“Yolunu bulacaksan yoldan çıkmalısın.”
Kitap okumanın önemine dair o kadar söz edilmiştir ki, daha fazlasını söyleme çabası yalnızca kelamın itlafı hâlini alacaktır. Bu konuyu kişinin tasarrufuna bırakırsak eğer, gördüğü kadarını tıpkı diğer bütün eylemler gibi tanımlayacağını fark eder ve asıl noktaya odaklanabiliriz. O vakit okumanın niteliği ve niceliği meselesi önümüze çıkacaktır. Çok okumak bir marifet midir? Tüketim toplumunun bir özelliği her şeyi nesneleştirmesi ve ardından hızlıca ortadan kaldıracak şekilde kullanmasıdır. Baudrillard buna “nesnelerin yitimi” der. Kitapların da bu nesnelerden biri olduğu ve ‘fast food’ ürünü olarak çabucak tüketilecek biçime evrildiği hepimizin malumu. Nedeni ya da nasılı için Baudrillard’a başvurabilirsiniz; bizim meselemiz ise yazarın bu durumda takınacağı tavırla ilgili. Şayet biri yazar olmak ve bahse değeceği kanaatine vardığı düşünceleriyle kitlelere ulaşmak istiyorsa ne yapması gerekir? İşte bunu Dean Koontz’vari üç adımla çözümlemeye çalışacağız.
Öncelikle bir şeyi netleştirelim: İyi bir yazarın iyi bir okur olması gerektiğine dair herhangi bir şüphe yok. Ancak iyi bir okurun aynı ölçüde yazar olacağı düşüncesi hatalıdır. Zira yazmak eyleminin dinamikleri farklıdır. Teşbihte hata olmaz diyerek bunu iyi bir gurmenin yetkin bir aşçı olacağı beklentisiyle mukayese edebiliriz. Nasıl olması yahut olmaması gerektiğini bilmek ile onu uygulamanın farkını yalnız uygulamaya geçince fark edersiniz. Harita üzerinde iz sürmekle doğrudan yolda ilerlemek arasında fark olduğunu da yazarken kendi yolculuğunuzu gerçekleştirdiğinizi idrak ettiğinizde anlarsınız. Yazmak yaşamak gibidir; doğrusunu bilseniz de yaşamadan varsaydıklarınızı boşa çıkarmak konusunda bir numaradır ve tecrübenin önemi, deneyimsizliğin yanılgılarına düşüldüğünde anlaşılır. Bu da göstermektedir ki, yazmak sadece yazdığımızda meydana gelen ve yolumuzu çeşitli merhalelerle aydınlatan bir eylemdir. Düşüncelerin dağınıklığını gidermek, nizama girmesini sağlamak, derlemek, toparlamak ve nihayetinde sıralamak için kılavuz işlevi görür. Dolayısıyla, iyi bir okur olmak Newton’ın deyimiyle kendinden evvel yaşamış devlerin omuzlarına çıkma fırsatını verir ama yükselmek için yeteneği perçinleyecek çalışma ve emek de gerekli, hatta zorunludur. İlk adım budur.
İkinci adım, yazarın yaşam ile bağ kurmasıyla ilgili. Birçoklarınca yazarlık kitapların arasında geçirilen uzun yıllar neticesinde elde edilen birikimin aktarılmasından ibaret sanılır. Tozlu raflarda sergilenen kallavi kitapları alarak masasına boca eden ve durmadan sayfa karıştıran bu kitap kurtlarının meramı dünyayı değiştirmeye muktedir sanılır. Hâlbuki dünyayı değiştirmek şöyle dursun, kendilerine dair üstlendikleri eylemlerin bile kusurlu olacağı aşikar değil midir? Fakat burada bahsedilen şey yazma süreci değil elbette. Yazılacak fikrin kaynağı olacak yaşanmışlıktır. Yoksa Proust’u düşünürsek, odasına çekilir, yatağına uzanır, perdelerini sıkıca kapatır ve saatlerce yazarmış mesela. Hizmetçisi Celeste Albaret’nin yazdığı kitapta (Monsieur Proust) bu durumdan sıklıkla bahsedilir. Kapalı kapılar ardında çıkan cilt cilt roman günümüzde modern edebiyatın klasikleri arasında yerini almış vaziyette. Bunun sebebi çok kitap okuması mı? Elbette hayır. O hâlde nedir?
