Bilimkurgu öyküleri, kendini tekrar eden öykü yazma sürecimden sıkıldığım, neden öykü yazıyorum ki, diye söylendiğim, kim okuyor bu öyküleri, diye yakındığım bir dönemde beni tüm sıkıntılarımdan çekip almıştı. Zamanla benim için bir nevi inziva alanına dönüştü. Gücünü bilimden ve edebiyattan alan; bir ucu bilinmeyen bir geleceğe, diğer ucu hayale dokunan bu dünya beni içine çekti. Öykü okumaktan yeniden keyif almamı sağladı. Okudukça geriye gitmeye başladım. Eskiyi, en eskiyi, öncü metinleri bulmaya çalıştım. Kök öyküler diye adlandırdığım ilkleri aradım.
Aradıkça net bir başlangıca ulaşmanın mümkün olmadığını fark ettim. Hayal sınırlarını aşıp ucu fark etmeden bilimkurguya dokunan pek çok eser var. İsteyen Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde, isteyen Molla Davutzade Mustafa Nazım Erzurumi’nin Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rüyet’inde bulur yerli bilimkurgunun izlerini. Bana göre yerli bilimkurgunun kök öyküsü Refik Halit Karay’ın “Hülya Bu Ya…” adlı öyküsüdür. 1921’de kaleme aldığı bu öykü, Karay’ın mizahi öykülerini topladığı “Ago Paşa’nın Hatıratı” kitabında yer almaktadır.
Öykü, Amerikalı gezgin Mr. Con Hülya’nın -neden böyle bir isim vermiş kim bilir- Ankara’ya gelmesiyle başlar. Trenden iner inmez bir araba arar fakat görür ki kaldırımlar tıpkı hava alanlarındaki yürüyen bantlardan yapılmıştır. Kaldırımlar onu istediği yere taşır. Tabii Amerikalı Con, Ankara’daki teknolojik gelişme karşısında çok şaşırır ama Ankara’nın tek bilimsel yeniliği bu mudur? Elbette değil. Güneş panelleri, toprağı ve havayı ısıtan cihazlar, telekonferans görüşmeleri, vakumlu hava tüpleriyle yapılan yolculuklar gibi bilimle ilişkili detayların yanı sıra öyküye mizah unsuru katan abartılı şeyler de vardır. İyi ve kötü insanları ayırt eden röntgen cihazı, davacı ve davalıdan kimin haklı olduğunu tartan gerçek bir adalet terazisi, doğumu ortadan kaldıran “adam makinesi” ve hatta ölüme çare bulup sorunlu organı yapay bir organla değiştiren cihazlar ve daha neler neler görür Con.
Bilimkurgu her şeyden önce dünyayı anlamlandırma çabasını görev edinir. Bilinmeyen bir geleceğe hazırlıktır, geleceğin ihtiyaçlarını öngörmek, olası karamsar gelecek düzenlerine baştan karşı çıkmaktır. “Hülya Bu Ya…” beklentilerimi karşılamasa da yerli bilimkurgunun kök öykülerinden ilki bana göre çünkü değişen dünyadaki gelişmelerden haberdar bir yazarın döneminin ötesinde bir geleceği anlatma çabası var bu öyküde. Bu yönüyle bile başlı başına kök bir öyküdür “Hülya Bu Ya…”
Bir diğer kök öykü ise İlhan Tarus’un “Köle Hanı” kitabında yer alan “Bir Makinenin Gözyaşları” adlı öyküsü. Bu öykünün adı makalelere bile geçmiyor nedense. Gözden kaçmış bir bilimkurgu öyküsü diyebiliriz onun için. Kitap 1954’te basılmış fakat Tarus, öyküyü 1939’da yazmış. Tarus, bu öyküyü 15 yıl neden bekletmiş ve nihayetinde kitaba almaya neden karar vermiş olabilir? Bunu bilmek mümkün değil ama öyle sanıyorum ki bu öykü, Tarus’un yazdıklarından oldukça farklı ve ona uygun bir yer bulamamış olmalı. Köle Hanı’ndan önce basılan üç kitapta da yer almamış. Atmaya kıyamamış olmalı ki on beş yıl sonra Köle Hanı kitabında yerini almış.
Öykü, Amerika’ya iş seyahatine giden birinin ailesine hediye almayı düşünürken pavyonda satılan “makine adamlardan”-öykü kahramanı ona Roboto der- birini almasıyla başlar. Bir mühendisle beraber soluğu İstanbul’da alırlar. Aile onu çok sever ve kabullenir, adı artık Demir’dir. Öyle herhangi bir robot gibi soğuk bir makine değildir. İçli bir robottur Demir. Bir gün gazetede 2. Dünya Savaşı’nın çıktığını, silahlara harcanan parayla dünyadaki aç insanların doyurulabileceğini düşünür ve içlenir. Öyle içli bir robottur ki Demir, ağlamaya başlar ve sonunda bozulur. Garip bir şekilde aile Demir’i tamir ettirmez ve sıradan bir elektronik eşya gibi bodruma atar.
Buraya kadar oldukça sıradan, hatta vasat bir aile öyküsü gibi görünebilir, genel olarak bu yargıya karşı çıkmam ama bence bu öyküyü özel yapan bir şey var. İyi bir bilimkurgunun en önemli özelliği geleceğe dair isabetli öngörülerde bulunmasıdır. Bu öyküde robotumuz, onu yaratan mühendisle ilgili şöyle diyor:
“Onun sözünden dışarı çıkamam. Esasen o uzaktan beni daima nezaret altında bulunduruyor. Ne yapsam görür, ne söylesem işitir, ne düşünsem bilir…”[1]
Uzaktan bir robotun yaptığı her şeyi gören, söyledikleri duyan ve düşüncelerini okuyan bir mühendis bunu nasıl yapmaktadır? Henüz internetin icat edilmediği 1939’da Tarus’un bu öyküyü yazması, böylesi bir öngörüde bulunması bu öyküyü kök öyküler arasında ayrı bir yere koyuyor.
