmaya çağırıyordu.
“Merihten Saldıranlar”ı dokuz roman daha izleyecek ve Çağlayan Yayınevi‘nin 10 kitaplık “Yeni Dünyalarda” dizisi beş ayda tamamlanacaktı. Bundan sonra Türk yayın dünyası, yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca, bilimkurguya kapılarını neredeyse tümüyle kapalı tutacaktı.
Nedendi? Bu sessiz boykotun, gizli aforozun sebebi neydi? Belki feodalliğimiz, ataerkilliğimizdi. Belki aydınlarımızın kafayapısında Aristo’nun tartışılmaz egemenliğiydi. Belki öyleydi, belki böyleydi. Belki de, bugünlerde sevilen bir yaklaşımla, yazarından ve okurundan yaratıcılık bekleyen bir yazın türüne karşı “medyokrasi”nin bilinçli/bilinçsiz direnişiydi.
“Yeni Dünyalarda” dizisinden önce de Türkçeye çeşitli bilimkurgu kitapları çevrilmiş ve yayınlanmıştı. Ama bildiğim kadarıyla bunlar, gümrükten mal kaçırır gibi, bilimkurgu olduğu gizlenerek Türk okuruna sunulmuşlardı. “Yeni Dünyalarda” dizisinin önemi, Türkiye’de ilk kez bilimkurgunun kendi özgün kimliğiyle okurun karşısına çıkmasıdır. Ama, yazın tarihimiz açısından önemli olan bu özelliğini saygıyla belirttikten sonra, dizinin günümüz ölçülerine göre oldukça alaturka ve allahlık olduğunu da söyleyebilirim.
Birincisi, romanlardan hiçbirinin yazarı ve özgün adı belirtilmemişti. “Merihten Saldıranlar”ı Heinlein’ın yazdığını ve özgün adının “Puppet Masters” olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. “Feza Canavarları“, meğer A.E. van Vogt‘un “Voyage of the Space Beagle” imiş. “Currents of Space” (Asimov) ise bizde “Kâinat Fatihi” oluvermiş.
Asimov‘un bu yapıt için seçtiği görkemli mekân, üç ayrı yıldız sistemini kapsar. Çevirmenimiz ise, belki de okurun yabancılık çekmemesi için bunlara Arz, Merih ve Zühre deyivermiş. Böylece 3 ayrı güneş, tek güneşe indirgenmiş. Oysa romanın kurgusu, bunlardan bir tanesinin patlama (nova) eşiğinde olmasına dayanır. Ama, ne beis!
Buradan da ikinci alaturkalığa, yani romanlarda kalem oynatılmasına geliyorum.
Aslında, “bizim piyasa okuru böyle sever“, diyerek çoğuna çeşitli eklemeler yapılmış. Bu eklemeler genellikle “şehevî” özelliktedir. Örneğin:
“Adam biraz kendini toparlar gibi oldu ve kadının elbisesine sarıldı, mücadele esnasında kadının incecik elbisesi anî bir hışırtı ile yırtıldı, adamın elinde kaldı.”, diye başlayan ve “en vahşi, en çılgın, en iptidaî bir şekilde birbirlerini hırpalayan bu iki vücut bir an içinde şehvetin de en vahşi ve çılgın cehennemi içine düştüler… Ve orada, bütün oradakilerin marazî bir alâkayla seyrederken attıkları kahkahalar içinde yırtıcı bir şehvetle çiftleşiverdiler…”, diye biten bölüm.
Okuduğunuz, Kemal Tahir olduğu rivayet olunan çevirmenin “A. Kahraman” takma adıyla çevirdiği “Boşluk Korsanları“na, yayınevinin isteği üzerine yaptığı eklemelerden biridir. Kendi romanlarını hiç aratmıyor, değil mi?
Ama, Türkiye’de 61 yıl önce (21 Ocak 1955’te) yayınlanan “Boşluk Korsanları”, zaten bir bakıma A. Kahraman’ın kendi romanı sayılır. Çünkü, Murray Leinster‘dan çevrilen bu kısa roman tüm ekleme ve şişirmelere rağmen gereken kitap boyutuna ulaşamamış, bunun üzerine yayınevi çevirmenden romanı uzatmasını istemiştir.
Bir korsan filosu, galaksimizin zengin gezegenlerini zehirleyerek yağmalamaktadır. Korsanların Malden gezegeninden geldiği, kahramanımız “Cim Brent” ve sevgilisi “Kit Harlov” tarafından heyecanlı bir serüven sonucu ortaya çıkarılır ve yazar Murray Leinster, özgün adı “The Last Spaceship” olan romanı orada bitirir. Bunun üzerine A. Kahraman, galaksi imparatorluğuna bağlı uzay filolarını Malden gezegenine karşı sefere çıkarır. Romanın en heyecanlı ve ustaca kaleme alınmış bölümü, işte bu son bölümdür. Bir anlamda, dişe gelir uzunlukta bir “uzay operası” metnini kaleme alan ilk Türk yazarı olma onuru, A. Kahraman’a aittir.
Kahraman’ın çevirdiği “Mavi Ölüm“, “Seyyareler Çarpışıyor“, “Boşluk Korsanları” ve diğer bilimkurgu romanları, onun bilimkurgu alanında çok rahat hareket ettiğini ve belki de meraklı bir bilimkurgu okuru olduğunu gösteriyor. “Boşluk Korsanları”ndaki ustaca kurulmuş ve yazılmış son bölümü okuyunca, insan ister istemez soruyor: A. Kahraman acaba neden hiç kendi adıyla bilimkurgu yazmaya kalkışmamış?
Neden?
Şimdi yıl 2016. Bilimkurgu ile anakol (yani bilim kurgu dışında her şey) arasındaki duvarlar yıkılalı çok oldu. Türkiye’de bilimkurgu yazılıyor, çevriliyor ve okunuyor.
Salonlarda bilimkurgu sinemasının seçkin örneklerini izliyoruz… Ama yalan yanlış altyazılarla. Televizyonda ise, kanallarımızın halka layık gördüğü “Uzaylı Zekiye” türü şaklabanlıklara katlanıyoruz.
Usta yazarların tanınmış bilimkurgu yapıtları durmadan Türkçe’ye çevriliyor. Bunlardan bir kısmını Türkçemize usta çevirmenler kazandırıyor, bir kısmı ise satırı bırakıp kaleme sarılmış kasap çıraklarının elinden çıkıyor.
Bu toz duman içinde bazen 62 yıl öncesini özlüyorum… Çağlayan’ın Yeni Dünyalarda dizisini, onun “adsız” yazarlarını, biraz lâübali ama Türkçesi “Türkçe” çevirmenlerini… ve belki hepsinden çok, 11 yaşın yeni dünyalara inancını…