Tam 200 yıl önce bugün (1 Ocak 1818), Mary Shelley adı “Frankenstein veya Modern Prometheus” romanının yazarı olarak tarihe kazındı. Eskimek şöyle dursun, Frankenstein’ın ünü zaman geçtikçe dünyayı daha da kuşattı. Frankenstein sözcüğü, zaman içinde sözlüklere girecek kadar yaygınlaştı, herkesin bilip kullandığı bir isim haline geldi. Aynı zamanda 50’den fazla filme esin kaynağı olarak kırılması zor bir rekora imza attı. Boris Karloff‘un 1931 tarihli film versiyonundaki olağanüstü performansı, Frankenstein Canavarı imgesinin görsel karşılığını oluşturdu. Zaten çoğu insan bu karakteri romanından ziyade filmlerinden tanır ve yaygın bir şekilde Frankenstein’ı yaratığın kendisi zanneder. Oysa Frankenstein yaratığın değil, onu yaratan bilim insanının adıdır.
Frankenstein’ın hem edebi bir klasik haline gelişi, hem de her çağda popülaritesini koruyuşu, Mary Shelley‘in çok bereketli bir konu yakaladığının göstergesidir. Bu ölümsüz hikaye, yaratılışın ilahi ayrıcalığını gasp etme cesareti gösteren bir bilim insanın cezalandırılması olarak özetlenebilir. Taşıdığı pek çok mesaj arasında, “insanı yine kendi yapıp ettikleri yok edecektir” vurgusunu çıkarmak da mümkün. Tabii hikaye, akademik çevrelerde çok değişik yorumlara sahne oldu. Romanı, kadın haklarının erkeğin zimmetine girmesi gibi bir tür proto-feminist benzetme olarak gören veya endüstriyel işçi sınıfının metaforize edilişi şeklinde değerlendirenler çıktı. Oysa Mary Shelley, kitabı yazarken bu bakış açılarından hiçbirine sahip değildi. Frankenstein’ı tamamladığında sadece on dokuz yaşında olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Ancak bu anlamları üreten çevreler, Frankenstein’ı onlara ilham veren güçlerden biri olarak görmeyi hep sürdürdü.
Frankenstein, günümüz popüler korku hikayelerinin çoğunlukla paylaştığı “Gotik roman” etiketi ile kategorize edildi. Ancak bu sınıflandırma pek de doğru değildi. Sınıflandırma kriterleri açısından bazı benzerliklerine rağmen, konusu klasik gotik romanlardan çok farklıydı. Victor Frankenstein, klasik gotik romanlarda sıkça karşımıza çıkan “kötü adamların” ancak uzak bir kuzeni olarak görülebilir. Kişiliği ve tutkuları çok farklıdır. Her şeyden önce o, modern bilimin yükselişe geçtiği Orta Avrupa’da, eski bilimin yeni bilim ile birlikte ele alınabilirliğini savunan sıra dışı bir bilim insanıdır. Bu tutumu sayesinde, önceki bilim insanlarının üzerinde durmaya tenezzül etmediği fikirleri araştırıp çok farklı bir sonuç ortaya çıkarır. Dolayısıyla roman, zamanının en az yarım asır önündedir.
Eser, ilerlemenin en önemli enstrümanı olan bilimi kötücül bir eylem şeklinde betimlese de bilimkurgunun öncü eserlerinden biri haline gelmiş ve bilimkurgunun her döneminde önemini koruyan bir temanın (Frankenstein Sendromu) doğmasına sebebiyet vermiştir. Her ne kadar sorgulanan daha çok yaratık gibi görünse de, aslında sorgulanan veya sorgulanması gereken birincil figür insanın ta kendisidir. Yaratıktan çok, yaratıcı ve yaratıcının yaratma eylemindeki sorumluluğu, üzerinde düşünülmeyi hak eden asıl anlatı noktasıdır. 1818’de yayımlanan eser, ilk bilimkurgu romanları arasında sayılmaktadır. Ama bilimkurgu sözcüğü ilk kez 1929’da Amazing Stories dergisinde Hugo Gernsback tarafından yaratıldığı için, Frankestein uzun bir dönem korku ve gotik türleriyle anılmıştır. Hikayenin bilimkurgu için önemi, “insanın kendi yarattığı yaratık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalışı”nı anlatan ilk eser olmasıdır. Bu verimli tema, ardından yazılan yüzlerce hikayeyi, filmi ve her türden eseri benzer şekilde beslemiştir.
