William Gibson 1982’de Blade Runner’ı izlerken başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetti, çünkü o sıralar ilk romanını yazıyordu ve Ridley Scott’ın filmi, yazdığı romandaki temel duygu ve kavramları kendi yaptığına benzer bir şekilde ele alıyordu. Görünüşe göre Blade Runner, ipi kendisinden önce göğüslemişti. Aslında her bilimkurgu yazarı benzer duyguları hissetmiştir. Çünkü bilimkurgu edebiyatının kuşbakışı görüntüsü çoğunlukla tekrardan ibarettir. Tabii Gibson olaya böyle bakmamıştı o sıralar. Gibson, Neuromancer’i yazmayı 1984’te bitirdi. Ama kitabın, “bu şaşırtıcı güzellikteki görselliğe sahip filmin dokusunu” aşırmakla suçlanacağından korkuyordu. Neyse ki öyle olmadı. Tam tersine Gibson’ın romanı, Blade Runner’ın görsel evrenini bilimkurguya uyarladığı için övüldü.
38 yıl sonra siberpunk etkisini her yerde görebiliyoruz. Hatta bugün baktığımızda 21. yüzyıl bilimkurgu sineması Blade Runner’dan çok, William Gibson’a borçlu hissediyor kendini. Bu etkinin en son örneğinin yine William Gibson’ın aynı adlı romanından uyarlanan Amazon Prime yapımı The Peripheral olması tesadüf değil elbette. Kiralık gamer Burton (Jack Reynor) ve Flynne Fisher’a (Chloë Grace Moretz) odaklanan dizi, yakın bir gelecekte Amerika’da geçiyor. Hatta fantastik bir teknoloji yerine sadece 3D yazıcılar ve e-bisikletlerin biraz gelişmiş versiyonları ve hiper-realist sanal gerçeklik oyunları bu yakın geleceğin arka planını oluşturuyor. Ready Player One, sanal-evrenini gerçek dünyadaki sefil varoşların vahaları olarak sunmuştu, The Peripheral daha gerçekçi bir yaklaşım benimsiyor. Sanal gerçeklik sistemleri insanlığı birleştirmeye yetmiyor çünkü yoksulluk ve sınıfçılık hâlâ çok yaygın. Ancak sanal gerçeklik sistemleri daha öncekiler gibi değil, zaman yolculuğuna izin veriyorlar. Tasvir edilen bu teknoloji ne bir kurtarıcı ne de ilerleme karşıtı bir rol üsteniyor. The Peripheral’ın oyuncularından Jack Reynor, Esquire dergisine yaptığı açıklamada, “Şimdiye kadar okuduğum en saf spekülatif kurgu buydu,” diyor. “Bilimkurgu ve siberpunk’ı severim ve Neuromancer’a da bayılmıştım, ama bu rolü kabul etmeden önce The Peripheral’ı okumamıştım. Kitap beni uçurdu.”
Chiba City adlı gelecekteki bir Japon metropolünde geçen Neuromancer, “kovboy” lakaplı bir bilgisayar korsanı olan Henry Dorsett Case’in illegal işlerine odaklanıyor. Roman başladığında Case, bir siber-soygun işi için siber-mafya Molly Millions’tan bir iş alıyor. Karakterler, sonrasında kendilerini Wintermute adlı bir yapay-zekâ ile karşı karşıya buluyor ve Boston’dan Atlanta’ya kadar her şeyi kapsayan “The Sprawl” adlı siber-şehre gidiyor. Maceranın ileriki bölümlerinde, Tessier-Ashpools adında çok eski ve güçlü bir oligarşi ile yüzleştikleri Freeside yörünge habitatına ulaşıyor. Klasik bir suç romanı havasında ilerleyen eser, William S. Burroughs’un (Gibson’ın hayran olduğu yazarlardan biri) avangart tarzıyla birleşerek olay örgüsünün üslup kadar ön plana çıktığı bir yapıta dönüşüyor. Roman tüm zamanların en iyi ve karamsar cümlelerinden birini içeriyor: “Liman üzerindeki gökyüzü, yayın yapmayan bir kanala ayarlanmış televizyon rengindeydi.”
