1871 yılı, Almanya için her alanda dönüm noktası oldu. Bu yılda Fransa’ya karşı girişilen savaş kazanılarak 2. Reich kurulmuş ve 1. Wilhelm, Kaiser (İmparator) ünvanını almıştır. Alman milli birliğinin kurulmasında en önemli aktör olan Otto von Bismarck, çiceği burnunda Alman İmparatorluğu’nun ilk şansöylesi olmuştur. 1873’e kadar süren ekonomik ilerleme Viyana Borsasının birden çökmesiyle duraksayarak, 20 yıl boyunca ülkede ekonomik durgunluğa yol açmıştır (Gründerkrach). Tüm dünyada hızla yayılmakta olan sosyalizmin, böylesine çalkantılı bir ortamda kendi ülkesini de etkisi altına almasından korkan Bismarck, sosyalistleri baskı altında tutmak için Sozialistengesetz adında bir yasa çıkarır. Bu dönemin sanat akımına bakıldığında, az sayıdaki sosyalist ütopyaya karşılık bolca sosyalizm karşıtı ütopik eser verildiği göze çarpar.
1870’te ortaya çıkan İkinci Sanayi Devrimi dünyayı etkisi altına almıştır. Kaiser ve Bismarck yönetimi altındaki Almanya, son derece hızlı ve radikal bir toplumsal değişim geçirir. 19. yüzyıl Almanya’sında sanayileşme ve şehirleşme hareketleri, tüm imparatorluktaki okuma-yazma oranını neredeyse %100’e ulaştırır. Sanayileşme ve kapitalizm, modern bir Alman toplumunun ortaya çıkmasını sağlar. İnsanlar kendilerini kötü hissettiklerinde veya işten eve yorgun geldiklerinde kitap okuyarak kafalarını dağıtmak istemektedirler. Böylelikle tüm ülkede kitaplara yönelik talep patlaması ortaya çıkar. Matbaa ve yayıncılık sektörü inanılmaz bir hızla büyür ve Light Fiction/Hafif Kurgu büyük bir pazar haline gelir. Sonuç olarak böyle bir ortamdan büyük bir edebiyat doğar.
Öte yandan Jules Verne’ün kitapları ilk kez Almanca’ya çevrilir. Örneğin : Voyage au Centre de la Terre (Dünyanın Merkezine Yolculuk – Almanca’ya çeviri: 1873), Les Enfants du Capitaine Grant (Kaptan Grant’ın Çocukları – Almanca’ya Çeviri: 1875). Verne’ün dünya edebiyatına olduğu gibi, Alman edebiyatına etkisi de tartışılmaz derecede büyüktür. Alman bilimkurgu ve fantastik edebiyatı 20. yüzyılın başında altın çağını yaşamıştır. Döneme baktığımızda Kurd Laßwitz (1848 – 1910), M. G. Conrad (1846 – 1927), Albert Daiber (1857 – 1928), Friedrich Wilhelm Mader (1866 – 1945), Paul Scheerbart (1863 – 1915), Alfred Döblin (1878 -1957) gibi bu geleneğe çok emek vermiş büyük yazarlar göze çarpmaktadır.
Alman bilimkurgu geleneğinin babası kabul edilen Kurd Laßwitz, matematik ve fizik eğitimi alıp felsefe alanında doktora yapmıştır. Fizikten felsefeye kadar geniş bir yelpazede sayısız kitap yazan Laßwitz, aynı zamanda hümanisttir ve gelecek konusunda oldukça iyimserdir. Bir gazetede yayımlanan Bis zum Nullpunkt des Seins (Varoluşun Sıfır Noktasına Doğru, 1871) öyküsüyle yazın hayatına başlayan usta yazar, daha sonraki çalışmalarında geleceğin yüksek teknoloji içinde yaşayan toplumundaki etnik çatışmaları konu alır.
Yaşamı boyunca büyük bir okuyucu kitlesine sahip olamayan Laßwitz, değeri ölümünden sonra anlaşılan yazarlardandır. Dünya Savaşı’nın ardından popüler olan yazarın başyapıtı Auf zwei Planeten (İki Gezegen/Two Planets) 70 bin nüsha ile 1897’de en çok satanlar arasına girmiş ve 1948’de de İngilizce’ye çevrilmiştir.
Eserde, Kuzey Kutbuna balonla keşfe çıkan 3 Alman kaşif konu alınır. Buz cennetine ulaşan kaşifler, burada yalnız olmadıklarını öğrenirler. Balonları Marslı işgalindeki bölgeden geçerken sorun çıkar. Zor durumda kalan kaşifleri Marslı Nume ırkı kurtarıp uzay istasyonuna götürür. İyileşmelerinin ardından kaşifler, insanlıktan her anlamda üstün olduğunu anladıkları Mars medeniyeti hakkında bilgi sahibi olmak isterler. Anlaşılan odur ki Mars, oldukça gelişmiş bir toplumsal ve teknolojik ütopyadır. Şehirleri muazzam büyük gökdelenler ve yürüyen kaldırımlar çevrelemektedir. İletişim ışıkla sağlanmaktadır. Marslılar ayrıca geçmişi görme imkanı veren aletlere, güneş ışığını enerjiye dönüştüren cihazlara ve yapay gıda üreten teknolojiye sahiptirler.