Söz konusu temadan çılgın gibi beslenen sektörlerin başında kuşkusuz sinema gelmektedir. Çoğu kimse fark etmese de, yüzlerce filmde Frankenstein Sendromu‘nun izlerini görmek mümkündür. Bunlar arasında yakın zamanda beyaz perdede seyrettiğimiz Ex Machina, Avengers: Age of Ultron, Edward Scissorhands, Alien: Covenant gibi yapımları gösterebiliriz. Brian Aldiss’in, modern bilimkurgu türünün temel taşı olan Frankenstein’ı esas alarak yeni bir eser yaratması da bundan kaynaklanır. Frankenstein’a dayanan bu yeni eser yaratımı, sadece birkaç örnekle de sınırlı kalmadı. Öte yandan Isaac Asimov, teknolojiye olumlu yaklaşımı ile bilimkurgunun tarihsel gelişiminde merkezi olan Frankenstein sendromuna karşı açık bir muhalefet sergiledi. Frankenstein romanının başı çektiği bilimkurgusal akım, Asimov’un iyilik gözeten bilim insanları ve dost canlısı robotları tarafından bertaraf edildi.
Bilimindeki genel spekülatif tutum, her ne kadar korku ile karşılaştırılsa da belirsizlik ilkesi ile savaşan bir yaklaşım olarak olağan dışı değildir. Günümüzde bilimkurgu olarak sınıflandırılan kurmacanın büyük kısmı hem korkuya hem de bilimsel dünya görüşünün, eski dinsel düzene karşı entelektüel zaferine dayanıyor. Bu bakış açısı göz önüne alındığında, bilimkurgu türünün kökenlerini oluşturan Frankstein’ın bilimden nefret ettiğini söylemek doğru olmaz. Sonuçta acı bir eleştirel ahlak vurgusu taşıyan bu hikaye, aynı zamanda bilimsel çabaların hep “iyi” ve “doğru” olanı var edemeyebileceğine dikkat çekiyor. Hepimiz şunu çok iyi biliyoruz ki, bilim insanlığı kurtarabileceği gibi yok oluşunu da sağlayabilir. Bu, onun bizler tarafından ne şekilde kullanıldığıyla ilgilidir. Çağımız bilimkurgusunda da bu ve benzeri korkularla sıkça karşılaşmamız, Frankstein’ın edebi olduğu kadar bilimsel önemini de gözler önüne sermektedir.
Zaten Mary Shelley’nin, Frankenstein’ın şeytanlaştırılmasından hoşnut olmadığını revize edilmiş 1831 baskısının önsözünden de rahatlıkla anlıyoruz. Ayrıca eserde, neredeyse tüm Avrupa’ya hakim olma hırsı ile Moskova’ya kadar gitmeye teşebbüs eden Napolyon ve geri dönen fetih kahramanlarının psikolojilerine rastlayabiliyoruz. Bu psikolojiye, o tarihlerde tıp biliminin çözemediği temel hastalıkları da kattığımızda karşımıza böyle bir canavarın çıkması çok şaşırtıcı değil.
Öyle görünüyor ki, Frankenstein’ın kaderi bilim insanları için açık bir uyarı olmayı ve bilimkurgunun temel konuları arasındaki yerini korumayı daha uzun yıllar sürdürecek…