Neuromancer ve Blade Runner’daki siberpunk unsurlar günümüzde anakronik kalmıştır (ankesörlü telefonlar vs.) Ancak The Peripheral’ın altyapısı bu bakımdan oldukça sağlam. Hem roman hem de dizi, ana akım siberpunk’ın temel bileşenini içeriyor: Yüksek teknoloji ile zorlu yaşamın çarpışması. Siberpunk’ı, işte bu çarpışmanın karanlık bir gelecek planıyla desteklenmesi olarak tanımlayabiliriz. Ama siberpunk tam olarak nedir ve bilimkurguyu nasıl dönüştürmüştür? Birçok avangart sanatçı gibi William Gibson da öncülük ettiği akımın gerçek isim babası değildi. Hatta kendisi 1986’da terimi “yaptıklarımı önemsizleştirdiğini hissediyorum” sözleriyle ve bir “pazarlama stratejisi” olduğunu iddia ederek küçümsemişti. Kelime, orijinal olarak Bruce Bethke’nin 1982 tarihli Siberpunk adlı kısa öyküsünden alınmıştır. Genç bilgisayar korsanlarını anlatan bu eser, The Peripheral veya Philip K. Dick hikâyeleriyle aynı kulvardaydı. Bethke, siberpunk terimini “bencilce amaçlarla ve pazar odaklı” olarak ortaya attığını söylemişti. Amacı “punkla yüksek teknolojiyi yan yana getiren yeni bir terim icat etmek”ti.
Gibson haklıydı: “Siberpunk” terimi, ticari bir moda akımına dikkat çekmek amacıyla ortaya atılmıştı. Öte yandan Gibson, 1986’da şunları söyledi: “Gerçekte olan şuydu: Yeni yazarların birbirine benzeyen çalışmaları bazı yayıncıların masasına doluşuyordu. Yayıncılar bunlara ne isim vereceklerini bilemedi, bu yüzden hepsini siberpunk olarak etiketlemeyi tercih etti.”
21. yüzyılda Gibson, en ünlü eserlerinden bazılarını “siberpunk” olarak tanımlayacak kadar yumuşadı. 2000 tarihli “Kafamızda Bilgisayar Çipleri Olacak mı?” adlı makalesinde, “siyah takım elbiseli ve silisyum implantlı sert siberpunk adamların zaten var olan bir nostaljik romantizm taşıdığını” yazdı. Gibson bu makaleyi, Matrix’in vizyona girmesinden bir yıl sonra kaleme aldı. Matrix 1999’da patladığında, Gibson filmi çok beğendiğini söyledi ve Matrix üzerindeki kişisel etkisinin “yaratıcı kültürel ödünç alma”dan ibaret olduğunu vurguladı. 1982’de Blade Runner ve Neuromancer, karanlık ve yağmurlu bir gecede uzaktan geçen gemiler ise Matrix, Strange Days ve benzeri hacker öyküleri de siber-okyanusa yelken açan ticari gemilerdi.
İçinde siberpunk geçen her yapıt harika sayılmaz elbette. Billy Idol’ün 1993 tarihli Cyberpunk albümü en iyi eserleri arasında sayılmıyor. Yine 1990’lardaki William Shatner’lı TekWar dizisi ve romanları, Gibson’ın A101 versiyonu gibiydi. Ernest Cline’ın iyimser siberpunk romanı Ready Player One ise Neuromancer ve The Matrix’in vurguladığı noktaları es geçiyordu. Evet, Case ve Neo gibi siber-sert adamlar baş belası olabilir, ancak siberpunk estetiğinin gerçek dayanağı havalı adam olmakla sınırlı değildir. Gerçekte siberpunk, ana akım bilimkurgunun ağırbaşlı ve sönük atmosferine hiper-realist bir itirazdır. Neuromancer’ın devamı olan Count Zero’da, anne karnında telepatik TV yayınlarına maruz kalan çocuklara neler olabileceğini öğreniriz. Bu eser, herhangi bir şeyin metaforu ya da sosyal medyanın öngörüsü değildi. Ama onu gönül rahatlığıyla büyüleyici ve karanlık bir bilimkurgu yapıtı olarak tanımlayabiliriz. Gibson’ın ilk siberpunk romanları 80’leri anlatır, geleceği ya da geleceğin teknolojisini öngören birer kehanet olarak görülemez. Yine de onları yetkin sanat yapıtları olarak tanımlayabileceğimize kuşku yok. Gibson’ın, eserlerine yönelik nostalji ve metalaştırma tehditlerinden kurtulabilmesinin nedeni basitti: Üslup değişikliği. Gibson, zaman içinde konularını ve üslubunu değiştirdi.