Fakat çatışma kaçınılmazdır. Marslılar yeryüzünün kaynaklarını kullanmak niyetindedirler. Ancak bir ikilem söz konusudur:
- İnsanlık kendi kültürleriyle baş başa bırakılacak kadar değerli midir?
- Yeryüzü sömürgeliştirilerek insanlığa Mars medeniyeti empoze mi edilmelidir?
Nume ırkının insanlık karşıtı kesimi toplumda üstün gelir ve insanların Marslılara saldırması bahane edilerek Mars kültürü insanlığa empoze edilmeye başlanır. Direnişteki insanlar, daha iyi bir yaşam şekli sunacağı için Mars kültürünün empoze edilmesine razı oldularsa da, işgale hala karşıdırlar. Dünya’daki askeri ve ulus devlet sisteminden vazgeçen insanlık, Mars işgali altındaki yeryüzünde bağımsızlık kazanabilmek için, bu kez de insan uygarlığının standartlarını yükseltmeye çalışır. Plan işe yarar ve insanlar kültürel ve toplumsal açıdan daha iyi bir seviyeye ulaşırlar. Şimdi de kendine eş bir medeniyetle savaşmak zorunda kalacağını anlayan Nume ırkı, sömürgeleştirme planından vazgeçerek Dünya’yı terk eder. Nihayet gezegen huzura kavuşur.
Auf zwei Planeten, aslında dönemin ultra-militarist ve ırkçılığa varan şovenist devlet sistemlerine karşı başkaldırı niteliğindedir. Eser, barışçı ve kozmopolit fikirler içerdiği gerekçesiyle Naziler tarafından yasaklanmıştır. Yazarın Aspira (1906) ve Sternendau (1909) gibi diğer eserleri henüz İngilizce’ye ya da Türkçe’ye çevrilmemiştir. Ancak Almanca olarak buradan okuyabilirsiniz: http://gutenberg.spiegel.de
Michael Georg Conrad’ın (1846 – 1927) en önemli eseri olan In purpurner Finsterniß (Mor Karanlık, 1895)’de iki toplumun hüküm sürdüğü bir gelecek tasvir edilmiştir. Ana karakterimiz Grege ve sevgilisi Jala, bu iki toplumdan biri olan Teuta’dan kaçmaktadır. Teuta, yeraltı mağara labirentlerinde yaşayan bir halktır. Burada doğal olan hiçbir şey yoktur; sıcaklık bile cihazlarla kontrol edilmektedir. Kadınların erkeklerle birlikte yaşaması yasaktır ve yalnızca üreme amacıyla bir arada olmalarına izin verilir. Belirlenen kalıpların dışında kıyafet ve saç uygun görülmez, herkes tek tip olmalıdır. İki aşık Teuta’dan kaçarken karşılarına toprak altında kalmış ıssız şehirler diyarına varırlar ve burada yolları ayrılır. Grege, Anglosaksonların apokaliptik versiyonu olan Angelos’lar tarafından esir alınır, ancak bir şekilde paçayı kurtarıp Nordika’ya ulaşır. Nordika; insanların doğayla iç içe yaşadığı, erkeklerle kadınların eşit olduğu, kısacası her anlamda Teuta’nın zıddı bir ülkedir.
In purpurner Finsterniß’de Conrad, yalnızca imparatorlukla alay etmekle kalmayıp dönemin en önemli filozofu Nietzsche’yi de tiye almaktadır. Ne yazık ki bu muhteşem eser henüz İngilizce’ye dahi çevrilmedi.
Tıp doktoru ve farmakoloji profesörü olan yazar Albert Daiber (1857 – 1928)’in en önemli eseri Anno 2222 – Ein Zukunftstraum (Yıl 2222 – Bir Gelecek Hayali) 1905 yılında yayınlandı. 2222 Nisanı’nda, önemsiz görünen diplomatik bir sözleşme, ABD başkanı Jingo X’in Avrupa Birleşik Devletleri üzerine baskı kurmasına yol açar. Eserdeki bir diğer konu da, Ay’ın Dünya’ya düşecek olmasıdır. Romanın karakterleri aslında yazarın yaşadığı dönemdeki önemli kişileri temsil etmektedir. Eser, genel anlamda dönemin milli politikalarının yanı sıra Roosevelt’in emperyalist dış politikasına da inceden göndermelerde buluyor.
Friedrich Wilhelm Mader (1866 – 1945)’in en önemli eseri Wunderwelten (Muhteşem Dünyalar, 1911), Alman uzay macerası romanlarının ilk örneklerinden biri. Ana karakter Lord Flitmore; eşi Mietje, mürettabatı ve iki maymunuyla Güneş Sistemi’mizdeki gezegenlere doğru yolculuğa çıkarlar. Bir kuyruklu yıldızın rotalarını saptırmasıyla kendilerini komşu yıldız sistemimiz Alpha Centauri’de bulurlar. Yolculuk sırasında hem Mars’ta hem de Alpha Centauri’de zeki yaşam formlarıyla karşılaşırlar. Yazar, bu eserinde bilimi araç olarak kullanarak, okuyucularına doğaya hayranlık ve saygı aşılamak istemiştir. Kitap, 1900’lü yılların başlarındaki başka dünyalar hayalini başarılı bir şekilde yansıtmaktadır. Jule Verne etkisinde yazıldığı rahatlıkla hissedilmesine karşın, tatmin edici bir okuma deneyimi sunduğu söylenebilir.