Yerli bilimkurgunun bir diğer kök öyküsü ise “Bilimkurgu”nun isim babası Orhan Duru’nun “Yoksullar Geliyor” kitabında yer alan “Harita” adlı öyküsüdür. Duru için bilimkurgunun ilk özgün örneklerini veren yazar diyebiliriz. Sistemli olarak bilimkurgu öykülere zaman ayırmıştır. Bazı kitaplarında tek tük bilimkurgu öykülerine yer vermiştir. Bu anlamda “Yoksullar Geliyor” kitabı diğerlerinden bambaşka bir yerde duruyor. Kitaptaki tüm öyküler bilimkurgu türünde. Kitaba adını veren “Yoksullar Geliyor” öyküsü dört bölümden oluşan bir distopya. Dünyayı yöneten bir şirket ve sistemin dışına atılmış yoksul insanlar… Distopyanın imkânlarından yararlanarak kapitalizm eleştirisi niteliğinde bir öykü. Duru, diğer öykülerinde olduğu gibi bilimkurgu öykülerinde de toplumcu bir çizgide yer alıyor. Öykünün merkezinde insan var. Öyküde Dune ve Mülksüzler’den çokça iz buluyorsunuz okurken ama yine de Duru’ya ait bambaşka bir atmosfer çıkıyor karşınıza. Tam öykü açılmış ve en heyecanlı yeri gelmişken son bölüm İstila’da tek bir cümle ile bitiyor öykü: “Böyle başladı yoksulların Kuzey’i istilası…” [2]
Tam bir hayal kırıklığı! Sanki devamını yazmaya üşenmiş de öylece bırakıvermiş gibi… Neyse ki kitabın ikinci bölümünde bizi Dünya dışı yaşamlar karşılıyor. Dünya’yı ne zaman istila edeceklerini tartışan bir grup uzaylının öyküsünü okuyoruz. Nihayetinde Dünya’ya gönderdikleri “Haritacı”nın dönmesini beklemeye karar veriyor uzaylılar. Bu öykü de çok şey vaat etmiyor ama bir sonraki öykü olan “Harita”nın işaretini veriyor bize.
Bu öykü, kök öykü diye nitelediğim öykülerden. “Harita” çok başarılı bir alternatif tarih ve ilk temas örneği diyebilirim. Öykü 903 hicri yılında Osmanlı döneminde geçiyor. Akdeniz sularında bir grup korsan, ele geçirilecek gemilerin peşindedir. Geminin başında tayfaların “Reis” diye hitap etti bir korsan vardır. Polya kıyılarında bir Ceneviz kalyonu görürler ve aralarında büyük bir çatışma başlar. Nihayetinde kalyonu ele geçirirler. İçindeki ganimetleri ve esirleri gemilerine yüklerken kalyonun deposunda zincirle bağlanmış tuhaf bir adam bulurlar. Reis, Cenevizli kaptanın uyarılarına rağmen onu çözer ve gemisine alır. İsimsiz bu adamın garip kafa şeklinden dolayı tayfalar ona “Kocakafa” adını takarlar. Reis, onu kamarasına alır ve sorguya çeker.
Kocakafa türlü türlü haritaları görünce kendisinin de haritacı olduğunu söyler. Reis’in tek hayali bir mappa mondo [3] yapmaktır. Kocakafa bu haritaların ilkel olduğunu ve reise bir mappa mondo vereceğini söyler fakat bunun karşılığında bir talebi vardır. Kendisini Çirçe kayalıklarına götürmesini ister. Orası çok sarp kayalıklardır ve uğursuzdur denizciler için. Yine de her şeye rağmen reis bunu kabul eder. Birlikte bir kayıkla kayalıklara açılırlar. Vardıklarında Kocakafa, kumları kazar ve gömülü uzay gemisini açığa çıkarır. Ardından sözünü tutar ve reise bir hologramla dünya haritasını gösterir. Reise bir saat müddet verir. Reis bu bir saate dünya haritasını ezberlemeye çalışır. Zaman dolunca Kocakafa gemisiyle uzaklaşır. Reis de gemisine dönüp kamarasına kapanır ve üç gün çıkmaz oradan. Çıktığında “Piri Reis” mappa mondosunu çizmeyi başarmıştır.
Gerçek anlamıyla başarılı bir bilimkurgu öyküsü olmasının yanı sıra iyi bir plot twist örneğidir “Harita”. Tarihi yeniden yazan, dil ve üslubuyla bir edebi metin tadı veren bu öykü bence yerli bilimkurgunun en başarılı ve özgün kök öyküsüdür. Yerli bilimkurgunun geçmişine baktığımızda çok köklü bir edebiyat olmadığını söyleyebiliriz. Heves edilmiş, zaman zaman denenmiş ama uzunca bir süre sistematik çalışılmamış verimsiz bir alana dönüşmüş bilimkurgu. Az da olsa, yetersiz de olsa güzel örnekleriyle kök salmış bir kere. Biz öykücülere de bilimkurgunun köklerini daha derinlere salmak, onu canlandırmak ve yeşertmek düşüyor.
Hazırlayan: Tunç Kurt
[1] İlhan Tarus, Köle Hanı, Yeditepe Yayınları, 1054, s.22
[2] Orhan Duru, Sarmal(Bütün Öyküleri 1) Yoksullar Geliyor,1982, s. 322
[3] Dünya haritası