Herkes Jack London ya da Ernest Hemingway gibi aksiyonu doruklarda hayatlar yaşamayabilir. Bir memurun, çiftçinin, öğrencinin, çocuğun hatta kedi ya da köpeğin hayatı da konu edilebilir. İdeolojik bir mesajı yahut tezli anlatısı olması da gerekmez. Tek ölçüt hayata dokunması ve kaynağını oradan almasıdır. Böyle olursa Beyaz Diş de Yüzüklerin Efendisi de gerçekliğe ya da algılayışa dair farklı yorumlar içermesine rağmen asırlarca okunacak kült metinler hâlini alabilir. Zira hayatın işleyişine, toplumların yapısına ve en temelde yaşamın kurallarına dair değişmez noktalara değinmeyi başarmışlardır. Ateş başında hikâye anlatan bilge de bunu yapmıştır hakeza. Jung’un arketipleri üzerinden ilerleyen ve kendini gerçekleştirme çabası içerisinde kimlik bunalımları ve aidiyet sorunları yaşayan insanlara bağ kuracağı meseller anlatılır. Burada mevzu hayaller kurarak gerçekten sıyrılması değildir yalnızca, sıyrıldığı noktadan bakarak gerçeğin prizmatik yapısına şahit olmasıdır. Çünkü en basit bir hikâyeyi bile anlatıcının kimliği ve maksadı şekillendirir. Bakmak görmeyi, görmekse anlamayı ortaya çıkarır. Eğer bakarken görmezsen anlayamazsın; bunun için görme biçimleri (John Berger) dünyayı belirleyen biricik değerdir. Sanat da bir görme şekli olduğundan yazarın rolü hayata bakmak değil, görmek ve göstermektir.
Üçüncü adım ise en önemlisidir. Beş n ve bir k arasında masa tenisi oynaması gerekir evvela. “Nasıl”, “ne”, “nerede”, “neden“, “ne zaman” ve elbette “kime”? Bu soruların cevapları yazarın geleceğini belirleyecektir. Neyi anlatacağını seçmelidir önce. İçeriği olmayan bir eser düşünülebilir mi? Fransız İhtilali, Ekim Devrimi gibi kitlesel çapta meydana gelmiş tarihsel bir hadiseyi sıradan bir insanın gözünden anlattığını düşünelim mesela. Sözgelimi Parisli bir papazın gözünden Bastille Baskını’nı konu edinmektedir diyelim. Açlıktan, hastalıktan ve aristokrasinin umursamaz lüks merakından Sıtkı sıyrılan insanların hâlini yakından görürüz. Bir gün, bir kısmı hâlihazırda süregelen duruma katlanamaz ve olanlar olur. O hâlde nerede, ne zaman sorularını da cevaplamış olduk, değil mi? Ne kaldı geriye? Neden, nasıl ve kime soruları. Nedenini belirleyen etken, metnin aksiyomatik tarafıdır. Yani, diğer önermelerin temeli ve ön dayanağı niteliğindeki önermeler. Papazın nazarında isyanın aktarılma biçimi bu önermeleri ortaya çıkaracak ve anlatının sebeb-i telifi, yani yazılma sebebi, bu yolla aşikar edilecektir. Kime yazıldığı da hâliyle belli olacaktır. Nitekim kralın gözünden yahut Marie Antoinette’nin gözünden bakmak ile Robespierre’in gözünden bakmak bir olamaz. Nerede durduğun hem neden hem de kime anlattığını belirler.
Son olarak da nasıl sorusu akla gelir. Nasıl sorusu tamamen yazarın gayesine bağlıdır ve biraz daha karmaşıktır. Kime sorusunun cevabını da içerir bir bakıma. Zira nasıl yazdığın sorusu teknik olduğu kadar ticari ve politiktir de. Hâliyle sorular arasında geçişlerle yanıtlanabilir. En başta kelime tercihlerin gelir. Eski ya da yeni kelimeler kullanmak gibi. Yahut saf bir dil arayışı da olabilir. Öz Türkçe denince akla Tahsin Yücel’in gelmesi boşuna değildir. Seçimler yol açar önümüzde ve kimliğimizi böyle inşa ederiz. Cümlelere geliriz daha sonra. Devrik, kurallı, birleşik… derken birçok seçenek belirir. Saramago yazdığı metinleri virgül ve noktalı virgüle boğarken; Joyce’un Ulysses’inde onlarca sayfa noktalama işareti yoktur. Öte yandan, cümleleri son derece basit yazan ve olay örgüsünü süratlendiren yazarlar da mevcut. Bu da aslında birçok sorunun tercihini göstermektedir. Kime, neyi, neden anlatacağına göre nasıl sorusuna ulaşırsın. Umberto Eco da Glenn Meade de polisiye denilebilecek eserler yazmıştır ama aralarında benzerlik var mıdır? Varsa ne ölçüdedir? İşte yazarı yazar yapan nokta nasıl sorusuna bu hususta verdiği cevapta yatmaktadır. Eco mu yoksa Meade mi? Poe mu yoksa King mi? Bu örnekler çoğalabilir ama özü birdir; beş soruya verilen cevap, çizilecek yolun anahtarıdır.
Son tahlilde yazarlık bir keyif işi değil, bilakis kendini yontan heykel olabilme cüretidir; yaşamı özümseyerek, her zorluğa rağmen kararlı adımlar atarak ve tüm tökezlemelere karşın iradeli kararlar alarak ilerlenen meşakkatli bir yoldur. Yolun sonunda kimse ödülle beklemez. Ödenecek bedelin tek yükümlüsü, sorumlusu sensindir ve hiç kimse takdir etmez. İşte bunun için yazmak yaşamak gibidir; sana sunulmaz çoğu zaman, söküp alman, sahip çıkman gerekir. Ancak bu yolla büyür, özgürlüğüne kavuşur ve özgünlük denen noktaya varabilirsin. Sorumluluğunu alarak, çalışarak, hakkını teslim ederek.