Çoğu eleştirmene göre The Peripheral ve 2020’deki devamı Agency, William Gibson’ın dönüşümünü temsil ediyor. Gibson pek çok mükemmel kitap yazmış olsa da, eleştirmenlerce beğenilen romanlar olan Zero History (2010) ve Spook Country (2007) daha çok güncel zamanları anlatıyor. Ancak The Peripheral, Gibson’ın yeni bir yaklaşımla siber-geleceğe dönüşü. Neuromancer’daki Case gibi Flynne de başka bir tekno-alemde ve aynı zamanda arka bahçesinde meydana gelen bir gizemi çözmek için sisteme giren bir modern bilgisayar korsanı. Romandan öğrendiğimize göre “peripheral/çevre-birimi”, geçmişten bilgileri depolayan robotik bir gövde. Başka bir deyişle Gibson, hacker tarzı bir zaman yolculuğu yöntemi icat ediyor. Dizide Flynne’nin periferik (çevresel) robotik gövdesi, Battlestar Galactica’nın Cylon’larını veya Westworld’ün sunucularını hatırlatabilir. Dizinin yapımcılığını Westworld’den Lisa Joy ve Jonathan Nolan üstlendiğinden, Westworld tarzı estetiğin hepimize tanıdık gelmesi normal. HBO’nun dizisi, 1973 tarihli Michael Crichton filmine dayanıyordu. Ancak Westworld’deki bariz siber-altyapıyı gözden kaçıramayız. The Peripheral, kendisinden önce çekilen siberpunk dizisi Altered Carbon’a göre Westworld’e daha yakın duruyor.
Bilimkurgu dizileri, çeşitli ruh hâllerini ve felsefi tarzları kapsayacak kadar geniş bir alana yayılmıştır. Star Trek, Strange New Worlds ile iyimser bir yönde genişlemeye devam ederken, Picard’ın birinci ve ikinci sezonunda temel çatışmanın siberpunk temalarıyla bağlantılı olduğunu görüyoruz. Birinci sezonda Jean-Luc, bir robot uzmanının izini sürüyor; ikinci sezonda ise Borg tehdidiyle yüzleşiyor. Borg Kraliçesi’ne dönüşen Dr. Jurati (Alison Pill), günümüzün Los Angeles’ında Seven of Nine (Jeri Ryan) ile sokak dövüşü yaparken, tüm zamanların en anti-siberpunk bilimkurgu serisinin bile siberpunk’a dönüştüğü görülüyor. En son Star Wars dizisi Andor’un açılış sahnesi bile kahramanı Cassian’ı (Diego Luna) siberpunk bir ortama yerleştiriyor. Andor, Star Wars’un siberpunk’a en yakın olduğu an olarak tanımlanabilir. Star Trek’in siber-fikirlerden ilham alması bizi şaşırtmaz, çünkü dizinin kapısı en baştan itibaren yeni fikirlere açık olmuştur. Ancak Star Wars’taki gelişmiş uzay araçlarının bile çoğu zaman kanlı canlı insanlar tarafından elle sürülmesi gerekir. Silahlarının otomatik hedef sistemi bile yoktur, burunlarının önünde uçan gemileri vuramazlar, insanların ‘nişan’ alması şarttır. Ancak Andor örneğinde olduğu gibi, nihayetinde en tutucu bilimkurgunun bile artık siber-yola girdiğini söyleyebiliriz.
The Peripheral’ın başarısının da gösterdiği gibi, Gibson’ın yazılarının gücü, siberpunk’ın yalnızca aynalı güneş gözlükleri takan, distopik şehir arka planında üzerlerine düşen asit yağmurunda ıslanan bilgisayar korsanlarından ibaret olmadığını göstermesidir. Siberpunk, bilimkurguyu teknolojinin teknik kısmının ötesine geçmeye ikna etmiştir. Hatta 2004’te Gibson, Neuromancer’ın raf ömrünün uzun olmasını kehanette bulunmaya çalıştığı teknoloji hakkında tamamen cahil olmasına bağlamıştır. Siberpunk sadece bilgisayar korsanları, robotlar veya karanlık geleceklerle değil, gerçek insanlarla ilgilidir. Siber-eserlerde karakterlerin nasıl bir gelecekte yaşadıkları önemsizdir, çünkü siberpunk’ın derdi tekno-kehanette bulunmak değildir. Gibson’ın bize öğrettiği şey, bilimkurgunun hava durumu gibi değişken olabileceğidir. Bazen siberpunk şiddetli bir yağmura ihtiyaç duyar; bazen de yakın gelecekte, sıradan bir köyde açık bir gökyüzüne…