Alfred Döblin’in en önemli eseri Berge Meere und Giganten (Dağlar, Denizler ve Devler) 1924 yılında yayınlandı. Biçemsel ve yapısal anlamda deneysel olan roman, kuşkusuz Alman bilimkurgusunun şeklini belirleyen eserlerden biridir. 27. yüzyıl insanlığını ele alan yapıtta, politika ve teknolojide küresel ölçekli çekişmelerin yanı sıra İzlanda’nın volkanik enerjisini toplayarak Grönland’in buzunu eritmek gibi ilginç fikirler de yer alır.
Bir diğer en önemli Alman yazar ise Hans Dominik (1872-1945)’tir. Dominik’in ütopik romanlarında teknoloji ve elektrik özel bir önem taşır. Kahramanlar hep idealist Alman mühendislerdir. 1920 – 1940 yılları arasında kitapları 2 milyondan fazla satan Dominik, günümüzün en tanınmış Alman bilimkurgu yazarlarından biridir. Dönemin Almanya’sında moda olan ırkçılıktan fazlasıyla etkilenmiştir ve bu etkiyi eserlerindeki ırkçı üsluptan anlamak mümkündür.
Savaş bitmiş, Almanya büyük bir yenilgiye uğramış, imparatorluk darmadağın olmuş ve yerine Weimar Cumhuriyeti kurulmuştu. Edebiyatın üzerine çökmüş sansür ve siyasi baskılar demokrasinin gelişiyle kaldırılmıştı. Alman bilimkurgu filmlerinin ilk örneklerini bu dönemde görmek mümkündür. İlk Alman bilimkurgu filminin ne zaman çekildiği ya da hangisinin olduğu son derece tartışmalı bir konu, zira Birinci Dünya Savaşı öncesi çekilen filmlerin önemli bir kısmı kayıptır, belki de bu dönemde hiç film çekilmemiştir. Algol: Güç Trajedisi (1920), Metropolis (1927) ve Frau im Mond (Ay’daki Kadın, 1929) Nazilerin iktidara geldiği 1933 yılına kadar yapıldığı bilinen bilimkurgu filmleri arasında.
Bilimkurgu sinemasının mihenk taşı sayılacak kadar önemli olan Metropolis‘in yapımına 70 milyon Mark, yani 200 milyon dolar harcanmıştır. Yönetmenliğini ve senaristliğini Fritz Lang’ın yaptığı film, aynı zamanda ilk uzun metraj bilimkurgu filmidir. Sınıf çatışmalarını ele alan antikapitalist konusuyla göze çarpmaktadır.
Yine bir Fritz Lang filmi olan Frau im Mond (Ay’daki Kadın, 1929) altın bulma umuduyla Ay’a sefer düzenleyen Helius adındaki bir girişimci ve bu konuda ona yardımcı olan Professor Mannfeldt’in öyküsüdür. Professor Mannfeldt’in çalışmalarını çalıp Ay’daki altına sahip olmak isteyen Amerikalı işadamı Turner’e karşı girişilen mücadele de filmde önemli bir yer tutar. Film, dönemini öyle etkilemiştir ki, etkilerini savaş sonrası uzay yarışında da görmek mümkündür. Örneğin:
- NASA’nın bir roketine filmdeki önemli karakterlerden biri olan Friede ismi verilmiştir.
- Günümüzde roket fırlatmadan önce gördüğümüz 10’dan geriye doğru sayma aşaması ilk kez bu filmde kullanılmış, sonradan gelenekselleşmiştir.
- Roketin fırlatılması esnasında basıncı su havuzuyla azaltmak, bugün bile kullanmakta olduğumuz bir yöntemdir.
- İlk roketin mekikten ayrılmasından sonra ikinci roketin ateşlenerek devreye girmesi, bu filmde yıllar önceden öngörülmüştür.
- Yerçekimsiz ortamda mürettebatın sert yüzeylere çarpmasını önlemek için ayakları zemine kayışla bağlamak (floor foot strap) ve çekim kuvvetine karşı dikey yatak sistemi kurmak, filmde gördüğümüz ve hala güncelliğini yitirmemiş uygulamalardandır.
Genel olarak incelediğimizde, iki Fritz Lang filminin de bilimkurgu sinemasına katkısı yadsınamaz. Günümüzde pek bilinmese de, 1900’lü yılların ilk yarısında Almanların bilimkurgu edebiyatında ve özellikle bilimkurgu sinemasına katkısı yadsınamaz. Döneminde oldukça ileri olan Alman kültürü ve entelektüel birikimi Naziler tarafından yok edilmiş ve geriye çorak bir Almanya kalmıştır.
Hazırlayan: Emre İnanır